Topuz: Abdülmecit fenomen bir padişah

Hıfzı Topuz, "Abdülmecit, çok iyi niyetli, hoşgörülü, duygusal, insancıl ama güçsüz bir yapıya sahipti. İyi bir sanatçı, belki de iyi bir yazar olabilirdi, ama devlet yöneticisi değil" diyor.

Topuz: Abdülmecit fenomen bir padişah
Topuz: Abdülmecit fenomen bir padişah
GİRİŞ 17.08.2009 15:19 GÜNCELLEME 17.08.2009 15:19
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

Irmak Zileli'nin haberi

Zarif bir görünüşü vardı. Büyük İskender’in heykeline benziyordu. Yüz çizgileri çok düzgündü. Mavi gözlü ve geniş alınlıydı. Kaşları Kafkasyalı gibi kıvrık, dudakları ince ve hafif aralıktı. Hiç kuşku yaratmayan, çekici, sevecen ve saygı uyandıran bir kişiydi. Bakışlarında alçakgönüllülük, hüzün, duygusallık ve yorgunluk seziliyordu” sözleriyle anlatıyor Fransız şair ve yazar Lamartine, Osmanlı’nın 31. padişahı Abdülmecit’i.

Hıfzı Topuz’un yeni kitabı Abdülmecitin kapağında gördüğüm resim, bu izlenimlere bire bir uyuyor. Lamartine’in cümlelerini okumadan, Abdülmecit’in bende oluşan izdüşümü neredeyse aynı; hüzünlü bakışları yaşadığı çağın uzağında bir insanın iç dünyasına dair ipuçları veriyor. Hıfzı Topuz da hem Lamartine’in betimlemesiyle hem de kapak resmiyle uyumlu bir Abdümecit portresi çiziyor kitabında. Bakışlarındaki hüznün ardında yatan bir gerçeğin peşinden gidiyor; toplumuyla ve halkıyla çelişme pahasına, onu daha ‘modern’ ve ‘Batılı’ bir kültürle ve değerler sistemiyle donanmış hale getirmeye çalışan devlet adamının yalnızlık duygusu...

Öyle sanıyorum ki kitabın başarısı Abdülmecit’in bu yalnızlık duygusunu, ruh dünyasını yansıtabilmesinde. Evet bu bir tarihi roman, ona konu olan da bir tarihi kişilik. Ama Hıfzı Topuz o tarihi kişiliğin bir heykel değil insan olduğunu hatırlatıyor. Fakat, ‘bireysel’ özelliklerin içinde, tarihi olana ait bilginin kaybolup gitmesine de izin vermiyor. 1 Temmuz 1839 tarihinden, ölümüne dek süren padişahlık döneminin siyasal, ekonomik, sosyal gelişmeleri ile kol kola bir yaşamöyküsü sunuyor bizlere. Bir yandan Abdülmecit’in duygusal dünyasına konuk olurken, bir yandan da Tanzimat Fermanı’nın nasıl ilan edildiğini öğreniyoruz. Cariyeleriyle ilişkilerini ve kadınlara yaklaşımını görürken, toplumun Batı müziğiyle buluşmasına nasıl önayak olduğunu okuyoruz. Annesiyle arasındaki derin bağı duyumsarken, hemen peşinden Darülfünun’un kuruluşuna tanıklık ediyoruz. Dönemin Osmanlı toplumuna dair genel hatlarıyla bir fikir ediniyor, sosyal ve ekonomik yapısını öğreniyor ve dünya çapındaki rüzgârların esintisini duyuyoruz.

Her ne kadar romanın başkarakteri Abdülmecit olsa da, onun çevresindeki çekirdek kadroyu yok saymıyor Topuz. Abdülmecit’in döneminde yapılan yenilik hareketlerinde öteki isimlerin rolünün hakkını vermekten gocunmuyor. Böylece resmi çizilen o hüzünlü, duygusal ve hatta bir parça da edilgen kişilikle uyumlu bir portre çıkıyor ortaya. Hıfzı Topuz’un Abdülmecit’i, belki tüm bu anlattığımız yaklaşımlar sayesinde gerçek bir kişilik olmayı başarıyor.

‘Aydınlığa ve bilimselliğe açılan pencere’

Hıfzı Topuz, dönemin Osmanlısı için şu ifadeyi kullanıyor: “Osmanlı Devleti hiç bu kadar kötü durumda kalmamıştı. (...) Koca Osmanlı Devleti’nin ne ordusu kalmıştı ne de donanması. Abdülmecit, on altı yaşında işte böyle bir devletin başına geçmişti.” Çocuk yaşta sayılacak bir padişahın bu zor dönemde badireleri iman gücüyle ve tek başına aşması kuşkusuz beklenemez. Abdülmecit’e sık sık akıl veren annesi Bezmialem Sultan ile halası Esma Sultan bir yana, babası İkinci Mahmut tarafından keşfedilmiş olan Mustafa Reşit Paşa, daha sonra Ali ve Fuat paşalar onun için büyük şans olur. Öyle ki Reşit Paşa, din farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların mal ve can güvenliğini teminat altına almayı amaçlayan Tanzimat Fermanı’nın arkasındaki isimdir. Bu, tarihimize ilk yenilik hareketi olarak kaydolunacak bir gelişmedir ve Abdülmecit’in döneminin tüm yenilikleri bir yana tek başına Tanzimat, kitabın son cümlelerinde ifade edilen gerçeğin altını çizmemiz için yeterlidir: “Mithat Paşalar, Namık Kemaller, Tevfik Fikretler ve daha sonraları da Mustafa Kemaller o dönemde aydınlığa ve bilimselliğe açılan pencereden ışık alarak devrimci yollara yöneleceklerdi.”

Abdülmecit’in yenilik hareketleri yasalarla sınırlı kalmaz, “ilim, fen ve sanat eğitimini sağlayan okulların ön plana alınması” talimatını gecikmeden verecektir. Ardından, bugünkü üniversitenin temeli olan Darülfünun kurulacaktır. Ayrıca ortaöğretim okulları açılacak ve buralarda eğitim ulemanın elinden alınıp devlete verilecektir. Hıfzı Topuz bu yenilikleri ele alırken eleştirel bakışını da yitirmiyor. Dönemin Avrupa’sında neler olup bittiğine değindikten sonra, o günkü yöneticilerin farkında olmadığı gerçekleri ifade etmekten sakınmıyor. Bu yönüyle kitap, tarihe gerçekçi bakışını titizlikle koruyor. Topuz, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği dönemde Avrupa’nın Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş olduğunu vurguluyor ve Osmanlı yönetiminin Batı’da üretim düzeninin değiştiğinin farkında olmadığını, bu nedenle de ülkeyi zora sokacak kimi kararlara imza attığını belirtiyor. İkinci Mahmut döneminde İngiltere’yle yapılan ticaret anlaşması buna bir örnek. Bu anlaşmanın Osmanlı’yı İngiltere için bir pazar haline getirdiğini ve Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırladığını ifade eden Topuz, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi gibi aydınların konuyla ilgili yorumlarına da yer veriyor. Bu eleştirel yaklaşım, Vahdettin döneminde iyice görünür hale gelen emperyalizme teslimiyetin o yıllarda başladığını akılda tutmamız gerektiğini hatırlatıyor ve dönemin yenilik hareketlerini değerlendirirken esas noktayı kaçırmamanın önemini düşündürüyor. Öyle ki, aydınlığa ve bilimselliğe açılan bir pencerenin, feodalizmden ve çağın gerisinde kalmış devlet yapısından vazgeçilmediği sürece kapanmaya mecbur kalacağını, tarih bize bugünlere geldiğimizde daha çıplak bir halde gösteriyor...

Abdülmecit’i anlamak

Hıfzı Topuz bu kitabıyla Osmanlı’ya yönelik kimi önyargıları da tartışmaya açıyor. İstanbul’daki kültürel yaşamın zenginliği insanı şaşırtıyor ve daha önemlisi, Abdülmecit’in portresine katkı yapan şu anekdot oldukça ilgi çekici: “Abdülmecit cuma namazına, Rossini’nin bir bestesinden alınmış vurgu temposu eşliğinde giderdi.” Osmanlı’nın genç padişahı bununla da kalmıyor, Donizetti’den, sarayda müzikli temsiller düzenlenmesini ve seçilecek gençlerin yetiştirilmesini de istiyor. Ve böylece Muzika Meşkhanesi ve orkestra kuruluyor. Bir başka ilgi çekici gelişme de kızlar dans topluluğunun oluşturulması.

Topuz, Abdülmecit’in kısacık yaşamına sığdırdığı yenilikleri kronolojik bir sıra içerisinde işlerken, onun kişiliğine ışık tutan ayrıntılara da olabildiğince yer veriyor. Devlet meselelerinin içinde, ciddi kararların arifesinde, kaygıyla düşüncelere dalmış bir padişahı, çevresindeki devlet adamlarıyla istişarede bulunurken hayal ettiğiniz sırada, birkaç sayfa sonra tutkulu bir cariyenin kollarında ‘devlet meselelerini’ unutmuş, içkinin, neyin, meşkin, sefahatın sularında yüzen bir adamla karşılaşabiliyorsunuz. Yazar, Abdülmecit’in bu ‘ikinci yaşamının’, sonuçlarını şu sözlerle ifade ediyor: “Sonunda ‘ney, mey, tey tey’ hazinenin dibini getirmiş ve Osmanlı’yı Batı’ya avuç açmaya mecbur etmişti.”
Bir yanda Tanzimat Fermanı, Batı müziği, aydınlanma, Darülfünun, Islahat Fermanı, esir ticaretine son verilmesi; öte yanda Osmanlı hanedanının ucu bucağı görünmeyen harcamaları, Abdülmecit’in olan bitenler karşısındaki basiretsizliği, kendini içkiye verişi... Hıfzı Topuz, bir kahraman yaratmak yerine, kişilik özelliklerini, toplumsal yapıyı ve siyasal duruma dair her şeyi yerli yerine oturtarak, Osmanlı’nın önemli bir dönemine olabildiğince güçlü bir ışık tutmayı seçiyor. Genç yaşta hayata veda eden Padişah’ın, hüzünle bakan gözleri, ona kızmamıza izin vermiyor. Kitap bizlere, putlaştırmak ya da yerden yere vurmak gibi bir ikilemin içinde kalmanın gereksizliğini duyurarak, tarihi kişilikleri, tarihsel koşulları içinde anlamanın kapısını aralıyor.

‘Abdülmecit iyi bir sanatçı olabilirdi’

> Abdülmecit kitabını yazarken sizi onun kişiliğinde ve yaşamında en çok etkileyen neydi?

> Beni etkileyen faktörlerin başında Abdülmecit’in çok iyi niyetli, hoşgörülü, duygusal, insancıl ama güçsüz bir yapıya sahip olması geliyor. Abdülmecit iyi bir sanatçı, belki de iyi bir yazar olabilirdi, ama devlet yöneticisi değil. İmparatorluğu yönetmek için başka yetenekler gerekirdi. Bol bol âşık oluyor, sevdiği kadınların etkisinden kurtulamıyor, bazıları padişahı alabildiğine sömürüyor, hatta aldatanlar da oluyor, ama o herkesi affediyordu. Bizim bildiğimiz imparator, diktatör, lider tipinin tam karşıtı bir kişilik. Bence Abdülmecit padişahlar arasında bir fenomen.

> Kitabı hazırlarken ne tür kaynaklardan yararlandınız ve kurgusal boyutunu oluştururken nasıl bir yöntem izlediniz?

> Yararlandığım kaynakları kitabın sonundaki teşekkür yazısında sıraladım. Ama orada belirtmediğim önemli bir kaynak var, o da çocukluğumda anneannemden dinlediğim olaylar. Belki anımsarsınız, anneannem Meyyale romanımın kahramanının kızıydı. Abdülmecit’in yaveri Hüseyin Şerif Paşa’nın da geliniydi. Şerif Paşa büyükdedemdi. Çocukluğumda anneannemden Şerif Paşa’nın anılarını dinleyerek büyüdüm. Onlar belleğimde izler bıraktı. O zamanlar bu olayları, gerçekleri belki de değerlendiremiyordum. Aradan yıllar geçti, günün birinde Osmanlı tarihiyle ilgili kitapları karıştırırken çocukluğumda dinlediğim olaylara rastladım. Ben onların ayrıntılarını biliyordum, heyecanlandım. Evde Şerif Paşa’nın büyükbabama ve anneanneme yazdığı mektupları bulunca içimde kendisine karşı sıcak bir duygu uyandı ve büyükdedemi daha çok sevdim. Beni çeken faktörlerden biri de Abdülmecit’in torunlarından Prenses Fevziye Osmanoğlu’yla olan dostluğum oldu. Fevziye’yle Paris’te, Unesco’da aynı bölümde yirmi yıl birlikte çalıştık. Ortak sayısız dostumuz oldu. Dedesinin insancıl yanını ondan da dinledim ve anlattıklarından yararlandım.

Öteki önemli kaynaklar arasında Cevdet Paşa’nın Maruzat ve Tezakir adlı kitapları geliyor. Abdülmecit’in Avusturyalı doktoru Spitzer’in kardeşine yazdığı mektuplar da çok işime yaradı. Geniş araştırmalara dayanmadan tarihsel roman yazılmasından yana değilim. Gerçekleri sade bir dille, bir roman havası içinde yansıtmaya çalışıyorum. Tarihten ders alınmasına özen gösteriyorum. Romanın kurgusal yanını hazırlarken dönemin en çarpıcı olaylarını göz önünde tuttum. Nelerdi bunlar? Reşit Paşa’nın yapıcı rolü, Tanzimat’in ilanı, köleliğin kaldırılması, padişahın gezileri, annesi, eşleri, kardeşi Abdülaziz ve çocuklarıyla ilişkileri. Üzerinde durduğum en önemli olaylardan biri ülkenin Avrupalı emperyalistlere açılması, ekonomik ve mali bağımsızlığını yitirmesi, harem masrafları, saray yapımları ve yolsuzluklar yüzünden devletin borç batağına saplanması ve yarı sömürge olmasıydı.

> Onca yenilik hareketinin yapıldığı dönemin padişahı olan Abdülmecit, sanki tüm bunların biraz dışında. Bir yanıyla Batı kültürünün ülkeye girmesine önayak olmakta ama bir yandan da bilinç düzeyi açısından bunları başaracak bir yapıya sahip değil. Abdülmecit’in şansının Reşit Paşa, Ali ve Fuat Paşalar olduğu söylenebilir mi?

> Evet, çok iyi bir soru. Abdülmecit Fransızca öğreniyor, elçilerle Fransızca konuşuyor, Batı müziğini, tiyatroyu ve operayı seviyor, Illustration ve Debats gazetelerini okuyor, Aydınlanma akımının etkilerini görüyor, ama onları algılayacak bilince sahip değil. Abdülmecit bir Batı sempatizanı olarak kalıyor. Reşit, Ali ve Fuat Paşaların zaman zaman başrolü oynamaları iyi, ama yeterli değil. Dinsel eğitimle yetişmiş şeriatçı ve tutucu sadrazamlar, vezirler ve paşalar sık sık ağırlıklarını ortaya koyuyor ve devrimlere engel olmaya çalışıyorlar. Abdülmecit zayıf iradesiyle bunlara kolay kolay karşı koyamıyor.

Kitapla İlgili Teknik Bilgi Ve Sipariş Şartları İçin Bu Linki Kullanabilirsiniz.

(Radikal Kitap)

YORUMLAR 1
  • mesut mutlu 14 yıl önce Şikayet Et
    abdülmecit. ali,fuat,mustafa reşit paşalar abdülmecit için şans değil şansızlık olmuştur.osmanlıyı ve toplumu çökerten kararları hep bu üç devlet adamı almıştır
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Batı Çin'den dersini aldı: Türkiye için tarihi fırsat!
Hasan Öztürk'ten dikkat çeken Cumhur İttifakı yazısı