'Sanatkârlar hiçbir zaman yitip gitmezler'

Kısa adı ESKADER olan Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği Başkanı Gazeteci Yazar Mehmet Nuri Yardım ile sanat, kültür ve edebiyat üzerine yapılan söyleşide Babıali'deki dostluklarda yad edildi.

'Sanatkârlar hiçbir zaman yitip gitmezler'
'Sanatkârlar hiçbir zaman yitip gitmezler'
GİRİŞ 28.03.2011 13:28 GÜNCELLEME 28.03.2011 13:28

Aydın Başar'ın haberi:

Türk basınına uzun yıllar emek vermiş bir yazar olarak “Bâbıâli” denilince ilk olarak aklınıza neler geliyor?

Babıali yani basın, eski tabiriyle matbuat, toplumun bir aynasıdır. Buradan çok temiz nehirler de akıyor, kirli ırmaklar da… Burada yazılar yazılıyor, fikirler serdediliyor, düşünceler paylaşılıyor. Ben basınımızın geçmişten bu yana toplumumuzun kanaatlerini, insanımızın düşüncelerini aynen yansıttığı kanaatinde değilim.

Genele baktığımızda toplumun değerleri ile çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Bu garip bir tecellidir aslında… Basının, gazetecilerin toplumla çatışan görüşleri, bir takım öngörüleri esasında toplumda tutmamıştır. Bu durum geçmişte daha da belirgindi. Ama son zamanlarda basında akl-ı selim sahibi insanların çoğalmasıyla biraz daha iyiye doğru gidilmiştir, biraz daha normale dönülmüştür.

Geçmişten bugüne baktığımızda basın özgürlüğü alanında ilerlediğimizi söyleyebilir miyiz?

Eskiye nazaran ciddi bir münakaşa zemini oluşmuştur, fikirler tartışılmaya açılmıştır. Ve eskinin diktacı, baskıcı görüşleri yerine daha hoşgörülü, daha özgür ve herkesin fikirlerini daha rahat bir şekilde paylaştığı bir ortama doğru gidilmeye başlamıştır diyebiliriz.

Babıali’deki dostluklar eskisi gibi devam ediyor mu? Yazarların kendi aralarındaki muhabbetleri nasıl? Münasebetler zayıfladı diyebilir miyiz?

Eskiden basın Cağaloğlu semtindeydi, bütün gazeteler buradaydı, bütün gazeteciler burada çalışırlardı. Ben de bir bölümüne yetiştim, burada bazı gazetelerde çalışmak nasip oldu. Daha sonra gazeteler peyderpey buradan ayrıldılar. İlk başta Tercüman ayrılmıştı, sonra diğerleri… Ayrıldıkları zaman da gidip bir yerde buluşmadılar. Kimi İkitelli’ye gitti, kimi Yeni Bosna’ya, kimi Güneşli’ye, kimi Cevizlibağ’a… Mecidiyeköy’e gidenler oldu, Levent’e gidenler oldu…

Dolayısıyla Babıali dağıldı. İster istemez dostluklar eski sıcaklığını kaybetti. Eskiden mesela farklı gazetelerde çalışan gazeteciler yazarlar, öğle aralarında bir araya gelir, çay simit yer içerler, muhabbet ederlerdi. Ama şimdi o zemin kalmadı. Maalesef metropol hayatı, “büyük şehirleşme” ister istemez o yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir.

Ben devasa büyük basın binalarında da çalıştım, orada eski Cağaloğlu’ndaki sıcaklık, samimiyet yok. Bırakın diğer gazetelere gidip gelmeyi aynı gazetelerde çalışan insanlar arasında bile diyalog zayıflığı var. Her yazar odasına çekiliyor, her muhabir köşesine, masasına çekiliyor, orada çalışmasını yapıyor. Artık gazeteciler arasında böyle bir fikir teatisi, böyle bir diyalog ve böyle bir meşveret zemini kalmamıştır.

Babıali’de dostluklar denilince aklımıza marmaratörler geliyor. Siz ESKADER olarak yaşayan marmaratörleri bir araya getirmiştiniz. Bize marmaratörlerden biraz bahseder misiniz?

Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta 80’li yıllara kadar devam etti. Burası bir halk akademisiydi, bir halk üniversitesiydi. Düşüncelerin buluştuğu bir merkezdi.

Asıl yetmişli yıllardaki Marmara Kıraathanesi’ne yetişemedim ama seksenli yıllarda oraya gittiğimde orası artık son dönemini yaşıyordu. Oraya sürekli giden yazarların kimisi vefat etti, kimisi yaşlandı, oraya gidemez oldu. Tabiri caizse böylece Marmara Kıraathanesi devrini tamamladı. Evet, bu kıraathane kapanmıştır ama buna da pek fazla üzülmemek gerekir; çünkü her müessesenin bir ömrü vardır.

O da ömrünü tamamlamıştır, görevini ifa etmiştir, fonksiyonu bitmiştir. Marmara Kıraathanesi başta Mehmet Niyazi Bey ve Ahmet Güner Bey’in kitaplarında belirttikleri gibi çok güzel düşüncelerin ortaya çıktığı velut bir mekândı. Doğu ve Batı düşüncelerinin birleştiği, buluştuğu bir yerdi. Sıradan bir kıraathane değil, birçok aydını besleyen, birçok esere ilham veren bir yerdi.

Ahmet Güner’in Marmara Kitabeleri ve Mehmed Niyazi’nin Deliler ve Dahiler adlı eserlerinde bu kıraathane çok güzel bir şekilde anlatılır. Keşke oraya bir dönem müdavim olan hayattaki yazarlar da hatıralarını yazsalar. Mesela Üstün İnanç, Emin Işık, Mehmet Şevket Eygi… O zaman Marmara Kıraathanesi’nin tarihi daha güzel bir şekilde ortaya çıkar.

Günümüzde böyle yerler var mı?

Marmara Kıraathanesi modeli alınarak benzer çalışmalar yapılıyor. Mesela biz Eskader olarak bir senedir Cağaloğlu’nda “Bâbıâli Sohbetleri” adı altında halka açık toplantılar yapıyoruz. Mehmet Şevket Eygi’den Beşir Ayvazoğlu’na, Üstün İnanç’tan Ziya Nur Aksun’a kadar birçok fikir, kültür, sanat, edebiyat adamı buraya geliyor, düşüncelerini açıklıyor, kendisine sorular soruluyor; dolayısıyla Marmara Kıraathanesi modelinde olduğu gibi bugün de aynı güzellikler devam ediyor.

Marmaratörlerin yeniden buluştuğu bir toplantı düzenlemiştiniz. Kimler vardı bu toplantıda?

2008’de yaptığımız ödül törenimizde yaşayan bütün marmaratörleri Cağaloğlunda bir araya getirdik. Hekimoğlu İsmail, Emin Işık, Mehmed Niyazi, Mehmet Şevket Eygi, Fırat Kızıltuğ gibi önemli isimler bu programa katılmıştı. Çok güzel bir toplantı oldu. Zaten düzenlediğimiz Babıali Sohbetleri de bu toplantıdan sonra gün ışığına çıktı. O gün Mehmet Şevket Eygi Bey “Keşke Marmara Kıraathanesi’ndeki gibi bir sohbet ortamı olsa da biz de ara sıra katılsak” şeklinde bir temennisini dile getirmişti.

Eskiye göre edebiyata ve sanata olan ilgi arttı mı?

Osmanlıyla kıyaslarsak arttı diyemeyiz. Ancak yirmi otuz sene öncesiyle kıyaslarsak ben arttığını düşünüyorum. Benim çocukluğumda çok az kitap neşredilirdi ama şimdi yüzlerce yayın evi var ve her yayın evi birçok kitap yayımlıyor.

Üstelik baskı kalitesi olarak da muhteva olarak da iyi… Ümitsizliğe düşmeye gerek yok. Bence kültür hayatımızda, kitap dünyamızda çok olumlu gelişmeler var. Sadece kitap piyasası değil, birçok belediye, birçok sivil toplum kuruluşu toplantılar düzenliyor, faaliyetler yapıyor. Bence yeni nesil daha çok tarihine, ecdadına, kültürüne sanatlarına sahip çıkıyor.

Bakın daha düne kadar milli sanatlar pek ilgi görmüyordu. Yani bin dokuz yüz seksenlerde tezhibe, hat sanatına, ebruya, minyatüre ilgi çok çok azdı. Ben o zaman Mustafa Düzgünman’ı ve Süheyl Ünver’i ziyaret etmiştim. Bunlar ebrunun büyük üstatları…

Onlar da şikâyet ediyorlardı, toplumdaki ilginin azlığından. Ama bugün o kadar çok atölye açılıyor ki tezhibi, ebruyu, minyatürü öğrenmek isteyen o kadar çok insan var ki şaşarsınız. Demek ki durum iyiye doğru gidiyor. Birçok vakıf, dernek belediye, sürekli Osmanlıca kursları açıyor, el sanatları kursları açıyor. Bunlar son derece iyi gelişmeler. İnşallah bu güzel gelişmeler artarak devam edecektir.

Hayatınız boyunca kültür dünyasından birçok isimle röportajlar yaptınız. Bu röportajlardan en fazla etkilendiğiniz hangisiydi?

Yirmi üç yıl gazetecilik yaptım. Saymadım ama bine yakın isimle röportajlar yaptım. Şairlerle, yazarlarla, sinemacılarla, tiyatrocularla, geleneksel el sanatlarımızı yaşatan üstatlarla mülakatlar yapmak nasip oldu. Biliyorsunuz ben bu röportajlarımı üç kitapta topladım: Romancılar Konuşuyor, Dersimiz Edebiyat ve Türk Şiirinden Portreler.

Bunların dışında daha yayımlanmayı bekleyen röportajlar da var. Bence röportaj türü önemli bir türdür. Bir bakıma sanatçının içini açtığı, düşüncelerini paylaşarak içini döktüğü bir edebiyat türüdür. Tabi her yazarın, her sanatkârın ayrı bir yönü vardır.

Bu mülakatlarda öğrendiklerim beni beslemiştir, çok faydası olmuştur. İçlerinden beni en çok etkileyeni Cavit Ersen’le yaptığım mülakattır. Çünkü kendisi huzur evinde idi. Kırka yakın eserin sahibi bir yazar olarak unutulmuştu, ihmal edilmişti. Onunla yaptığım o mülakat hakikaten beni etkiledi. “Ben bu millete kendimi adadım, ama bugün unutuldum” gibi bir sitemi olmuştu. Ama Allah’a şükür onu unutmayıp gidip bir huzur evinde bulmuştuk. Sonra o huzur evinde vefat ettiğini duyduk.

Bir yazar olarak edebiyat dünyasından bir yazar vefat ettiğinde neler hissediyorsunuz? Son olarak arkadaşınız şair yazar Olcay Yazıcı vefat ettiğinde neler hissettiniz?

Birçok yakınımızı yitiriyoruz. Son on yıl içinde o kadar çok büyük değer kaybettik ki… Mesela Cavit Ersen, Necati Sepetçioğlu, Erdem Beyazıt, Olcay Yazıcı, Ziya Nur Aksun bunlardan bazıları. Tabi bu vefatlar bizi hüzünlendiriyor. Ama bu da kader-i ilahidir, takdirdir, buna isyan etmek mümkün değildir.

Çünkü hepimiz öleceğiz, bütün insanlar vefat edecek. Ama ben onlara öldü gözüyle bakmıyorum. Onlar hizmetleri ile, eserleri ile yaşıyor. Bugün bir yayın evi Ziya Nur Aksun’un bütün eserlerini yayımlıyor. Demek ki Ziya Nur yaşıyor aslında…

Yahya Kemal’in eserleriyle yaşadığı gibi, Akif’in şiirleri ile yaşadığı gibi… Osman Olcay Yazıcı da şiirleriyle yaşayacaktır. Yücel Çakmaklı filmleri ile yaşayacaktır. Ömer Lütfi Mete keza senaryolarıyla aramızda olacaktır. Bence sanatkârlar, yazarlar, güzel eserler bırakanlar hiçbir zaman yitip gitmezler, mutlaka toplumun içinde bir şekilde yaşamaya devam ederler.

Sanatın toplumlar için önemi nedir?

Bence çok önemli, yani bir lüks değil.... Bakın size şunu söyleyeyim: doktorların yüzde doksanı sanatla uğraşıyor. Neden? Çünkü sanatın insanı rehabilite ettiği, huzura kavuşturduğu, sıkıntılarını unutturduğu kesindir. Bunu doktorlar bizzat yaşadıkları için önce kendileri sanatla meşgul oluyorlar sonra da herkese sanatı tavsiye ediyorlar. “Ya ney üfleyin, ya şiir yazın, ya hat veya tezhip gibi güzel sanatlarla ilgilenin“ diyorlar. Bu son derece önemlidir.

İnsanoğlunu sanattan ayırmak mümkün değil. Çünkü Cenab-ı Allah en büyük sanatkârdır. Her sanatkar yaptığı sanatında bir bakıma Allah’ın büyüklüğünü anlatıyor. Bir ressam bir ağacı tasvir ettiğinde aslında evet o onun ressamıdır ama asıl sanatkârı Cenab-ı Allah’tır. Dolayısıyla sanatçı eseriyle Cenab-ı Allah’ı işaret ediyor.

Sanatçı kâinattaki güzelliği önce kendisi fark ediyor, sonra fark ettiriyor. Bundan dolayıdır ki sanatla uğraşan insanlar güzel insanlardır, ince insanlardır, kendileriyle barışık insanlardır ve mutlaka topluma bir şeyler vermek isteyen insanlardır.

Sizin bir sanatçı tarifiniz var mı, kimdir sanatçı?

Sanatçı iyilikleri güzellikleri keşfeden ve bunları toplumla paylaşan insandır. Dolayısıyla bir takım olumsuz vasıflar sanatçıya yakışmaz. Mesela ben sanatçının kıskanç olmasını hazmedemem. Bence sanatçı diğer sanatçılarla da barışık olmalıdır. Kendisiyle ve çevresiyle barışık olan bir sanatçı ancak toplumuna karşı olan görevini ifa etmiş olur.

Sanat ve medeniyet bilinci arasında nasıl bir ilişki vardır?

Çok köklü bir ilişki vardır. Köklü bir medeniyetten beslenmeyen sanat satıhta kalır. Tarihten, kültürden, medeniyetten bahsetmeyen sanat sadece güne hitap edebilir. Kısa ömürlü olur. Mesela mimaride diyelim; eğer Türkiye’de yaşayan bir mimar, Mimar Sinan’ı tanımamışsa, ortaya ciddi bir eser koyamaz. Ne olur? Batı’nın taklidi, ruhsuz bir şeyler yapar.

Bir şair Baki’yi, Fuzuli’yi tanımıyorsa, Akif’i, Yahya Kemal’i okumamışsa ortaya iyi bir şiir koyamaz. Bu bütün sanatlar için geçerlidir. Yani Yahya Kemal’in o güzel ifadesiyle kökü mazide olan âtî yani gelecek olmalıyız. Geçmişten istifade edeceğiz ama aynı zamanda geleceğe uzanacağız. Bu irfan köprüsü kurulduğu zaman gerçek sanat yapılmış olur.

Son günlerde bazı televizyon dizilerindeki tarih ve kültür köklerimize yapılan saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi ki herkes kendi görevini yapıyor. Birileri tarihi küçültmeye çalışır, padişahları aşağılamak ister; bu onların görevidir, bunu yapacaklar. Fakat bence her şeye rağmen toplumda tarihe ilginin artması sevindiricidir.

Evet bugün yanlış diziler yapılır yarın bunların doğrusu yapılır. Bu konuda eleştirmekle kalmak yerine bu konuda ehil olan kişilerin ciddi diziler yapmalı ve topluma güzel alternatifi sunmalıdır. O zaman gerçek tarihe yönelmiş oluruz. Nitekim örnekleri var: Yönetmen rahmetli Yücel Çakmaklı ve romancı Tarık Buğra el ele verdiler ve o mükemmel dizileri yaptılar.

Nedir o diziler. Dördüncü Murat’tır. Osmancık’tır. Küçük Ağadır. Bana göre tarihe ilgi bu dizlerle başladı. Allah’a şükür unutulmayan diziler olarak hafızalarda yerini aldı. Size ilginç bir şey söyleyeyim.

Bahsettiğiniz o dizilerden sonra şimdi bütün yayın evleri Yavuz Sultan Selim’le ilgili kitaplar yayımlamaya başladılar. Bu kitaplara ilgi oldu ki bu kitaplar bu kadar çok yayımlanıyor. Kötü niyetle bir şeyler yapılsa bile korkmayın gerçekler gizlenemiyor. Hatta bu tür şeyler ters tepki yapıyor…

Son sorumu sormak istiyorum. Birçok yazar bir döneme geldikten sonra yazmayı bırakıyor, şiirlerini küsüp yakan şairler var. Sizin ise yoğun bir çalışma temponuz var.Bu motivasyonu nereden alıyorsunuz?

Cenab-ı Allah hepimize bir ömür vermiş, nefes alıp veriyoruz, bunun şükrünü eda etmek zorundayız. Yani biz hayata küsemeyiz, topluma küsemeyiz, isyan edemeyiz, tam aksine görevimizi yapmak zorundayız. Nedir görevimiz?

Düşünmek, düşündüklerimizi kayda geçirmek yani üretmek… Yazarsak yazımızla, şairsek şiirimizle, sinemacısıysak senaryomuzla şükrümüzü eda edeceğiz. Bizim topluma küsmeye hakkımız yok. Bize verilmiş bazı kabiliyetler var ise onları hayırda, güzellikte, erdemlilikte kullanıp bu mazlum millete faydalı olmalıyız. Sadece bu millete değil yeryüzündeki bütün insanlara faydalı olabiliriz. Size büyük bir zatın bir düsturunu aktarmak istiyorum.

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Evet, güzel görelim, güzel düşünelim, güzel eserler ortaya koyalım, inanın hepimizin hayatı o zaman daha da güzelleşecektir.

SANATALEMI

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
İzmir'de deprem!
Emekli imam kurduğu sistemle elektrik faturasını 3'te 1 oranında düşürdü