Ömer Tuğrul İnançer: Başıboş yaşamayı hürriyet zannediyoruz!

Hukukçu, Yazar ve tasavvuf musikisinin önde gelen ismi Ömer Tuğrul İnançer, haber7.com'a önemli açıklamalarda bulundu.

GİRİŞ 09.08.2019 08:36 GÜNCELLEME 14.08.2019 08:43
Bu Habere 29 Yorum Yapılmış

Haber7.com Genel Yayın Yönetmeni Osman Ateşli ve Editör Asya Karagül, Türk Tasavvuf Musikisi'nin önemli isimlerinden biri olan Ömer Tuğrul İnançer ile toplumsal sorunlara dair önemli sohbet gerçekleştirdi.

İşte İnançer'in açıklamalarından önemli başlıklar:

Türkiye’de hızlı bir toplumsal yozlaşma yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bunun sonucu olarak evde, işte, trafikte sürekli bir cinnet hali yaşıyoruz. Bu toplumsal yozlaşma ve hoşgörüsüzlüğe karşı nasıl direnebiliriz? Tedavi reçetesi nelerdir? 

 

 

"Bu tespitler doğru da zaten bütün mesele tespitlerin doğru yapılabilmesidir. Çünkü teşhis tedavinin yarısıdır. Teşhisi koyduysak tedavini %50’si bitmiş demektir. Bu doğru teşhisin tedavisi ise... Ana prensip şu; Allah-u Zülcelal devasız dert yaratmamıştır. Tabi insanoğlu ne yazık ki ölümü bir dert olarak görüyor, ona da deva istiyor. Halbuki ölüm dert değildir. Bunun bilirse diğer yaşama sırasında her derdin devası vardır. Bu devaların komprime hale getirilmiş, herkes tarafından kullanılabilecek olanı aslında basit ama derinine daldığımız zaman basit olmadığını gördüğümüz bir reçetesi var, iki kelimeden ibaret: Muhammed Mustafa (s.a.v.) Bizim inanç sistemimizde -böyle konuşulunca modern olunuyor ya, dinimizde deyince sanki 1400 sene evvele gidiyoruz- “Peygamber size ne verdiyse alın, neden çekinmenizi tavsiye ettiyse ondan çekinin” mealinde ayet var, bu bizim inanç sistemimiz."

"HABERDAR OLMAK BİLMEK DEĞİLDİR"

 

 

"İnanç irade ile olan bir şey. Ben istersem Müslüman olmam. Ben irademle bunu kabul ettiğime göre o kabulümün gereklerini yapmam lazım. Bu gereklerden en önemlisi bir başka ayette “Benim Habibim'in hayatında sizin için alınacak örnekler vardır” (buradaki örnek doğru örnek manasında. Doğru kelimesinin olmasına lüzum yok. Çünkü Habibullah’ta yanlış bir şey zuhur etmez.) Peki bunu yapabilmek için biz ne yapıyoruz? Hiç. Hatta ne yazık ki hiçin de eksisinde kabul etmiyoruz. Efendimiz hazretlerinin varlığından haberdar olmak onu bilmek ve tanımak demek değildir. Öyle bir ömür sürmüş ki o ömrün her bir anını ayrı ayrı tetkik ettiğimizde bizim her türlü derd u telaşımızın ilacının paralelini mutlaka görürüz. Ama o ömrü tetkik etmemişiz, varlığından haberdar değiliz.

Var olduğunu bilmek başka bir şey. Bismarck da biliyor, Voltaire de biliyor, Napolyon da biliyor. Napolyon’un Paris’te askeri akademide verdiği ilk ders şudur: Resulullah Efendimiz’in Uhud’daki askeri yerleştirme planı. Haberdar Bismarck, “Senin zamanında yaşamadığıma efes ediyorum ey Müslümanların Peygamberi” diyor ama sonunda. Yani varlığından haberdar olmak tanımak demek değil. Tanımak o kadar noksan ki."

ALLAH'A TORPİL GEÇİYOR MU?

"Birde şefaat meselesi var. Bir takım ağzı karalar “Şefaat var mıdır, yok mudur?” diye müzakere ededursunlar, havanda su dövsünler. Allah’a torpil geçiyor mu? Geçiyor. Bizzat Efendimiz demiyor mu, “Dualar benim ismimi anıncaya kadar semada asılı kalır. Ne zaman benim ismimi, cismimi, sıfatımı, hatırımı anarsanız yerine ulaşır” Bakın ‘yerine ulaşır’, kabul olur daha değil. Şunun gibi, eskiden bendeniz bu misli anlatırken mektup ve pul misali verirdim. Şimdi gençler pul da bilmiyor, mektupta bilmiyorlar. Ama herkes mesaj çekmeyi biliyor. Mesajı yazdık, ‘git’ veya ‘gönder’ düğmesi var ya gönder düğmesi Efendimiz’in (sav) ism-i şerifidir, sıfat-ı şerifidir. Ona basmayınca yerine gitmiyor mesaj. Kabulü daha sonra. Bu kadar önemli olması ne? Demek ki Cenab-ı Hakk’a torpil geçiyor, Habib’in hürmetine. Dualarımızın sonunda “Bi-hürmeti seyyidil mürselin, bi-hürmeti sultan’ül-enbiya” deyip “el-Fatiha” demiyor muyuz? Bu ne, torpil.

Peki, Resulullah Efendimiz Hazretlerinin Allah indindeki bu yüce katı sadece dua iletmekle mi? Bundan ibaret değil ki, elbette şefaat. Biz bu şefaati biz günah sildirici olarak telakki ediyoruz: “Ya Resulullah şefaat et ki günahlarım silinsin” Hayır, hakiki şefaat o değil. O şefaat var, ona itiraz eden ededursun. İtiraz edenler şefaatten mahrum kalırsa gelip ağlamasınlar sonra. Şefaat şefaati kabul edenleredir inkar edenlere değil. O ayrı bahis.

"HERAKLİOS DA MUHATAP NECAŞİ DE"

Efendimiz hazretlerini incelemek, öğrenmek demek zatını her şeyden soyutlayıp yalnızca onu incelemek demek değildir. Dostları, düşmanları, arkadaşları, zevceleri, hainleri, yakınları, sevdikleri, sevenleri, dış münasebetteki muhatapları.. Yani Heraklios da muhatap Necaşi de muhatap Acem Şahı da muhatap. Biri onun mektubu ayakta dinliyor, öteki hakaret ediyor. Öteki adildir diye Efendimiz hazretlerinin vekaletini kabul edip vekaleten nikah kıyıyor.

Hz. Ümmü Habibe ile nikahı, Necaşi’nin vekaletiyle olmuştur. Ve Efendimizin adalete verdiği değer, dünyaya teşrif ettiği zaman meşhur Acem Şahı Nuşirevan(adamın lakabı Adil) “Adil bir hükümdar zamanında doğduğuma iftihar ederim” buyuruyor, methettiği adam bir ateşperest, putperest. Adalete verdiği önemi gösteriyor. Kendi yavrusu Zeyneb’i çok sevdiği Cafer’i Habeşistan’a gönderiyor, niye? Oranın hükümdarı adildir, size müşrikler gibi eziyet etmez. Adalete verdiği önem. Adaleti kimden öğreneceğim? “el-Adlü esas ül-mülk” sözü Hz. Ömer’indir. Ama adliye saraylarında başka imza ile duruyor. Niye?  Biz dinimizi irademizle seçip kabul ettiğimiz için o iradenin gereği ezvac-ı mutahhara, annelerimizdir. Gereğini yapmıyoruz.

Toplumsal ve ferdi hastalıkların çaresi Efendimiz hazretlerinin gösterdiği yoldur. Efendimiz hazretlerinin yaptığının aynısını yapmak değil. Yaptıklarının hikmetini kendi miktarımızca inceleyip o hikmete uygun davranmak. Mesela biliyoruz genel laf olarak, “Rasulullah Efendimiz beyaz giyerlerdi.” İyi de o iklimde beyaz giymek tabii ve doğru değil mi? Acaba beyaz giymek mi sünnet iklime uygun giyinmek mi sünnet? Çünkü mesela Huneyn Gazvesi Ocak ayında olmuştur. Ocak ayı Kuzey yarım kürede soğuk. Taif 2000 metrenin üzerinde çok soğuk bir memlekettir. Geceleri adamın dişleri bile vurur, biliyorum oraları. Orada o seferdeyken giydiği kıyafet belli. Siyah ve koyu grip çizgili bir aba, onun altında çok koyu kahverengi bir entari. Renkleri de öyle kalınlıkları da öyle. Eğer beyaz giymek bir dini vecibe olsaydı Efendimiz oraya da beyaz giyerdi. Niye giymedi? Ocak ayında ve yüksek bir yerde. Bu hikmetleri öğrenebilmek için, Huneyn Gavzesinin zamanını bilmek lazım. Efendimizin son büyük gazvesi diye biraz meşgul olanlar bilir. Sorun bakalım hangi mevsimde diye? Bilmez. 

"TETKİK EHLİ DEĞİL, SORUYA CEVAP VERECEK OLARAK YETİŞİYORUZ"

Tetkikat ehli olmadık, bunda (eğitim kelimesini hiç sevmem. Eğitmek belli cevapları almak için belli şeyleri vermek demektir. Halbuki maarif bütün doğruları vermek bu doğruların içinde irfan sahibi olarak zamanında kullanılacak doğruyu seçmektir. İrfanını vermek, maarif budur.  Maarifin karşılığı eğitim değildir.) o sistemin kabahati var. Çünkü bizi tetkik ehli olarak değil, imtihanlarda suallere cevap verecek olarak yetiştiriyorlar. Test çözelim, üniversite giriş imtihanında yüksek alalım, öyle yetiştiriyorlar. Çok basit bir misal vereyim, bizim bir kardeşimiz var Beyazıt Camii eski müezzini Hafız İsmail, görme özürlüdür. Şimdi biz köprüler, yollar, otoyollar, tüneller, metrolar yaptık. O metroda nasıl oturulacağını öğrettik mi? Var mı öyle bir şey? O İsmail kardeşimizi metrodan çıkanlar yere düşürdüler, iki ay önce. Yani bir görme özürlüye bile riayet etmeyecek bir güruh yaya yürüse ne olacak metroya binse ne olacak? Bu mu medeniyet? Bunların doğrusunu nasıl bulacağız? Efendimizin niye adalete ehemmiyet verdiği misalini arz ettim.

"LÜTUF DEĞİL BORÇTUR"

Bir görme özürlünün veya başka bir özürlünün hakkı senin ona yardım etmen. Onun hakkı, benim ona lütfum değil. Aynı zekat gibi. Zekat benim fukaraya verdiğim bir yardım değil, fukaranın benden alacağını ödüyorum. O alacağı da Allah tayin etmiş. Zekatı verdiğim aman, “teşekkür ederim beni borcumdan kurtardın” demek yerine belki de gönül kıracak veriyorlar. Bu nüanslar bilinmediği zaman, böyle kaba saba estetikten mahrum. Limon kabuğu gibi bir kubbe, sırık gibi bir minare, ölçü nerede? Bunun eski zamandaki tarifi niseb-i şerife’dir. Yani, doğru ve güzel oranlar. Küçücük kubbeye öyle minare olmaz. Sinan’ı le alalım. Selimiye’nin de Süleymaniye’nin de minaresini yapan o. Peki Üsküdar’daki Şemsipaşa’nın minaresini yapan kim? O da o. Şemsipaşa bir karış, Selimiye metrelerce. Niye? Oradaki cami onu götürüyor. Denize sıfır çok yüksek kubbeli değil cami küçük minaresi de ona göre.

Ölçü mimariden ibaret değil, yaşamımızda da ölçü var. Midesi hasta, hangi mide hastamız doktordan ziyade Efendimiz’in “Acıkmadan oturun, doymadan kalkın” emrini yerine getiriyor? Ayrıca bilgiyi çok fazla büyüttük. Bize ahirette ne biliyorsun diye sormayacaklar, ne yaptın diye soracaklar. Çok basit bir misal. Terliyken soğuk su içmenin zararlı olduğunu biliyor muyuz? Peki terliyken soğuk su içiyor muyuz? O da evet. Peki ne işe yaradı o bilgi? Terliyken su içmenin zararlı olduğunu bildiğimiz o bilgi yapmadıktan sonra ne işe yaradı? Allah korusun, ben senden daha çok bilirim demeye yaradı ki Allah’ın en sevmediği huy.

Bilgi önemli değildir. Doğruyu yapmak için doğruları bilmek lazım, mantıken doğru bir laf. Ama bilgi böyle öğrenilmez. Efendimiz’in tarifi var bilgiyi nasıl öğreneceğimize dair. Siz bildiğinizle hareket edin, biz çocukluğumuzdan beri ana rahmindeyken bir takım bilgiler alıyoruz, farkında olalım ya da olmayalım. Efendimiz “bildiğinizle amel edin, Allah sizi ilme variz kılar” buyuruyor. Veya “İttekullah ve yuallimü kümullah” ayetin içerisinde bir ibare: Allah’tan ittika edenin öğretmeni Allah olur. Öyle mi yaşıyoruz? Camide tekkede derviş dışarıda keşiş nasıl bir şey bu? Bir şey söylediğinizde “O başka!” O başka lafı çok kaçamak bir laftır. Bununda tipik örneği Yassıada Mahkemeleri Başkanı Salih Boşol’dur. Doğru bir şey söylediğinde müdafaa avukatları “O başka” der geçerdi. Adaletin yüz karası mahkemelerdi. O başka değil, başka bir şey yok.  

.......................................................................................................

“NE KARŞINDAKİ PUTPEREST NE SEN PEYGAMBERSİN” 

Hepimiz Efendimiz hazretlerinin veda hutbesindeki buyruğuyla hepimiz “Adem’in çocuğuyuz” Adem de topraktan yaratıldı. Birbirimize yaradılış itibariyle, siyah beyaz, kadın erkek, Arap gayr-i Arap üstünlüğümüz yok. Üstünlük takva ile. Takvanın ölçüsü ise, terazi Allah’ın elinde. Kim kimden daha takvalı bilmiyoruz. Öyle tipler türedi ki memleketimizde, ibadetlerini yerine getirmekle kendini evliya zannediyor. Senin başın açık, sen içki içiyorsun diye selam vermiyor. Resulullah Efendimizin ilk muhatabı putperest müşrikler değil miydi? Ne karşındaki putperest ne sen peygambersin. O güzellikle konuşuyor da sen kim oluyorsun da selam vermiyorsun? Sevmek. Hiç yok.  

“SEVGİ VERMEK MESLEĞİDİR, İSTEMEK BİLE AYIPTIR” 

Efendimiz hazretlerini tanıyalım derken biz Efendimizin nasıl bir sevgi pınarı, sevgi kaynağı, sevgi mecraı, sevgi barajı olduğunu göreceğiz, sevmeyi öğreneceğiz. Ve bu sevmek ne yazık ki hazzetmek, menfaat temin etmek, o da beni sevsin demek. Alışveriştir sevgi değil. Sevgi vermek mesleğidir almak değil, istemek bile ayıptır. Sevgi mesleğine sığmaz, rızaya muhaliftir. Rabbimden istemeyecek miyim? Bizler isteyeceğiz. Ama belli bir rıza makamına gelen zevat-ı kiram var, onlar istemezler. Cennet talebi ve cehennem korkusuyla yapılan ibadetler bile alışveriştir. Bu yüzden büyükler namaza dururken bile “Allah rızası için” diye durmazlar “Allah için” diye dururlar. Aradaki farkı anlat diyenler anlatsak da anlamazlar. Çünkü kişinin sualinde seviyesi bellidir. Talep edilen Allah’ın rızası değil, zatıdır. 

“YA RESULALLAH 1’E 1”

Bu ahlaki yüksekliği temin etmek için, kainatın yaradılış sebebini öğreneceğiz. Çünkü “ben sana muhabbet ettim onun için yarattım” diyor. Muhabbetin tarifini, “Müslümanlar şiddetle severler” demekle aşkı tarif ediyor. Kuran-ı Kerim’de aşk kelimesi yok, olmayacak tabi aşk kelimesi Farsça. Onunla aynı manaya gelecek tabi var. Yani sevgi dertlerin devasıdır. Efendimiz bütün dertleri sevgi ile çözmüştür. Hasbelbeşer Hz. Hamza’nın o zulme uğradığı, hem şehit edilip kulakları ve burnu kesildikten sonra Hint tarafından ciğerinin yenmesi büyük bir vahşet... Sütkardeşi, amcası... Yaşları yakın, çok sevgililer birbirleriyle Efendimiz, çok sinirlenince ”70 tane kafir kessem hırsım yatışmaz” diyor. Cebrail (a.s.) geldi, “Ya Resulallah 1’e 1.” Yeni bir şey icat edemezsin. Allah ne derse o, kısassa bir. Ona rağmen Vahşi’yi affetti. 

Vahiy katibi olarak tayin ettiği halde, ayetler bana da geliyor deyip daha sonra Mekke’ye kaçan ve ben Peygamber’i çok aldattım diyen Abdullah ibn Sehl’i affetti. Onun neticesinde o zat, Bizans ile yapılan ilk donanma muharebesinde galip gelinmesine sebep oldu ve Kuzey Afrika’nın fethinde çok ciddi hizmetler gördü. Bu affının sebebi neydi? Hz. Osman’a olan sevgisi. Sevdiğini kırmıyor. Biz? Sevdiğimiz yok ki kırmayalım. Biz kendimizi sevmeyi bilmiyoruz.  

“TAŞ BİLE ANLAR” 

Hep söylüyorum, sevgili seyircilere de söyleyeyim. Hanımların vakti daha müsait olabilir, hem severler de yapıları itibariyle. Aynı kökten iki gonca veya sürgün. İkisini aynı gün dikseler. Birine su verirken iltifat etseler, öbürüne de söylenerek su verseler. 4-5 ay sonra büyüdüklerinde dikenleri saysınlar bakalım ne olacak. Gülerek ve severek suladığınız gülde 20 diken varsa, kaş çatarak ve söylenerek su verdiğiniz gülde 45 diken olacak.  

Ben biraz taş madeninden anlarım. Eski usulde delikler delinir, dinamit lokumları sokulur ve patlatılır. Çıkan blok kesilip belirli bir şekle getirilip fabrikada işlenmek üzere gönderilir. Şimdi daha güzel bir sistem; yine bir delik deliyorlar orada elastik bir çelik testere sokuyorlar ve kesiyorlar, patlatma yok.  Hem o küçük parçalar ziyan olmuyor hem de taşın -bize biyoloji dersinde cansız diye öğrettikleri taşın- canı yanmıyor. Nereden mi biliyorum? Patlatılarak elde edilmiş bir kütüğü fabrikada istediğiniz kadar cilalayın keserek çıkardığınız kütüğün parçası kadar güzel cilalamanız mümkün değil. Biri cam gibi olur bunda illa ki bir pıtırlık kalır. Neyle cilalarsanız cilalayın. Yani, taş bile anlar. Bunu nereden öğrendin? Efendimizden öğrendim. Aynısı olmak zorunda değil, metnin alemi yok ki? Düşüneceksin. Ne kadar? Allah’ı devreye sokarak aklın kadar.  

Efendimiz hazretleri “Uhud beni sever ben Uhud’u severim” buyurmadılar mı? Uhud dağ değil mi, taş değil mi? Demek ki sevmek varmış, taşta da var sevmek. Taşı bile seven dağı bile seven bir peygamberin ümmeti miyiz biz? Görünüşte değil. Sevgisizlik terbiyesizliği doğurur.

Geçenlerde bir TV programında çok genç, 76 doğumlu Ankara Üniversitesi’nde bir tarih profesörü ama edebiyat okumuş evveliyatında. Hurufilik üzerinde doktora yapmış. Soran hanım kardeşimiz “Siz edebiyat okumuşsunuz” dediğinde profesör, “lisedeki edebiyat hocamı çok sevdim onun için okudum.” dedi. Ortaokul ve lisede en başarılı olduğunuz ders hangisiydi? Sakın Fizik, Kimya, Tarih, Coğrafya diye düşünmeyin, başka türlü düşünün. Ben size cevabınızı vereyim: En sevdiğiniz öğretmeninizin dersi en başarılı olduğunuz derstir. Varsa aksini ispat edecek buyursun. Bakın, dersteki muvaffakiyet bile öğretmeni sevmekle alakalıdır.  Onun için soracağınız her sualin altında toplumsal ve ferdi noksanlıklar var. Bu noksanlıkları tamamlamanın yolu Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz hazretlerinden geçer. Onunda yolu sevgi yoludur. Bu kadar kolay. Bundan sonrası aynı lakırdının teferruatlarıdır.  

EFENDİMİZ SAÇLARINI ÖNE TARAMAZDI

Demin konuştuğumuz cami ölçeklerinde, estetik. Çok basit. Biz cebinde ayna ve tarak taşıyan bir peygamberin ümmetiyiz. Başına bir tane çarşıdan alınma sarık, sonra önü iliklenmeyen bir cübbe ve şekilsiz bir sakal. Efendimiz hazretlerinin böyle olduğu nerede görülmüş. İkide bir niye aynaya bakıyor? Rüzgarı var, açık havada, ata biniyor, deveye biniyor, saçı üstü başı dağılıyor. Bunu tertipliyor. Bir kabzadan daha çok sakalı yoktur. Bunu da yanlış anlayıp bir kabza sakal bırakmayı sünnet zannediyorlar. Bir kabzadan daha uzun olmayan her türlü sakal sünnet-i seniyyedendir. Çünkü efendimizin daha kısa zamanları var. Saçının kulak memesine geldiği zaman var, daha kısa zamanları da var. Ortadan ayırdığı, sağdan soldan ayırdığı ve hepsini arkaya taradığı var. Öne taradığı yok. “Öne taramayın, Mısır Firavunlarının adetedir” diye buyuruyor.  

"BAŞIBOŞ YAŞAMAYI HÜRRİYET ZANNEDİYORUZ"

Saç taramasında bile karışılan ve “siz kendinizi başı boş mu zannediyorsunuz” ayetinin muhatabı olan bizler başıboş yaşamayı hürriyet zannediyoruz. Kişiyi terbiyeye davet ettiğimiz zaman benim yaşam tarzıma müdahale ediyorsun diyor. Senin yaşama tarzın beni rahatsız etmek hududunu aşıyorsa o ne olacak? Biz sokakta oynarken çocukken büyüklerimiz geçerken kenara çekilirdik. Ama bazı büyüklerimiz oyunumuzu bozmamak için sokak değiştirirlerdi. 

"SEVGİ İÇTEN GELİR SAYGIDA RİYA VARDIR"

 Bu münakaşa edildi bir zamanlar sabah okullarda okunan bir ant var. Orada hala hazmedemediğim bir kelime “küçüklerimi sevmek büyüklerimi saymak” Büyük sadece sayılır, yani sevilmez öyle mi? Küçükler de sadece sevilir sayılmaz. Ben nice 15 yaşında kâmil, nice 80 yaşında cahil gördüm bu yaşıma kadar. O 15 yaşındakinin elini öperim, 80 yaşındaki umurumda olmaz. Çünkü benden önce dünyaya gelmiş olması, benden daha çok dünyada yaşamış olması saygıdeğer olduğu anlamına gelmez. Saygıdeğer olmanın ölçüsü başka. Yani ben büyüklerimi sevemem? Bize öğrettikleri o ilkokulda. Sadece sayarım, niye? Dikta var. Ayrıca şunu düşünmüyoruz, herkes kendisine sorsun. Biz insan olarak sevdiğimize saygısızlık yapamayız. Ama saygıyı sevmediğimiz insanlara gösteririz değil mi? Yani saygıda riya vardır. İçeriden gelen saygıda riya yoktur diyenler olursa o içeriden gelen saygının adı sevgidir, takdirdir.  

Birtakım kurumlarda selam vermek abi demek vesaire bir şeyler var. Burada yüzüne karşı selam verip arkasından sövenlere askerlikte rastladık mı rastlamadık mı? Demek ki o gösterge değil. Ama kumandanını sevdiği için, o şehit olmasın diye onun önüne atlayıp kurşuna göğüs geren veya Efendimiz hazretlerinin Huneyn Gazvesi’nde gavur etrafını sardığı zaman bir elinde kılıç, bir elinde Efendimiz hazretlerinin atının yuları, Hz. Abbas yol açıyor. Ona gelen mızrakları zıplayıp kılıcıyla deviriyor. Efendimiz, “Amca yapma, kılıcın biri sana değecek” dediği zaman “sana değecekse bana değsin” diyor. Bu ne bu? Öyle seviyor ki... Soruyorlar, “Ya Abbas Resulullah mı büyük sen mi büyüksün?” “Ben daha önce dünyaya gelmişim ama Resulullah büyüktür” diyor. Bu ne? Saygı mı? Sevgi. 

 "ZEVCESİ, RESULALLAH'TAN ŞU KADAR YAŞ BÜYÜKTÜ" DENMEZ 

Mesela konuşurken, kitap yazıyor adam ama terbiyeden mahrum. Şunu unutmayalım, edep sahibi olmayandan ilim zuhur etmez. Birtakım bilgileri bir yere nakleder ama o ilim değildir, nakilliktir. Diyor ki kitapta, “Filanca zat Efendimizden 4 yaş büyüktü. Zevcesi Resulullah’tan şu kadar yaş büyüktü.” Denmez! Terbiyesizliktir. Resulullah’tan yaşlıydı diyebilirsin. Yaşı büyüktü demek istedim, o zaman demek isteme, de. Doğrusunu de. Ondan daha büyük mahluk olmadığını kendi kendine evvela kabul et, sonra başkalarına anlat. Bu kadar mı önemli? Başka önemli yol gösterin. Ben iddiamdan vazgeçeyim.  

Resulullah’tan başka kurtuluş yolu, rehberi yoktur. Var diyenler buyursunlar. Ekonomik, sosyal, siyasi, askeri hangi alanda isterseniz isteyin yoktur. Estetik de bunun içine girer, sanat da maarif de. Biz Efendimiz’i tanıtmalıyız. Bakın sevdirmeliyiz demedim, sevmekte irade yoktur. Özellikle 1974’ten, 28 yaşından itibaren dünyanın birçok yerine türlü türlü vesilelerle gidiyorum. Bakanlıktaki vazifem dolayısıyla, bu vakıftaki vazifem dolayısıyla gittim. Efendimiz’i tanıyıp da sevmeyene rastlamadım. Sevmeyenlere rastladım, her sevmeyen tanımıyor, yerliler dahil.  

Tanımak varlığından haberdar olmak, şu tarihte doğdu, annesi şu, 40 yaşında peygamber oldu değil. Turşu olur gibi peygamber olunmaz, peygamber doğulur. Ne demek peygamberliğinden sonra? İlan ettikten sonra, eyvallah. Ama zaten peygamberdi. Nereden biliyorsun peygamber olduğunu? Basit bir misal, Kabe’nin fethi günü, Kabe’nin içindeyken bir ayet gelmiştir; “Emaneti ehline verin” Bundan 11 sene önceye gelelim, hicrete. Hicrette Efendimiz kim ile hicret etti diye kime sorsak Hz. Ebubekir diyecek. İyi de 8 gün süren bu yolculukta bu iki zat ne yedi ne içti? Yanlarında Amir bin Fuheyre isminde Hz. Ebubekir’in azatlı kölesinin olduğunu bilen yok. Bir de Efendimiz hazretleri 25 yaşındaki Güney Ürdün’deki kervana gittiği hariç, bir de rivayete göre daha küçükken Yemen tarafına gitmesi haricinde Mekke’den çıkmamış. O zamanlar Mekke Medine yolunda 2 tanesi faal 6 yanardağ var. Yol bilmiyor, önlerinde kim var? Abdullah bin Urek namında bir zat var ve bu zat putperest, bildiğin müşrik. Ama işinde ehil. Peki biz ne yapıyoruz? Kendisine 11 sene sonra azil olacak bir ayete Efendimiz 11 sene önce uygun davranmıştır. 25 yaşında Muhammed’ül-emin’dir.

Herkes bir slogan gibi biliyor, “Hicrete giderken yatağına Hz. Ali’yi yatırdı, emanetleri sahibine vermek için” O emanetler kimin? Ya Mekke’de Müslüman yok ki hepsi hicret etti. O emanetler müşriklerin. Yani o adamlar getirdiği tebligata inanmıyorlar ama benim malım en emin olarak Abdullah’ın oğlunun elindedir diyorlar. Böyle bir emniyet sahibi. Bu peygamberliğin ismet ve emin sıfatının tezahürü değil mi? Bütün bunları öğrenebilmek için Efendimiz’in hayatını öğrenmemiz gerek. Kendisi hiçbir zaman daha sonra nazil olacak ayetlere muhalif tek iş işlememiştir. Dolayısıyla hep peygamberdir. Peygamberlik görevi Cebrail (as)’ın vazifeyi getirmesiyle başlamıştır, o ayrı. Göreve başlamak ayrı bir şeydir o halde olmak ayrı. Hasılı bunları bilmek öğrenmek lazım. Dünyanın çeşitli yerlerinde Efendimizi ile ilgili bu kadar teferruata sahip olup da sevmeyen ve o vesile ile Allah’ın hidayetine mazhar olmayan görmedim. Ama yerliler dahil bilmiyorlar. Her türlü sıkıntımızın ilacı bundan ibarettir. Başka bir yol bilen varsa buyursun konuşalım. 

KAYNAK: HABER7