Necip Fazıl külliyatına iki önemli eser

Üstad Necip FazılKısakürek’in iki yeni eseri külliyatına katıldı. “Dil ve Edebiyat” seçme yazılardan oluşurken “Tiyatro ve Tesiri” ilk kez kitaplaşan bir konuşma metni.

Necip Fazıl külliyatına iki önemli eser
Necip Fazıl külliyatına iki önemli eser
GİRİŞ 24.02.2017 12:11 GÜNCELLEME 24.02.2017 12:11

SELÇUK KARAKILIÇ

Necip Fazıl Kısakürek'in Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları 1920'lerde yayımlandığında Türkiye hiç kuşkusuz büyük bir dönüşüm yaşıyordu. Büyük ve tahrip edici bir savaşın ertesinde olağanüstü bir politik değişim ve dönüşümü yaşayan aydınlar, bu yeni vaziyet karşısında ister istemez “kriz entelektüel" durumuyla karşılaşmışlardı.
Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, mağlubiyet, işgal, Mütareke devri, Cumhuriyet'in ilanı, saltanat ve hilafetin ilgası, inkılaplar Türkiye'si… Bütün bunlar, Türkiye'nin en uzun on yılında yani 1912-1922 yılları arasında cereyan ederken aydınların bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. Necip Fazıl neslinin bohem hayata tutunmasının asıl sebeplerinden biri de elbette büyük yıkıntının meydana getirdiği şoktu.

KARŞILIK BULMAKTA ZORLUK ÇEKMEDİ

Necip Fazıl'ın şiiri, 1908 sonrasında başlayan ve Cumhuriyet'ten sonra da devam eden şiir dünyasına bir tepki olarak doğmuştur. Farklı bir üslup ve ses rengine sahip Necip Fazıl'ın şiirleri şaşırtıcıydı ve karşılık bulmakta zorluk çekmemişti. O günlerde Necip Fazıl'dan “bir mısra bir millete şeref verecek şair" diye bahsediliyor, Türk şiirinin büyük isimleri arasında yer alacağı dile getiriliyordu. Hatta Ahmet Haşim, Necip Fazıl'ın “Kitabe" adlı şiiri için “Çocuk bu sesi nereden buldun sen?" diyecekti.

Necip Fazıl hiç şüphesiz Cumhuriyet devrinin büyük şairleri arasında yer alıyordu, ancak Türk nesir tarihi incelendiği zaman görülecektir ki, Necip Fazıl aynı zamanda halefsiz ve selefsiz üslupçu bir yazardı. Aslına bakılırsa, Necip Fazıl'ın saltanatlı ve debdebeli Türkçesiyle yazdıkları onun korkunç zekasından ileri geliyordu.

TÜRKÇE HASSASİYETİ
Necip Fazıl, 1974'te yazdığı “Halimiz" isimli şiirinde şöyle hayıflandığını görüyoruz:
“Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim...
Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim !
Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim;
Allah Türk'e acısın yalnız bunu dilerim."
Necip Fazıl, Türkçe'nin devlet ve aydınlar eliyle katledilmesine sessiz kalmamış, bu kültür vurgununu hem şiiriyle hem de yazılarıyla çok defasında gündeme getirmişti. Özleştirme gayretinin yanlış olduğunu, bunun çok ciddi problemlere yol açacağını çok çabuk fark eden Necip Fazıl, 30 Eylül 1940'ta yazdığı “Anadolu Ajansı" başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Topraklarımızda bir dil gazası açmaya mecburuz. Kıyasıya bir dil gazası… Madde planında kurtuluş savaşını o kadar güzel idare ettiğimiz bu topraklar, ruh planında da tam ve gerçek anlamda kurtuluş bekliyor. Ruh planındaki kurtuluş savaşının hareket arsası dildir. her şeyden evvel bu arsayı, ısırgan otlarından, devedikenlerinden ve bataklıklardan temizlemek zorunda değil miyiz?"
“Ruh planındaki kurtuluş savaşının hareket arsası" olarak Türkçenin aydınlar eliyle katledilmesine tahammül edemeyen Necip Fazıl'ın 1940'lı yıllarda gazete ve dergilerde yazdığı “Dil ve Edebiyat" yazıları derlenerek kitap haline getirildi.
“Dil ve Edebiyat" yazılarındaki Necip Fazıl'ın şu sözleri çok dikkat çekicidir: “18 milyon Anadolu Türk'ünün hep birden trahom hastalığına tutulmasından daha ehemmiyetli ve yirmi tane Erzincan zelzelesinden daha felaketli olan müzmin dil buhranımıza daha fazla tahammül ve tevekkül göstermenin zamanı geçmiştir. Yarım yamalak varlıkların sapır sapır döküldüğü bu ruhî, aklî, ferdî, içtimaî, sınaî, iktisadî, siyasî, askerî muhasebe hengâmesinde, ordunun eline verilecek silâhla, milletin ruhî tamamiyetine vurulacak kilit arasında hiç kıymet ve ehemmiyet farkı yoktur. Topyekûn bütün kıymet şubelerimizle Türk'ü ayaklandırma ve şahlandırma günündeyiz".

Vaktiyle Fransız Akademisi üyelerinden birinin, genç nesiller elinde Fransızca'nın günden güne bozulduğunu, köklerini ve kanunlarını kaybettiğini iddia ettiğini, bu hâdisenin Fransa'da küçük bir kıyamet doğurduğunu yazan Necip Fazıl'a göre, “Türkçe, Engizisyon zulmüne uğruyor da kimse aldırış etmiyor"du.

“Türkçe her şeyden önce kendi içinde mevcut ve malum olduğu kadar, öz çevresi içinde de ihanete uğradığını ve dilimizi resmen unuttuğumuzu" söyleyen Necip Fazıl şöyle devam ediyor: “Neredeyse, bir tatlısu frengi edasıyla üç adamlar diye konuşacağız. “Üç silahşörler, Üç ahbap çavuşlar" gibi bazı isimleri hatırlamaz mısınız? Hele film isimleri, ilan Türkçeleri, Şişli ağızları, evlere şenlik! Dilimize bir başka ihanet, münevverler Türkçesinin üçte birini müstemlekeleştiren Fransızca kelime istilası... Türk anneleri, iki çocukta bir Fransız yavrusu mu doğuruyor? Ne rezalet! Daha bir başka ihanet, hem de kanımızdan olduğu rivayetiyle yaş ağaca çivi çakılırcasına bağrımıza kakılan, kuzguni siyah kelimelerde... Bunlardan bir çoğu mefhum halinde tutunamadı ama isim olarak tutunmak iddiasında... Nedir o “Etrüsk, Trak, Marakaz, Suvat" filan gibi vapur isimleri? Hotanto ticaret filosunun gemileri mi bunlar? Evimde idare lambasını devirsem, garajlar dolusu itfaiye otomobili sokaklara dökülür ve polis tahkikat açar. Ehemmiyeti kâinata bedel koca bir dile, önüne gelen kundak sokuyor. Nerede bu yangının itfaiyesiyle polisi?"

EMSALSİZ BİR TELKİN KÜRSÜSÜ

Necip Fazıl'ın Türkçe üzerine yazdıkları yanında ikinci bir kitabı daha elimize ulaştı ki, doğrusu hacmi küçük ancak tesiri büyük bir eserdir. Aydınlar Ocağı'nda 2 Nisan 1964'te verdiği “Tiyatro ve Tesiri" adlı uzunca konuşmasının kitaplaştırıldığı Necip Fazıl, bu eserinde tiyatroyu anlatırken şöyle der: “Tiyatro, birçok insanın, bir ân, böyle birbirini göremez hâlde bir noktaya bakıp bir çerçeve içinde her gün yaşadığı hayattan bir parça gösteren bir sanat şekli... Sanat, tiyatronun da baş sermayesi olan kelâmın muhtelif formlarında, hikâye, roman, şiir vesairede daima bir iki buudludur; üçe varmaz. Ve hayal ki, Allah'ın yarattığı muazzam sahnenin ismidir, orada kendisini hakikatteki, realitedeki katılığıyla tecessüm etmiş bulamaz".

Tiyatronun etimolojik hikâyesinden başlayarak Yunan'dan, Orta Çağ Avrupası'na kadar geçirdiği evreleri ve bizdeki durumunu açıklayan Necip Fazıl konuşmasını şöyle bitirmektedir: “Bize iki vazife düşüyor. Bir tanesi, doğrudan doğruya mücerred kalıbın mücerred kıymetini anlamak, ondan sonra onu, kendi büyük mücerred ve müşahhasımıza bağlamak... Tiyatro, emsalsiz bir telkin kürsüsüdür".

Dil ve Edebiyat ile Tiyatro ve Tesiri adlı bu iki yeni eserle, Necip Fazıl külliyatı zenginleşiyor. Necip Fazıl gibi üretken ve verimli yazarın gazete ve dergi koleksiyonlarında kalmış yazıları derlendikçe, büyük yazar seçkin ve zengin bir külliyatı kavuşacaktır. Dil ve Edebiyat ile Tiyatro ve Tesiri dikkatle okuyunuz, sıra dışı bir yazarın saltanatlı Türkçesinin izdüşümlerini göreceksiniz.

 

 

 

KAYNAK: YENİŞAFAK
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Yalan bombardımanı! Belli odaklar tarafından mı tasarlanıyor?
Türkiye için önemli fırsat! Gözler Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ziyaretine çevrildi