Kutlu'nun Zafer Yahut Hiç hikayesi

Ünlü edebiyatçı Mustafa Kutlu, önceki hikayelerinden ziyade insan hikayeleri üzerine kurulu bir eser daha ortaya koymayı başardı...

Kutlu'nun Zafer Yahut Hiç hikayesi
Kutlu'nun Zafer Yahut Hiç hikayesi
GİRİŞ 13.09.2010 13:57 GÜNCELLEME 07.04.2015 11:08
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

Sezai Çoşkun'un yazısından kısaltılarak alınmıştır...

İnsanı anlatmayı esas alan her kudretli sanatkârın eserlerinin anlam katmanlanyla yüklü olduğu, bu katmanlar sayesinde zamanın tenkidine dayanarak klasik hâline geldiği, edebiyat tarihlerinin bizlere öğrettiği gerçeklerdendir.

Balzac'ı okuduğumuzda karşımıza çıkan insan, bütün Fransız toplumunu ihata eden bir çerçeveyle eserde yerini alırken Dostoyevski'yi okuduğumuzda aynı şekilde ele alınan insanın, Rus toplumunu çeşidi cepheleriyle ortaya koyduğu görülür.

Ferdiyetin içerisinde toplumu, toplumun içerisinde ferdiyeti ustalıkla işlemek, klasik olmanın ön şartlarından olsa gerek. Türk edebiyatında da bu yönde eser veren isimlerin olduğu söylenebilir.

Son dönem hikayecilerimizden Mustafa Kutlu, metinlerini inşa ettiği anlamsal derinlikle insandan topluma doğru açılan bir fikri arka plan ortaya koyuyor. Kısa zaman önce yayımlanan Zafer Yahut Hiç, işte böylesi bir anlamsal derinlikle okuyucusunu zengin göndermelere muhatap kılıyor. Eser, yazarın farklı kapak tercihiyle de dikkati çekiyor.

Hikâye adını, Abdülhak Hâmid'in Esberadlı piyesindeki bir diyalogdan almakta. Bir aşk üçgenini anlatan oyun, bütün bu olanların ne anlama geldiğini merak eden İskender'e Aristo'nun verdiği 'Zafer yahut hiç' cevabıyla biter.

Aristo'nun siyah beyaz mantığına uygun bu cevapta üçüncü şık yoktur. Kutlu, hikâyesinde Eşber'i âdeta bir üst kurmaca metni olarak kullanarak 'zaferin yahut hiçin' mukadder olduğu üzerinde durur. Bu tür isimlendirmeleri Kutlu'nun daha önceki eserlerinde de görmekteyiz. Bu Böyledir, Ya Tahammül Ya Sefer böylesi bir kesinlik içeren isimler taşır. Bu, esasen Kutluu'nun insanın varoluşuna ilişkin gördüğü paradoksun bir yansımasıdır:

Bir yanda insanı kendine çeken ve savuran hayat, diğer yanda insanın iç gerçekliği.

Kutlu, son yıllarda sadece hikâyelerinde değil, denemelerinde de Türk toplumunun yoksulluk meselesi üzerinde genişçe duruyor. Bu çerçevede gecekonduların ve burada yaşayan insanların yazarın düşünce dünyasında geniş yer tuttuğu görülüyor.

Zafer Yahut Hiç

Makedonya kralı İskender, Dara'yı yendikten sonra doğuda ilerlemektedir.

Dara'nın hızı Rukzan hüviyetini gizleyerek Pencap hükümdarı Eşber'in sarayına sığınır. Eşber'in kızkardeşi Sumru, İskender'i gömeden ona aşık olmuştur. Gizlice buluşan ve şevişen Sumru ile İskender arasında gidip gelirken Rukzan da İskender'i sever. İskender Sumru'nun bütün ricalarına rağmen Pencap ülkesine yürür. Sumru sevgilisine söz geçiremeyince ağabeyini bu savaştan vazgeçirmek ister ancak Eşber halkına karşı sorulu olduğunu bilir. Savaşır ve bir hain sandığı Sumru'yu öldürür. Bu haber İskender'e ulaşınca kıral kendisine engel olmak isteyen Rukzan'ı atıyla çiğneyerek geçer. Pencap düşer, Eşber zincire vurulur. Eşberin kahramanlığına hayran kalan İskender onu serbest bırakır ve kılıcını geri verir. Kılıcı alan eşber intihar eder etrafı Eşber'in, Sumru'nun ve Rukzan'ın cesetleriyle çevrili olan İskender, bunun manasını hocası Aristo'ya sorar. Eser Aristo'nun cevabı ile biter:

-Zafer yahut hiç!

Rüzgârlı Pazar hikâye kitabı ve Yoksulluk Kitabı adlı denemelerle daha da belirgin hâle gelen bu ilgi, Zafer Yahut Hiç'te başlı başına bir öyküye dönüşüyor. Ama Kutlu diğerlerinde olduğu gibi öncelikle insanı anlatıyor.

Zafer Yahut Hiç, iç içe geçmiş insan hikâyelerinden oluşuyor. Yurt dışında okuyup gelen Doktor Ferit, Öğretmen Oya, Hemşire Neriman, Tepeköy'ün Belediye Başkanı Samet, Komiser Bulut, 'Samet Başkan'ın kızı Canan, Neriman'a âşık Optik Oğuz, Kahveci Hamdi, Kaçakçı Kolsuz Recep... her birinin hikâyesi bambaşka...

(...)

Önce anlam katmanları etrafında içerik üzerinde duracak olursak ilk planda hikâye, bir aşk ve polisiye öykü olarak karşımıza çıkıyor. Zaten eser yayımlandığında hakkında yapılan tanıtımlarda, haberlerde 'Kudu'nun bir aşk hikâyesi' yazdığı söylendi.

Anlatıcı, Ferit'le ilgili bir sahnede, 'Eşya ve mana kayboluyor, tuhaf bir sarhoşluk kaplıyordu her yanını; evet, aşkı anlatmaya soyunmak büyük bir densizlik olmalıydı' (s. 179) değerlendirmesini yapar.

Eserin son bölümlerine denk gelen bu değerlendirmeyi, yazarın kendini de 'sigaya' çekmesi olarak görmek mümkündür. Anlatıcı, 'aşkın anlatılmazlığını', birbirlerine âşık insanların hikâyelerini aktardıktan sonra belirtir.

Bu, âdeta bir eylemin sonunda ulaşılan sonuç gibidir. Kutlu'nun Uzun Hikâye, Menekşeli Mektup gibi hikâyelerinde de gördüğümüz aşk teması, anlatıcının zaman zaman bilinçli olarak göndermede bulunduğu eski Türk filmlerini hatırlatan bir havada gerçekleşir.

Hayvani hislerden uzak, bir heyecan hâlinde insanı başkalaştıran aşktır söz konusu olan. Eserde aşk ayrıca, hayatın savurması karşısında bir sığınak görevi de görür.

(...)

... Yazar, başkalaşan ve insanı da başkalaştıran dünyada, 'insanî bir haslet' olarak anlatır aşkı. Anlatıcı olarak her ne kadar bu eylemini, 'densizlik' olarak nitelese de özellikle Canan'ın Ferit'e, Ferit'in Oya'ya duyduğu aşkı oldukça başarıyla anlattığı, melankoliye dönüşmeyen, insanı kavrayan bir nitelikte ortaya koymayı başardığı söylenebilir.

'Gide gide şehir bitti'

Hikâyenin ikinci anlam katmanında toplumsal ve siyasal meseleler yer alır. Türk toplumu, Osmanlı'dan itibaren 2000'lere kadar üç büyük değişim yaşamıştır. Birincisi, sonraki iki değişimi de etkileyen, Batı'yla temas kurma macerası; ikincisi, Cumhuriyet'in ilanı; üçüncüsü, 1950'lerden itibaren başlayan köyden kente göç. Her üç değişim de önemli kimlik meselelerini gündeme getirmiş, toplumsal alanda derin yarılmalara yol açmıştır. Başta İstanbul olmak üzere sanayileşen büyük kentlere köylerden yapılan göç, Türk toplumunun dokusunu değiştirmiştir. Bu değişimi Türk milletinin göçebe hayattan yerleşik hayata geçişinin ardından yaşadığı üçüncü büyük hayat biçimi olarak görmek mümkündür. Göç, sadece mekân değiştirmekle kalmamış, insanı da değiştirmiştir. Bugüne değin yirmiye yakın hikâye kaleme alan Kutlu'nun hemen her hikâyesinde olayların cereyan ettiği toplumsal zemin, göç ve bu göçün etrafında meydana gelen değişimlerdir.

Öyle ki Kutlu'nun Türk modernleşmesini bütün cepheleriyle köy-kent meselesi etrafında gördüğü ve tartıştığı söylenebilir. Çünkü o, insanın değişip değişmemesini çok önemli bulur ve bu ikilemin arada insanı ezdiğini düşünür. Nitekim Zafer Yahut Hiç, 'Gide gide şehir bitti.' (s. 5) cümlesiyle başlıyor. Kutlu'nun diğer eserlerinde de zaman zaman karşımıza çıkan 'sehl-i mümteni' tarzındaki sözlerden biri olan cümle, bir bitişin üzerinde yükselen mekânı haber verir: Tepeköy. İstanbul'a gelen göçlerle oluşan Tepeköy, kendi hâlinde bir yerdir. Kutlu, göçle kurulmuş olmasına rağmen burayı kendi hâlinde ve mutlu bir yer olarak kurgular. Çünkü şehir henüz buraya gelememiştir. Şehrin hayat nizamı, burayı henüz esir alamamıştır. Kutlu, buradaki gecekonduları çirkin olarak görmektense oraların bahçe içinde doğayla uyumlu hâllerini sevimli bulur: 'Gecekondu denilen ve sürekli aşağılanan bu yapıların sıcak samimi bir havası var. Nereden geliyor bu?

Neredeyse hepsi hamarat kadınların süpürgeyle sıvadığı kireç badananın beyaz yüzünü taşıyor. Katmerli ve kokulu güller, kiraz fidanları, asma çardakları, tavuk ve köpek sesleri, çocuk cıvıltıları. Bütün bunlardan oluşan, bir-birine sokulan, birbirini seven, kollayan şeyler. Komşuluk, akrabalık, senli benli oluşun rahatlığı.' (s. 19-20)

Sezai Çoşkun'un eleştiri yazısının tamamını bayilerde satılmakta olan Aylık Fikir ve Sanat Dergisi Türk Edebiyatı'nın Eylül 2010 tarihli 443. sayısından okuyabilirsiniz...

Tepeköy işte böylesi gecekondularla oluşmuş, 'huzurlu' bir yerdir. Ama bu sevimli yeri, anlatıcının âdeta bir cehennem tasviri yaparcasına anlattığı dere ve bu dereyi kirleten fabrikalar tehdit etmektedir. Normalde Kutlu'nun hikâyelerinde suya özel bir vurgu yapılır ve suyun hayat kaynağı olduğu belirtilir. Yazarın birçok eserinde gördüğümüz ideal tabiat tablosu içerisinde değişmez bir unsurdur su. Bu eserinde de 'Ne demişler: Nerde su, orda insan.' (s. 11) cümlesiyle bu yaklaşımı devam ettirir ama beldenin yakınından geçen ve insanlara sadece hastalık veren dere, kentin fabrikalannea bozulmuştur: 'Dere boyuna fabrikalar kurulmaya başlayınca Tepeköy'ün talihi değişivermiş. O sessiz, mevsimler gibi sabit, huzurlu günler geride kalmış, yerine bir karmaşa, bir garip hareket gelmiş.' (s. 14) 'Bu nasıl su böyle. Simsiyah. Üzerinde yer yer deterjan-kimyasal köpükleri. Bir kuş kalıntısı, bir köpek leşi, kâğıtlar, paçavralar, çöpler. Tam bir lağım.' (s. 21) Kent, fabrikalarıyla sinsice sokulduğu köyü ve bu köyün hayat kaynağı olan suyu lağıma çevirmiştir. Bu 'lağımı' andıran su, hikâye boyunca âdeta bir leit-motif gibi varlığını devam ettirir.

Anlatıcı, Samet Başkan'ın bahçesini, bu 'lağımın' antitezi olarak genişçe tasvir eder. Meyve ağaçlarıyla, çiçekleriyle, 'cennet bahçesi gibidir.' (s. 69-70) Beyhude Omrüm'deki bahçe metaforunu hatırlatan bu tablo, bir yandan Kutlu'nun tabiatla içli dışlı kelime hazinesini gösterirken diğer yandan köye tehdit gibi sokulan derenin alternatifini ortaya koyar. Yazar, Tepeköy'ün oluşumunu, fabrikaların etraflarına konmasını, 'yağmadan pay kapma dönemi' (s. 18) olarak niteler. Bu dönemin hâlâ bitmediğini de, 'İstanbul burası, yağmalanacak bir şey daima vardır.' cümlesiyle belirtir.

Kutlu bütün bunları kurgularken olayı, emek-sömürü gibi ideolojik zeminde ele almaz. Köyden kenti göç eden ve 'şehir bittiği için' ancak şehrin kenarlarına bir yama gibi tutunmaya çalışan bu insanları suçlamaz. Sorunu sistemde görür. Yansıtıcı kahraman olarak Ferit'i kullanır: 'Bizim devlet ilk günden bu yana böyle galiba. Kervan yolda düzülür misali. Vatandaş, kendi işini kendi görmek zorunda kaldı. Ne yapsın nüfus artıyor, ekmek aslanın ağzında. Kentleşmek böyle mi olur? Az gelişmiş denince kızıyoruz. Hiç hakkımız yok. Balık Ankara'dan kokuyor.' (s. 23-24)

Yansıtıcı kahraman, şehrin bitişinden göç edenleri değil, bu insanlara uygun politikalar üretmeyen 'Ankara'yı sorumlu tutar. Kutlu, 'Hayal Şehrin Hayalet Sahipleri' başlıklı denemesinde, 'Şimdi taşra bendini yıkmış durumda. Elbette ki bir sel misali akıyor şehirlere... Sel bu, önüne geleni yıkar, geçtiği yerleri harap eder. Bütün bu gelişmeler olurken 'Hayal şehrin sahipleri' neredeydiler?...' cümleleriyle kendileri dışında kalan insanları düşünmeyen 'elit katmanın insanlarını' suçlar.

Bunlar politikacılar ve ekonomik gücü/refahı elinde bulunduranlardır. Yazar, Tepeköy'ün sorunlarını da bu bağlamda tartışır.

Kutlu, köy-kent meselesini tartışırken, kentte büyüyen çocukları 'balkon çocuğu' olarak niteler ve kentin insanı, tabiattan kopardığına vurgu yapar. Samet'in yaz tatillerinde köyüne gidişini anlatıcı, çocukların tabiattan kopmaması için bir fırsat olarak görür: 'Çocuklar bu sayede tabiatla, börtü-böcekle yakınlaştılar. İnekle öküzü ayırt edemeyen, horozdan korkan balkon çocuğu olmaktan kurtuldular.' (s.79) Yazar, kenti köyün 'asude iklimini' bozan unsur olarak kurgulamakla beraber devrin şartlan içerisinde köy-kent ikileminin bir paradoksu barındırdığının da farkındadır.

Kahveci Hamdi ile Ferit'in arasında geçen konuşma bu paradoksu ortaya koyar:

— Ee! Nasıl buldunuz Tepeköy'ü?

- Valla ne desem. Kendi kendine oluşmuş. En güzel tarafı bütün evlerin bir bahçesi olması.

- Burası bir köy Doktor Bey, olacak elbet.

- Şu fabrikalar ve şu dere hariç.

- Derenin suçu yok. Ama fabrikalar olmasaydı Tepeköy olmazdı." (s. 120)

Kutlu, modernleşmeyle beraber gelişen ekonomik sistem içerisinde paranın tuttuğu yerin, insanı açmazda bıraktığını söyler. Hikâyelerinde parayı, insanı bozan temel unsur olarak değerlendirir. İnsanı hayat içerisinde o yandan bu yana savuran hep paradır.

(...)

Köy-kent ilişkisi bağlamında değinilen bir başka unsur yoldur. Kutlu'nun hikâyelerinde yol pek de olumlu bir çağnşım dünyasıyla anlatılmaz. Daha ziyade kentin bozucu unsurlarını tabiatın içine taşıyan bir araç olarak görülür.

Burada da benzer bir anlam zemininde söz konusu edilir: 'Bir yere yol geldi mi her bir şeyin önü açılır. Yol gelen beldede hayat göz açıp kapayıncaya kadar değişiverir.' (s. 86) Kapıları Açmak'ta da gördüğümüz bu vurgu, yolun insan hayatını kolaylaştırıcı yönünü öne çıkarmaktansa kenti taşımasını dikkate sunar.

Kutlu'nun köy-kent izleği ve bunun etrafında gelişen meselelerin dışında özellikle Oya Öğretmen ve Neriman Hemşire dolayısıyla çocuk yetiştirme yurtlarına ve bundan hareketle buralardaki çocukların psikolojisine eğildiği de görülür: 'Kuşlar göçer. Yaprak dalından düşer. Poyraz yağmurla birleşip şemsiyeleri uçurur. Ardından tipi gelir. Camlar buz tutar. İki küçük yurt çocuğu buz tutan camları hohlayarak dışarıyı görmeye çalışıyorlar... Öksürük sesleriyle geçer gece. Çorbanın buğusu tüter, bir de soğanın acısı. Revire, oradan hastaneye kaldırılan bir küçük kızın öldüğü duyulur.' (s. 43)

kullan

Sonuç olarak, Mustafa Kutlu, önceki hikâyelerinde parça parça yer verdiği izleklerden bazılarını öne çıkartarak daha ziyade insan hikâyeleri üzerine kurulu başarılı bir eser ortaya koymuş.

Yazarın şiirsel bir dille anlattığı kimsesiz çocuk yurtlarındaki hayat da modern hayat biçiminin getirdiği sonuçlardan biri olarak alttan alta gündeme getirilir ve gayr-i insaniliği öne çıkartılır. Yazar, çocuğun masumiyetiyle şartların tezadını anlatımda gücü elde etmek için ustalıkla kullanır. Eserde Oya'nın kızı Sevinç ve Bulut'un oğlu Kerem vardır. Her iki çocuk da dağılmış ailede büyümektedir. Kutlu, anne-babalarımn yaşadığı hayatla çocuklarının algıladıkları dünyanın farklılığına değinir. Özellikle Sevinç için yapılan iç çözümlemeler oldukça başarılıdır.

'Teslimiyet şart'

Hikâyenin üçüncü anlam katmanında ise din etrafında geliştirilen insanın var oluş gerekçesine ilişkin meseleler yer alır. Ancak bu meselelerle ilgili göndermeler ilk iki katmandaki konu yoğunluğu göz önüne alındığında azdır. Kutlu satır aralarına yerleştirdiği değerlendirmelerle insana var oluş gerekçesini ve hayatın gerçek çehresini hatırlatır: 'Zaman gül yaprağına düşen kar tanesi gibi çabucak erir. Ömür de böyledir. Ancak biz aciz kulların dünya ile alışverişi sürsün diye uzunmuş gibi gelir.' (s.43)

Hikâyede insana hatırlatılan diğer bir gerçek, kader vurgusudur. Yazar, kahramanlarının hikâyelerini aktardıktan sonra zaman zaman kader vurgusu da yapar ve hayatın tek başına idareci olmadığını, meselenin bir de metafizik boyutu olduğunu hatırlatır. Ferit, Oya'ya duyduğu aşkın açmazına girmeye başladığında anlatıcı-yazar araya girer ve kahramanını 'teslimiyet' noktasında uyarır: 'Dönüp kaderini kucaklamalı. Teslimiyet şart. Görelim Mevla neyler... İradei cüz'iyye ehlisünnetin bulduğu bir orta yol..'(s. 94) Yazarın bu vurgularını, insanın var oluş gerekçesini ihmal etmeyen bir fikrî arka plana verilen öneme bağlamak yerinde olacaktır.

'Kutlu tarzı hikâyecilik'

'Mustafa Kutlu Hikâyeciliği' diye adlandırabileceğimiz modern hikâye ile Şark hikâye geleneğinden müteşekkil anlatım burada da devam ediyor. Bunun yanı sıra, postmodern metinlerde karşımıza çıkan metinlerarasılık dikkat çekici oranda var.

Özellikle kurgulanan aşkın bir üst-kurmacası gibi duran Türk filmleri ve Eşber piyesi bu noktada zikredilebilir.

Yazar, 'Zaman gül yaprağına düşen kar tanesi gibi...' cümlesinde olduğu gibi şiirsel yönü güçlü anlatımları da yakalar. Bunun yanı sıra dikkat çekici bir başka özellik, anlatımda kiplerde yapılan değişikliklerdir. Yazar, özellikle zaman kiplerinde, aynı paragrafta, peşi sıra farklı kullanımları tercih eder. Yazarın daha önce pek kullanmadığı polisiye anlatımda da başarılı olduğu görülür.

Sonuç olarak, Mustafa Kutlu, önceki hikâyelerinde parça parça yer verdiği izleklerden bazılarını öne çıkartarak daha ziyade insan hikâyeleri üzerine kurulu başarılı bir eser ortaya koymuş. Başta ifade ettiğimiz çerçeveye dönecek olursak yazar, ferdiyetin içerisinde toplumsalı, toplumsalın içerisinde ferdiyeti ustalıkla kurgulamayı başarıyor.

Hikâyenin başkahramanı Ferit gibi dursa da bir bütün hâlinde bakıldığında bütün kahramanlar hikâyenin başkahramanı. Bu da ferdî olanla toplumsal olanın birleşimini sağlıyor. Kutlu, gerek özgün bir üslûp hâlini almış anlatımıyla gerek ele aldığı temalar etrafında kurduğu anlamsal zeminin genişliğiyle Türk hikâyesine yine özgün bir eser sunuyor.

(Türk Edebiyatı)

Kitapla ilgili teknik bilgiler ve internet üzerinden sipariş şartlarını görmek için bu linki kullanabilirsiniz

YORUMLAR 1
  • muharrem yılmaz 13 yıl önce Şikayet Et
    Eski Zamanın Modern Hikayecisi. Kutlu hocamız son hikaye kitabıyla bizleri toplumun içine çekmeyi ve düşünceye sevketmeyi başarabilmiştir. Bu efsunun sırrını ne kadar yorumlarsak yorumlayalım çözebileceğimize ihtimal vermiyorum. O modern zamanın eskimeyen dervişidir. Teknomlojinin ihtişamından korkar ama düşüncesiyle bütün zamanların üstünde inşa ettiği bir dünyası vardır. Oraya erişebilmek mğmkğn müdür?
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Dışişleri Bakanlığı'ndan son dakika 1915 mesajı!
Dünyanın konuştuğu operasyon sonrası Kuzey Kore'den 'İran' sürprizi!