Ahmet Ümit: Ben hâlâ solcuyum

Hala solcuyum... Eleştiriye kapalı biri değilim... Bu ülke de tabular var. Devlet tabudur, din tabudur, aile tabudur..Bunlara bir de aşkı eklediler... Tasavvufu buldum, aydınlandım diye bir şey yok.

Ahmet Ümit: Ben hâlâ solcuyum
Ahmet Ümit: Ben hâlâ solcuyum
GİRİŞ 22.07.2009 12:58 GÜNCELLEME 22.07.2009 12:58
Bu Habere 13 Yorum Yapılmış

Hülya Okur'un röportajı

“Kuranı Kerim’de sessiz harfi iki kere okutan bir işaret vardır, ‘Şedde’. Bunun şeddeli bir röportaj olacağını sezmiştim, sanki sorduğum soruları iki kez tekrarladım, yanıtları akisleriyle birlikte aldım, aynı hataya ikinci kere düşmenin, Postacı’nın kapıyı iki kere çalmasının, iki kere düşünmenin, iki kere pişen yemeğin anlattığı ne varsa Ahmet Ümit de o kadar idrake varıncaya kadar tekerrür edilmesi gereken bir yazar. Bu mülakat; atın ayakları ne kadar kuma saplanıp kalıyorsa, otomobilin tekerleri yerde yakılıp iz bırakıyorsa, Ahmet ümit mucizesinin de aklımıza saplanıp kalması için bir fırsattır”

Kendi deyiminizle ’dünyanın en dürüst insanı, dini bütün’, kilim ticareti ile uğraşan bir baba ve terzi bir annenin yedinci çocuğu olarak 1960’da dünyaya geliyorsunuz. İçine sarıldığınız yaprak size o yıllarda nasıl bir yol haritası sunuyordu?

Valla aslında henüz bir harita göremiyordum, varsa da göremiyordum. Bazı şeyler rastlantıyla oluyor, kader derler ya, ben tabi kadere inanmıyorum, çünkü bunun en somut örneği kendi hayatım, Gaziantep..İstanbul’un Mısır Çarşısı gibi bir yer düşünün. Gaziantep’te orta sınıftan bir aile, baba kilim ticareti yapıyor, annem, terzi, ailenin geçimine katkıda bulunuyor ve kitap okuyor, çok aydın bir kadın, okuduğu kitapları çevresindeki insanlara anlatıyor ve şanslı bir çocuğum çünkü büyük ağabeyim İstanbul’a geliyor, okumak için(bu çok önemli bir şey, Antep’te okuyan sayısı çok azdır)Londra’ya gidiyor, ondan sonraki ağabeyim İstanbul’da okuyor, ondan sonraki ağabeyim Ankara’da…Ve onların kitapları geliyor eve. Ben en küçük olduğum için aramızda epeyi bir fark var, en büyük ağabeyim, babam olabilir mesela. O kitaplar eve geliyor ve ben 7-8 yaşlarındayken bir sandık var, çeyiz sandığı ama içinde kitaplar var, o sandığın için kitaplarla karşılaşıyorum ve orada bir takım isimler dikkatimi çekiyor, mesela Karl Marx, ama Karl Marx’ı ben Kral Marx olarak düşünüyorum, sakallı bir adam ya…Kitapları çok seviyorum, annem anlatıcı olduğu için çok farkında değilim edebiyatın ne olduğunun ama seviyorum, bir şey anlatmayı, hikaye dinlemeyi seviyorum. başarılı bir öğrenciyim, ortaokul rezalet, ergenlik dönemi…Sonra ciddi bir konuşma yapıyorlar benimle, ne olmak istiyorsun, okuyacak mısın yoksa bir yerde işçilik mi yapacaksın? Ve bir ara bir yere gidip çalışıyorum, çok ağır geliyor bana, aklını başına topla deyip, dersleri toparlıyorum, o süreç başlıyor…

“BABAM BENİ NAMAZA GÖTÜRÜRDÜ, ÇOK KORKUTUCUYDU”

Hıı çalışma hayatı ve eğitim hayatı arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz…Bu sermaye size başka türlü nasıl döndü onu konuşmak istiyorum….
                  21 yaşında baba oldunuz ve Kızınız Gül, 8 yaşındayken sizin hayat görüşünüzü temsil eden CheGuevara resimli bir tişört hediye etmişti. Gül gibi anne ve babanızın barışık olduğu dünyalarına girebildiniz mi?

Annemi daha yakın hissediyordum kendime, babam biraz yedi çocuk var ve kendini daha sert hissettiriyordu, daha doğrusu 15 yaşına kadar olanki babam, çok korkutucuydu, bazen zorluyordu beni namaza götürüyordu, sevmiyordum namaz kılmayı, çünkü çok küçüktüm ben ve sabah namazına götürürdü beni, nasıl uykum var, sevmezdim, 8 yaşında. Buraya kadar gördüğüm babam aslında  babamın gerçek portresi değildi, daha sonra İstanbul’a gelmeden önce Gaziantep’teyken politik olaylar sırasında karşıt gurupların babam vasıtasıyla beni tehdit ettikleri zaman babamın bana nasıl sahip çıktığını gördüm ve babamın aslında çok çok iyi bir insan olduğunu o zaman anladım ama o zamana kadar gençliğin getirdiği bir şey oldu, her şeye tepkiyle bakıyoruz sanırım, tek doğrunun kendiminkiler olduğunu düşündüğüm için babamın tümüyle eskiyi temsil ettiğinden dolayı tümüyle yanlış olduğunu düşünüyordum, ben solcuydum, babam demokrat, adalet partiliydi, ve dindardı, babamın tümüyle yanlış ve cahil bir insan olduğunu düşünürdüm. Aradan geçen zaman içinde anladım ki sadece politik bakış açısıyla insanları değerlendirmek, üstelik sadece kendi görüşlerinin tek doğru olduğunu görmek..Aslında cahil olan benmişim, bunu sonra fark ettim.  Ve en son babamla karşılaşmam şöyleydi benim: Babam 87 yaşında, 2000 yılında vefat etti. O yıl Gaziantep’e gitmiştik, otogara gideceğiz, elimizde eşyalar var, babam da 87 yaşında ama dinçti, sadece ayağında biraz kireçlenme vardı, o haliyle bana araba bulmaya çalışıyordu, en son babamı gördüğüm odur. Ölmeden önce de bunu teslim etmiştim babam hakkında, dünyanın en dürüst adamlarından bir tanesiydi. Daha iyi bir eğitim alsaydı, farklı olabilirdi tabi, aldığı eğitim, yaşadığı koşullar onu öyle yapıyordu,. Annem çok farklıydı, hayata daha açık bakardı, dünyayla ilgili bir insandı, dolayısıyla annemin zekası ve yaratıcılığı beni çok etkilemiştir, eğer babamdan alabildiysem dürüstlüğü almaya çalışmışımdır.

“GÜZEL İLK AŞKLAR YAŞADIM”

Kendinizi tanımaktaki ilk adımlardan biri…İlk kez 11 yaşında, Gaziantep’teki yazlık sinemada ‘Aşktan da Üstün’ isimli filmde izlediğiniz Ingrid Bergman’a aşık olmuştunuz. Böyle bir  aşka gerçek manada uyanmak ister miydiniz?

Böyle bir aşkı elbette yaşadım, sonra da yaşadım çünkü aşk insanın için olgunlaşan bir duygu, çocukken, ergenlik döneminde başlar içimizde filiz gibi, önce soyut bir şeye aşık olursun, somut olarak sinema oyuncusu, öğretmen, sınıf arkadaşınızdır ama soyuttur, ilk aşk olduğu için dokunulmazdır, dokunulmadığı için daha güçlü ve büyülü bir şeydir, bunları tabi ki yaşadım, güzel ilk aşklar yaşadım, şahaneydi, Bergman’la sınırlı kalmadı, soyut, platonikti, Antep’te bu işler çok zordur. Benim bulunduğum dönemde daha rahatlamıştır.

“ASLINDA AŞIK OLAN EŞİMDİ BİRİNCİ DERECEDE”

Fakülteden tanıştığınız, 1980’in Mayıs’ında, İstanbul Gezi Parkının içindeki köprüde evlenme teklifi ettiğiniz eşiniz Vildan hanım…Kendinizi bir ağaçtan sallanan ampul gibi sallandığı yerde bile ışığını kesmeyen bir insan olarak buluşunuzda eşinizin payı nedir?

Vildan çok enterasan…bir yolculuk yapıyorsunuz ve o yolculukta bir var yanınızda…

Hala seyahatlere birlikte çıkıyorsunuz…

Tabi, tabi. Hep ordaydı Vildan. Benim evlenmeden önce arkadaşlık teklifim şöyle oldu aslında, Bir tutuklanma yaşadım ben, 1980 Mayıs ayıydı, kritik bir tutuklanmaydı o dönemde. Henüz İstanbul’da sıkı yönetim var ama darbe olmamış, Mayıs’tan Eylül’e doğru gidiyoruz, korkunç bir dönem, ben bir örgüt yönetiyorum, ağabeyim nedeniyle beni göz altına aldılar beni. Ağabeyim de solcuydu ve dokümanları buldu polis evde, girebilirdim de, işkence ile ölüm ihtimali var o zaman, oradan kurtulmam diye bir şey oldu, bir mucize oldu, biraz da benim uyanıklığım oldu, bütün o belgeleri yok ettim ben, polisin gözü önünde sakladım ve yok ettim.

Annenizin beline bile saklayarak gezdiğini biliyorum

Annem Eylül’de yaptı onu. Oradan çıkınca bu böyle olmayacak, hayat akıp gidiyor dedim, Vildan çok çevremde, çok dolaşıyor, aslında aşık olan oydu birinci derecede, çok iyi bir insan, çok iyi bir örnek, evlenmek için doğru bir insan olduğu anlaşılıyor şimdi sürmesinden de, ben dedim, bu işi resmiyete çevirelim diye çünkü ölüp gideceğiz, arkadaşlarım ölüp gidiyordu, ve bugünü görebilmek mümkün değil gibi gelirdi bana(49 yaş) En azından hayat dolu dolu yaşansın, böyle bir karar verdim, doğru bir kararmış. Vildan bana her zaman çok destek oldu, bugün yazabiliyorsam onun çok büyü katkısı vardır, onu küçümsemem yada reddetmem çok alçakça olur, inanılmaz katkısı oldu.

“OKURUMUN TERCİHİNİ BİLE YAZARLIĞIMA KARIŞTIRMIYORUM”

Polisiye yazarlığına, 1974’ten 1989’a kadar olan 15 yıllık kovalamacayı, hikaye yazarlığınıza terzi olan annenizin kız çıraklarına anlattığı masallardan aldığınız ilhamı sebep gösteriyorsunuz. Kendiliğinden başlayan yazarlığınıza başkalarının iradesi  karışırsa ne olur?

Kötü olurdu, korkunç olurdu, yazmak biraz kendiliğinden gelişti, bir gün örgüt bir rapor istedi benden, rapor yazarken öykü yazmışım, gerçekten kendiliğinden oldu fakat sonra Moskova’ya gittiğim zaman, Moskova’da yaşarken kafamdaki sosyalizm ile Moskova’daki sosyalizm’in çok farklı olduğunu gördüğüm zaman dedim ki:”Ben kendi sözümü söylemeliyim”Çünkü benim kendi sözüm var, o partinin sözü benim kendi sözümle örtüşmüyor, yahut benim kafamdaki ütopyam, ideal toplumum, Sovyetler Birliğindeki sosyalizm ile aynı değil. O zaman kendi sözümü söylemeliyim ve kendi sözümü söylemem için özgür olmam lazım, onun için de en iyi araç, yazmak. Eğer yazıma her hangi biri karışırsa, o özgürlüğüm ortadan kalkardı. Dolayısıyla buna okurun tercihi dahil, hani okurlar beğenirler ya, mesela aşk konusu çok satar, asla okur dahil kimseyi müdahale ettirmemeye çalışıyorum.

“BEN HALA SOLCUYUM”

82 Anayasasına karşı duvarlara afiş yapıştıran sol bir örgütün içindeyken bir arkadaşınızın yakalanışınızın öyküsü ilk hikayenizi oluşturuyor. 40 ayrı dilde yayınlanan bu hikayenin size ait dili neydi, sosyalizmin bileğinizdeki kelepçeden ayrılışı nasıl oldu?Koptunuz mu o ideolojiden? 

Yok..Ben 14 yaşındayken o dönemki Türkiye’yi de düşünecek olursak, 12 Mart darbesi bitmiş, hapisteki solcu çocuklar çıkıyor, önemli ve güzel bir şey şimdiki gibi değil. Ben çok da okumadan bilmeden solcu oldum. Çünkü solcu olmak, çağdaş, ilerici, evrensel olmak bugünkü en olumlu öğeler varsa o zaman da solculuk için bunlar vardı. Bir de tabi genç bir insansın, kimlik sorunun var. Bir de atak bir adamım, kavgacıyım, öne çıkıyorum, bir de kızlar seviyorlar böyle insanları. Sonra okudukça bugünkü düşünceme geldim, Moskova’da da o düşünceme geldim, ben hala solcuyum. Benim sol anlayışım şudur:”Özgürlüğü savunan, totalirzme karşı, çoğulcu, tek sesli değil, diktatörlüğe dayanmayan ama haklının ve ezilenin yanında olmak” Ama yaşanan sosyalizm ne yazık ki totaliter bir rejimdi, tek sesliydi ve kendinin dışındaki bütün doğruları yanlış sayıyordu ve yok etmeye çalışıyordu, bugün belki sol bunu yeniden düşünüyor dünyada ve yeniden bir formülasyona gidiyor, ben hala kendimi onların yanında hissediyorum, yanında hissetmemin nedeni sadece geleneğim değil, ezilenin yanında olmak, mazlumun yanında olmak, haklının yanında olmak gibi bir sorunum var.

Sanki bu argümanlarla Ufuk Uras gibi düşünüyorsunuz gibi geldi bana….

Yakınım, yakın durabilirim tabi. Aynı değildir ama yakın olduğum söylenebilir. Çünkü dünyada bu kadar yoksulluk, ayrımcılık varsa burada benim işler yerinde diye yan gelip yatamam, ayıp olur.

“BEN NAZIM HİKMET DEĞİLİM”

Tabi 1985’te yazar olmaya karar verdiğinizde önünüzde Nâzım Hikmet gibi dev bir örnek olduğunu da söylüyorsunuz, Türkiye’de tek başına partiden daha etkili olan bir adam. Ahmet Ümit’in Türkiye’de tek başına bir partiden daha etkili olduğu durumlar nelerdi

Ben Nazım Hikmet değilim. Nazım Hikmet daha çok politik duruşuyla, politik aktivitesiyle, sanatını iç içe geçiren bir insandı yani, aynı zamanda o bir parti militanıydı ve aynı parti için şiirler yazan, partinin görüşlerini anlatmaktan çekinmeyen biriydi, ben bu görüşü paylaşmıyorum. Ben, Nazım’dan bir noktada ayrılıyorum, sanatçının partili yada bir cemaat üyesi yada dini bir gurubun üyesi olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bunun nedeni de, entelektüel, her şeyden bağımsız olmalıdır, bu anlamda her şeyi eleştirilebilmelidir, Nazım’ın artısı şuydu, o parti üyesi olmasına rağmen partiyi eleştirebiliyordu, mesela Stalin’i eleştiriyordu ve bu yüzden Stalin onu zehirletmeye kalktı, Moskova’da. Stalin hakkında, İvan İnavoviç yaşamış mıydı” diye bir oyun yazdı, çok da cesur bir insandı, o aydın namusu çok yüksek bir insandı ama ben artık herhangi bir partiye, herhangi bir cemaate dahil olan aydının bir zor olduğunu düşünüyorum, aydının bağımsız olması lazım çünkü aydın denilen kişi, eleştiren, kuşkuyla bakan, değiştirmeye çalışan kişiliktir, bir partiye, tarikata biat ederek bağımsız olamazsınız, bağımsız olmak gerekir, o nedenle ben kendimi herhangi bir partinin yerine koymaktansa, Türkiye’deki demokratik kültürün gelişmesine yazdıklarıyla katkı sağlayan insanlardan biri olmayı tercih ederim eğer bunu başarabilirsem, bu ülkedeki tarihi kültürü insanlara anlatmayı başarabilirsem çok mutlu olurum. Bu yıl yüze yakın okulda konuşma yaptım ben. Siyasi partilerden daha fazla. Oradaki öğrencilere bu düşüncelerimi anlattım ve çok iyi bir karşılık gördüm. Bu beni sadece bir yazar olarak değil, bu ülkeyi, dünyayı seven biri olarak en azından görevini yerine getirmiş biri gibi görmemi sağlıyor.

“ROMANLARIMDA YAPMAYA ÇALIŞTIĞIM ŞEY, POLİTİK MESAJLAR VERMEKTEN ÇOK HAYATI ANLATMAKTIR”

Siyasetten kendinizi ne kadar soyutlarsanız soyutlayın, büyük yazarlara ideolojik olarak yakınlığınızda tam bağımsız olmanıza engel teşkil etmiyor mu? Bir akşam yemeğinde Selim İleri, Mehmet Barlas, Gül İrepoğlu ile buluştuğunuzda, unutamadığınız, ilk aklınıza gelen yazar konusundaki mutabakatınız, Dostoyevski oldu. Dünyaca ünlü olan yazarlara ideolojik bağımlılığınız?

Dostoyevski, ideoloji bağımsızlığımı gösteriyor çünkü Dostoyevski, sağcıydı, korkunçtu, politik görüşleri rezalettir, Pansilavizmin dünyayı kurtaracağına inanır, yani Ortodoks Hıristiyanlığın kurtaracağına inanır, Dostoyevski’yi izlememin nedeni çok büyük bir yazar olmasıdır. Politik görüşleri böyle yanlış olmasına rağmen insan ruhunu, iyi ve kötü yanlarıyla, yüce ve aşağı yanlarıyla çok iyi anlar. Mesela Suç ve Ceza’da, Raskolnikov; genç(14 yaş) bir fahişe görür sokakta ve onu kurtarmalı mıyım, yoksa onunla yatmalı mıyım? çelişkisi yaşar. Bunu yazmak büyük cesaret ister. Öteki romanlarında da olağanüstüdür. Mümkün olduğu kadar şundan uzak durmaya çalışırım, politikayla sanat arasındaki farkı, politikayla, sanatın tanımlarını doğru yapmaya çalışırım. Politika elbette gerekli bir şeydir, hepimizin politik tavrı olacaktır ama sanat, politikadan daha büyük bir şeydir, çünkü sanatın aynasında politikayı da görebilirsiniz, aşkı da görebilirsiniz, felsefeyi de görebilirsiniz. O nedenle romanlarımda yapmaya çalıştığım şey, politik mesajlar vermekten çok, hayatı anlatmak ve yaşadığımız hayata eleştirel bakabilmek. Ama bunu yaparken de doğrusu şudur”dememek. Bir yazar doğrusunun ne olduğunu bilemez, bir yazar ancak soru sorar. ‘Doğrusu nasıl olmalıdır?’sorusu. O yüzden ne yazdığınız önemli değildir, nasıl yazdığınız önemlidir.

“YAZAR OLMAK, ŞAİR OLMAKTAN DAHA ÜSTÜN BİR DURUM DEĞİLDİR”

Belki de o aynaya baktığınızda doğruyu sorduğunuz için karşınıza şiir çıktı.
          Eğitim için gittiğiniz Moskova’da şiir denemesi yaptınız ve 89 yılında ‘Sokağın Zulası’isimli şiir kitabınız bizlerle buluştu.  Bu şiir kitabı kendinizi dizginlemek için  kullandığınız bir kayış mıydı yani daha soft bir yaşamın denemesi mi?

Hayır tam tersine, şiir şuradan çıktı: Moskova, ışıksız bir şehir. Ve ben orada bunalıma girdim. Ama güçlü kişilikler olarak yetiştirilmişiz, bunalıma girip de depresyona ulaşmadı, o yüzden oturup şiir yazmaya başladım. Beni şiir yazmaya iten şey, esas olarak depresyona girmemdi. Oradaki muhteşem gözlü, uzun bacaklı rus kızları değil, onlar da vardı ama onlar şiir yazacak kadar etkilemedi. Depresyon ve hava durumu daha çok etkiledi ve orada şiire başladık. Ama bu şiirler çok güçlü ve iyi şiirler değildi aslında. Ben şair değilim, o şiirsellik daha çok benim romanlarımda görülebilir. Şair olmak başka bir durumdur, Yazardan daha üstün bir durum değildir, bir sürü insan böyle söyler, asla katılmam. İyi şair ve iyi yazar vardır yoksa ikisi de aynı seviyededir. Şairler, yazarlardan daha iyi oldukları palavraları atarlar ama doğru değildir. Önemli olan iyi sanatçı olmaktır, iyi bir oyuncu olmak da iyi bir oyuncu olmak kadar önemlidir. Ben şair değilim, düz yazı yazarıyım biraz bu nedenle çıkmıştı şiirler, bir de o zaman daha politik bir anlayışım vardı, politik meseleleri anlatmak için şiir daha iyi bir araçtır, kısadır, vurucudur, imgeseldir. Ve şiir kitabı densizliğimden çıktı, o zaman şunu diyorsun, bir kitabım olsun, bir kitabım olsun…Sanki kitabın olursa şair sayılacaksın. Oldu bir kitabım. Ama yine yayınlayacağım onu.

Doğan Hızlan, şiiri okulu olmaz der ama siz şiirin kitabı olsun istediniz.

Olmayabilir, şairseniz, şiirleriniz zaten okunur bir yerlerde. Ama insan istiyor tabi.

“ÖNEMLİ OLAN BENİM ROMANIMIN BAŞKA SANAT ALANLARINI ETKİLEMESİYDİ BENCE”

Oyunculuğu yazarlığın üstünde bile görebiliriz iyi bir sanatçı olduğu zaman dediniz. Ben de hemen yazarlıkla oyunculuğun kesiştiği bir noktaya değinmek istiyorum.
         

1996’da yayınlanan Sis ve Gece, Turgut Yasalar tarafından sinemaya uyarlandığında, sevdiği kız ortadan kaybolan gizli servis elemanının teşkilat içi hesaplaşması filme konu edilmişti. Bu romanın filme çevrilmesine Yasalar’ın romanla ilgili sadece sizin söyleyebileceğiniz şeyleri söylemesiyle ikna olmuştunuz. Emanetinizi geri aldığınızda her şeyin olduğu gibi durduğunu mu gördünüz?

Bir roman edebi üründür, bir film ise sinema ürünüdür. Dolayısıyla sis ve gece bence namuslu ve başarılı bir film oldu, olmasaydı da benim emanetin yine duracaktı, çünkü Turgut benim romanıma karışmıyor ki, Turgut benim romanımdan esinlenerek bir film yapıyor. Yani ben bir filmin yapılmasına katkıda bulunmuş oluyorum. Çok iyi olsaydı, romanımdaki sözcükler artmayacaktı, çok kötü olsaydı azalmayacaktı, önemli olan benim romanımın başka sanat alanlarını etkilemesiydi bence. Ama tabi bunu yaparken güvenebileceğim insanlar olmasını elbette tercih ederdim çünkü o romandan çıkarak bambaşka bir şey anlatılabilirdi, o trajediyi görmek istemezdim. Şükür ki görmedim beni mutlu eden bir şey oldu.

“POLİSLERE ÖRNEK OLSUN DİYE O KARAKTERİ YARATTIM BELKİ DE”

Sizin tarafınızdan yaratılan polisiye karakteri Başkomiser Nevzat, farklı şekillerde karşımıza çıkmıştı. Fakat İsmail Güleç’in çizgi romanında taşındığında, sizin yarattığınız hüzünlü kahramanın yerini olayları gözlemleyen, çözümsüz bir karakter almıştı. Sizin polislerin mizacınızı yumuşatma gayretiniz nedendi?

Polislere baktığımız zaman tek tip bir polis tipi göremeyiz. Ne yazık ki Türkiye’de demokrasi tam gelişmediği için polislerde kriminoloji ve kriminalistik gibi deyimleri kullanarak suça yaklaşmak yerine çoğu zaman şiddeti ve kaba gücü kullanıyorlar. Ama olması gereken bu değildir, olması gereken polisin, bilimsel yöntemler kullanarak, demokrasinin kurallarına uyarak suçluyu yakalamasıdır ki o zaman gerçek suçluyu yakalarsınız. Yani bir kişi cinayet işlemişse, orada bulduğunuz saç teli, parmak izi, DNA ile yola çıkarak katili bulursak o gerçek katildir ama adama işkence yaparak, ‘ben katilim’ diye söyletirsek bu gerçek değildir. Benim belki özlemim bu. Özlemim bu olduğu için de Türk polisinin buna uygun davranmasını istiyorum. Ama tabi kolay değil polislik, onu da kabul edelim çünkü suçlularla uğraşıyorsunuz, katillerle uğraşıyorsunuz, karşınızdaki adamlar size ateş ediyor, kafanıza vuruyor….Ama ne olursa olsun siz bunun için para alıyorsunuz. Sizin göreviniz yasaları uygulamak, yasaları çiğnemek değil. O nedenle ben de öyle bir karakter yaratmayı tercih ediyorum, belki de polislere örnek olur diye.

“ELEŞTİRİYİ DİNLERİM AMA ALKIŞLAMAM, ELEŞTİRİ ÇİKOLATA DEĞİL”

Sis ve Gece üzerine sizi, polis yanlısı davranmakla suçlayan edebiyat eleştirmeni Fethi Naci’yi, Yeni Yüzyıl’da yayınlanan haftalık öykülerinizden birinde, “Kitap Katili”nde öldürülen bir eleştirmen olarak kullanmıştınız. Fethi Naci’nin, “Onu gördüğümde, kendi katilimi görmüş gibi oluyorum”diye takıldığı siz gerçekten eleştiriye kapalı biri misiniz?

Eleştiriye kapalı biri değilim. Daha sonra dost olduk zaten. Ama orada bir haksızlık vardı. Sis ve Gece, bir MİT ajanının ağzından anlatılır, birinci tekil şahıs anlatır. Ve bu adam Galatasaray Lisesinin önünde oturan kayıp annelerini görür ve şöyle düşünür, “Bunlar aslında bir örgütün yaptığı..”Fethi Naci bunu eleştiriyordu. MİT ajanı olan bir adam:”Aaa kayıp anneleri orda oturuyor, bunların davaları çok haklı “der mi? Haksızlık vardı, çok açık bir haksızlık. Yoksa eleştiriyi dinlerim. Elbet alkışlamam, eleştiri güzel bir şey değil, çikolata değil ama doğru bir şey söylediği zaman kabul ederim ileride. Fakat, iyi oldu Fethi ağabey ile arkadaş olduk. Beni görünce öyle derdi:”Katilim geldi!”

“KİTABI BİLE OKUMADAN, ‘AŞK KÖPEKLİKTİR’ İSMİNDEN DOLAYI SALDIRIYORLAR.”

Ahmet Kekeç, "Eleştirmenlerin aradan çekilmesi ile gelen demokrat ortam"ı eleştirdiği yazısında ‘Aş Köpekliktir’kitabına dair, “Belki bu yüzden Ahmet Ümit kardeşimiz "Aşk Köpekliktir" gibi kaba bir ilginçlik gösterisine cesaret edebiliyor”demişti. Bu kabalığın acısını çıkarttığı şey neydi?

Bu insanların çoğu bu kitabı okumadan eleştirdiler. Bu ülke de tabular var. Devlet tabudur, din tabudur, aile tabudur..Bunlara bir de aşkı eklediler tabu olarak. Aşk denilen şeyi, yüce bir şey olarak görüyorlar, aşk aslında iğrenç bir şeydir. Dünyadaki cinayetlere baktığınız zaman ilk nedenlerin başında aşk yer alır, kıskançlık cinayetleri yer alır. Gerçekten aşık olan herkes bilir ki, bir gıdım tat ağzınıza dokunuyorsa, binlerce acı sırtınıza biner. İnsan yerin dibine geçer. Ben, ‘Aşk Köpekliktir’i yazarken, esas olarak aşkın bu yönünü anlatmaya çalıştım. Ama bu insanlar nasıl bir hayat yaşıyorlar bilmiyorum, nasıl bir aşktır kafalarındaki, yani sevgiyle aşkı mı karıştırıyorlar napıyorlar? Kitabı bile okumadan, ‘Aşk Köpekliktir’ isminden dolayı saldırıyorlar. Oysa Lolita’yı yazıyor Nabokov, 14 yaşındaki bir kıza aşık, aşık da değil, cinsel içerikli yazısı alkışlanıyor. Marquez, ‘Benim Özünde Orospularım’koyuyor kitabının ismini, kimse gıkını çıkartmıyor ama ne oluyor bunu bir Türk yazarı yazıyor, Türk yazarı buna hiç cesaret edebilir mi, ‘kodum mu oturturum’durumu var. Türk yazarları baskı altında tutmamız lazım, niçin? Tabular var. Adam sevgilisiyle gitmek için bebeğini ateşe atıp gidiyor, bu Türkiye’de oluyor. Ben tabi ki onaylamıyorum. Ben kendi vicdanımla onaylamadığım hiçbir şeyi yazmam. Hesap veremeyeceğim şeyleri de yazmam ama kendi vicdani açısından daha düzgün ve sağlam olduğuna inanıyorum çünkü hayata bakışımda böyle bir şey var, mümkün olduğu kadar! Yanlış yapabilir miyim, tabi ki yaparım, yanılabilir miyim, tabi ki yanılırım, zalimlik yapabilir miyim, tabi ki yapabilirim, önce kendi vicdanıma bakıyorum ben. O vicdanım bana yap derse yapıyorum. Aşk Köpekliktir’i yazdım, şahane oldu, kimse bu açıdan bakmamıştı.

“AŞKTA, TEMELDE BİR ŞEY FARK ETTİM, KENDİ HAYATIMDA DA; GEÇİCİLİĞİ”

Evet aşkın bir sanayi haline getirilmesine tepki olarak kaleme alınmış bir romandı. Aşk’ın yok edici tarafıyla ilgilenmenizin nedeni sizi içinde öğütmeye çalışmasından olabilir mi, bu yok edilişin cazibesi nedir ki bu kadar çok insanı teslim alıyor?

Aşkta, temelde bir şey fark ettim, kendi hayatımda da; geçiciliği. O geçicilik; benim büyük ateşli duygularımı, bir sürü şeyi feda etmemi, yaşadığım aşkla hayatımı zehir etmemi bir an da geçersiz kıldı, inanılmaz bir aşk, korkunç bir şey ama bir gün bitti, BİTTİ. O zaman şunu düşündüm ben, hayat bunun üzerine kurulabilir mi, hayat, böyle bir duygunun üzerinde yükseltilebilir mi? Bir devrimci olmayı, bir radikal dinci olmayı, bir feminist olmayı, bir dava için kendini adamayı daha iyi anlayabiliyorum ama sadece bir aşk için…Geçici olan bir şey biliyorum ve bu deneyimi mutlaka anlatmam gerekirdi. Şimdi herkes birbirine aşkım aşkım! Yalan bu. Aşk bir defa yaşanıyor, bilemedin iki tane. O kadar yoğun bir duygu ki sen çağırmıyorsun, o geliyor, beklemeden geliyor, apansız geliyor. O yüzden ben bunu anlatmayı seçtim, bir yalan yaşanıyor ve bu yalan üzerine ticaret kuruluyor, bu yalan üzerine filmler yapılıyor. Ben yazarken temel öçüt, dürüst olmaya çalışmaktır.

Dürüst olmak pahasına aşkı romanlarıma konu bile etmem diyorsunuz…

Anlatırsam böyle anlatıyorum…

“AŞKIN BÜYÜK MUTLULUKLAR GETİRMESİ BİZİM TÜRK YAZARLARIN PALAVRALARIDIR”

Beyoğlu rapsodisinin 198’nci sayfasında, “Ne derlerse desinler, aşk, yaşamdaki en önemli duygu değildir. Aşk kaypak,sahte,kalıcılığı olmayan,tutarsız bir güdüdür.”yazıyor. Aşka itimadı kalmamış bir edebiyatçı tam yazar olabilir mi?

Çok çünkü yazar hayata ayna tutar. Nasıl politikayı anlatmaz, aşkı da anlatmaz. Beni heyecanlandıran hayatın kendisidir. Şeftalinin tadına bakın, rakının tadına bakın, çocuğunuzu severken aldığınız duyguya bakın, ney bu? Bunların hepsinin yerine aşk mı bakacak? Hadi cancım. Aşkı küçümsemiyorum, aşk da lazım, herkes yaşasın, aşkı yaşamayalım gibi bir iddiam da yok ama aşk, temel belirleyen değildir. Bunu söyleyenlerin kendileri intihar etmiyorlarsa yalan söylüyorlardır, aşkları için ölmüyorlarsa yalan söylüyorlardır ve çoğu yalan söylüyor zaten. Ne yapıyorsun, pırlanta alıyorsun paran varsa. Hediye alıyorsun bir süre sonra geçiyor bitiyor, ama gerçek, ama yaşanacak fakat bunun üzerine hayat kurulur mu? Madame Bovary, Anna Karanina hepsi hüsranla biter. Aşkın büyük mutluluklar getirmesi bizim Türk yazarların palavralarıdır. Tenzih ediyorum, Ticari yazan, Türk yazarlarının palavrasıdır. Ama dünyadaki büyük aşklarda, romanlarda hepsinde trajedi vardır, Romeo ve Juliet..Amaç budur zaten imkansızı ümit etmektir.

“EĞER YAZAMASAM ÇOK ÜZÜLÜRÜM AMA AMA ÇİÇEK YETİŞTİREREK DE,.. YAŞARIM”

Siz de zaten terk edilenlerin, aldatılanların içine koymuyorsunuz, annenizi, eşinizi ve kızınızı. Romanlarınızda güçlü kadınları işliyor olmanızı bir takıntı olarak görüyorsunuz, ikinci büyük takıntınız ise bir gülüşü için bütün yazdıklarınızı feda edebileceğiniz torununuz Rüzgâr. İçinizdeki yazarlık güdüsünün nasıl olsa sizi bırakmayacağına dair güven mi bunları söyletiyor?

Yok tam o değil, eğer yazamasam çok üzülürüm ama çiçek yetiştirerek de, köpek besleyerek de, arkadaşlarımla vakit geçirerek de yaşarım çünkü hayatın kendisi her zaman yazmaktan da, sanattan da büyüktür. Hayat kısa, sanat uzun derler ya, hikaye. Asıl var olan hayattır, hayat olmasa biz olmazdık, biz sadece hayatın taklidini çıkartmaya çalışıyoruz, gerçek olan, çarpıcı olan hayattır. O nedenle en büyük şansım yaşıyor olmamdır, ikincisi yazdığım için şanslıyım. Elbette ki Rüzgar bir mucizedir, her çocuk gibi. Rüzgarın gülüşü, elbette benim yazdığım her şeyden daha önemlidir.

“BEN TASAVVUFU BULDUM, AYDINLANDIM DİYE BİR ŞEY YOK.”

Evrelerinize geçelim…. Bab-ı Esrar kitabınızda, yedi yüz yıllık bir cinayetin(Şemsi Tebrizi) sır perdesini aralıyorsunuz. Tasavvufun, Hıristiyanlığın Anadolu’ya etkileri, Hititler ve Alevilik üzerinize yazdığınız yazılardan daha farklı ve kalıcı bir etkisi oldu mu?

Hayır. Şöyle söyleyeyim, Karl Marx ve Friedrich Engels’in, ‘Komünist Manifestosu’nu okuduğumda ne kadar heyecanlandıysam, aynı heyecanı Mevlana’nın şeylerini okurken duydum.  Benim için kültür bir bütündür, ben kültürü, mistik, pozitivist diye ayırmam. Onların içinde doğru bulduğum ne varsa onları alırım. Dolayısıyla bir düşünce ile karşılaştığımda o düşünce beni aydınlatacak düşüncesi tümüyle benim reddettiğim  bir düşünceydi. Neye göre? Sosyalizm düşüncesini eleştirirken, tek doğru benimdir dediğim zaman yanlıştır. Tasavvuf da da böyledir. Tasavvufun da doğru ve yanlış yanları vardır, tıpkı Marksizm gibi..Önemli olan bunları alarak kendi hayat biçiminizi yönlendirmeniz. Hiçbir düşünce kalıbı eksiksiz değildir. Önemli olan sizin onlardan ne aldığınız, ne almadığınızdır. Bunlardan yola çıkarak kendinize çizdiğiniz yoldur. Bunların hepsi teori. Goethe öyle söyler:”Teori, gridir dostum, yaşam ağacı ise yeşil”Biz yeşil alandayız, gri alanda değiliz ama gri alanları bilirsek, yeşil alanda daha mutlu olabiliriz. Tasavvuf da benim için öyleydi, o bitti, şimdi İstanbul’u yazıyorum, benim için değişen hiçbir şey yok. Yani ben tasavvufu buldum, aydınlandım diye bir şey yok. Ona da eleştirel bakıyorum çünkü. Ama çok olumlu yanları var. Ama çok olumsuz yanları da var. Entelektüel olmak, aydın olmak biraz da budur, hiçbir düşünceye boyun eğmem çünkü ben prometus düşüncesine inananlardan biriyim.

“İNANÇ KONUSUNDA ULAŞTIĞIM SONUÇ: BİLİNEMEZCİLİK.”

Hiçbir dine boyun eğmem derken, ateistlik de bir kuram, onun içinde de yanlışlar vardır diye düşünüyor musunuz? Çocukken babanızın yanında Kuran kurslarına, camilere giderken üniversite yıllarından sonra çetin bir ateist olduğunuzu biliyoruz. Bir aydın okudukça Allah’ın varlığına olan inancından neden uzaklaşıyor?

Tabi elbette. Önce tepkiydi, küçükken babam beni camiye götürüyordu, zorluyordu, bu babamın yanlış yöntemi beni itti, biraz da ben babamı küçümsediğim için biz okuyoruz, o cahil yanlışına düştüğüm içindi. Sonra bir yer geldi ve bir dakika dedim, ben ne yapıyorum? Sürüklendik geliyoruz, bir su akıyor ve o su üzerindeki yaprak gibi geldik, ama dur artık çünkü o su bitti! Ben artık kendi yoluma gitmeliyim, kendi rüzgarımı yaratmalıyım, o zamandan beri okumaya başladım, kuran, eski ayet, yeni ayet, Tevrat, İncil..Bunların hepsini okudum, tekrar tekrar düşündüm nedir diye. Ve ulaştığım sonuç, bilinemezcilik. Ben bir dine inanamıyorum ben, inanmak istiyorum, inansam çok rahatlayacağım ama aklım o kadar çok soru soruyor ki, o sorular inanmamı engelliyor.

“BU SORULARI ATLAYIP BİR ŞEYE İNANMAK ZOR, İNANABİLSEM ÇOK MUTLU OLACAĞIM.”

O sorulardan birini buldum yine ben….. Beyoğlu Rapsodisi "Yazgıya inanmam,ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam."diye başlıyor. Burada kurgularınızın çıkış noktası ilahi güce olan merakınız gibi geliyor bana.

Ebette var doğru, çünkü hepimiz şunu merak ediyoruz, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, biz kimiz? Mesela baktığım zaman hayata, tek tanrılı dinlerin tarihteki varlığı 5000 yıl. Yahudilikten İbrahim’in dininden söz ediyorum, insanoğlu 1 milyon yıldır var. Bunlar sorular, bu sorular sürekli aklımda çoğalıyor ve yanıt bulamıyorum. Geçenlerde bir belgesel izlemiştim, Bir Papaz, Tevrat’tan yola çıkarak dünyanın yaşını saptıyor ve bulduğu yaş, 2000 küsür. Bunu oradaki sunucu anlatıyor, şu diyor arkamdaki taş, 2 milyar yıllık. Rahip diyor ki dünyanın yaşı 6000 yıl, bilimsel kanıtlar diyor ki 2 milyar yıl. Bu soruları atlayıp bir şeye inanmak zor. Akıl, ‘yok’ diyor, inanabilsem çok mutlu olacağım.

“MÜSLÜMAN VE TÜRK OLMAYAN KÜLTÜRE İLGİ DUYULMUYOR Kİ BUNDAN BÜYÜK YANLIŞ OLAMAZ”

Okurlarınız belli dönemleri aktaran yazılar yazmanızla ilgileniyor. Çok eski tarihlere uzanıyor görünseniz de, aslında yaptığınız şey, günümüzden yola çıkarak o tarihsel dönem üzerine bir hikaye kurmanız olabilir mi?

Doğru, bugünkü soruların yanıtını ararken, ne olduğu yanıtını ararken geçmişe bakıyorum. Örneğin Patasana’da ülkemizde hala devam eden savaş işlenmiş, neden bu savaş devam ediyor bu merakımı seçmişti. Mesela Ninatta’nın Bileziğinde hala süren Kadeş Bölgesindeki savaşın nedenini aramak için tarihe bakmaya başladım ben. Hem kendi köklerimizi, hem zihniyetimizin köklerini…Bunu da çok seviyorum. Çünkü bizim ülkemizde tarih okumuyoruz, tarihe bakmıyoruz, tarihe bakmadan bugünü bilemezsiniz, şimdi İstanbul üzerine bir roman çalışıyorum, hiçbir şey bilmiyoruz, İstanbul hakkında. Okullara konuşmaya gitmiştim, bu kitap fikri de oradan çıktı, sordum İstanbul’u kim kurdu? Fatih Sultan Mehmet dedi çocuklar, o kadar rezillik. Bir de Müslüman ve Türk olmayan kültüre ilgi duyulmuyor ki bundan büyük yanlış olamaz çünkü biz bin yıldır buradayız, oysa bu topraklardaki kültürün tarihi on binlerce yıl, Çatalöyüt’te, Karkamış’ta yaşayanlar Türk ve Müslüman değillerdi örneğin. İstanbul’u kuranlar da Türk ve Müslüman değillerdi ama biz onların kültürel mirasçılarıyız. Onlar bizim aynı zamanda kültürel atalarımız çünkü onların kültürünü sürdürüyoruz, sen bunlara sahip çıktığın zaman evrensel insan oluyorsun. Sahip çıkmazsan evrensel olmayan, sınırlı insan oluyorsun, buna engel değil bizim Türk ve Müslüman olmamız. Türklüğümüzle de, Müslümanlığımızla da gurur duyuyoruz ama bu bilgileri de toplarsan, tadından yenmez bir kültür oluruz herhalde.

“İNSAN OLMAK ÖNEMLİDİR ÇÜNKÜ BÜTÜN DİNLERİ BİZ YARATTIK, ULUSLARI BİZ YARATTIK.”

‘Patasana’ şiddet ve karşı şiddeti işliyorsunuz.  Etnik kökenleri farklı diye insanların birbirlerini öldürmesine olan karşı çıkışınız. Kürt- Türk çatışması ne zaman son bulur sizce?

Hoşgörü kültürü oluştuğu zaman. Bu politikalarla olmaz, eğer biz ya da bütün insanlık, şöyle bir kültür oluşturabilirsek, bu insan Kürt, Türk, Ermeni, Rum..diye dışlamazsak, dinine göre dışlamazsak, öncelikle ona insan olduğu için saygı duyarsak bir sorun kalmaz. İnsan olmak önemlidir çünkü bütün dinleri biz yarattık, ulusları biz yarattık. Ama önce insan vardı, en büyük değer insan olmaktır. İnsan olmak derken de tabi, öldüren, yok eden insanlıktan söz etmiyorum. Doğayla uyum içinde bulunan insandan, hem doğayı kirletmeyen, hem de onu geliştiren annemizi öldürmeyen bir insan bahsediyorum.

“BENİM KUKLA ROMANIM BUGÜNKÜ ERGENEKON’A GÖNDERME YAPAN BİR ROMANDI”

Süryani tarihini yazarken Mardin’e gittiniz. Orada 1500 yıllık bir kilisenin içine girdiğinizde sanki kendi romanınızın içinde geziyormuş gibi hissettiğinizi ifade ettiniz. Sonradan yaşanacakları gören veya tasavvur eden hikaye veya öyküleriniz oldu mu?

Yok böyle bir iddiam asla olamaz, bugün var olan duruma bakarak, geçmişte yaşananlara bakarak, şöyle bir ön görüde bulunabilirim: Benim Kukla romanım bugünkü Ergenekon’a gönderme yapan bir romandı

O zaman susurluk üzerinden yazılmıştı

Evet Susurluktu, bugün o kitap,  Ergenekon’u anlamak için rahatlıkla okunabilir. Geleceği görmeye inanmıyorum ama sadece bilimsel öngörü olabilir bu. Kültürel önsezi şeklinde olabilir. Bir yazarın da, yeni buluşlar yaptığı şey, ancak yazının teknik buluşlarıdır. Örneğin Dem Brown’ın çıkıp da İsa, Meryem’le evlenmişti demesi tarihçilerin , ilahiyatçıların çok iyi bildiği bir konudur, hiç yeni bir buluş yoktur, orada spekülasyon vardır, ben kendi adıma bu tür spekülasyonları kullanmam, bunları yapmam, bunun yerine bir hikaye anlatmaya çalışırım. Onu en iyi ilahiyatçılar bilir veya Hititler üzerine en iyi bilgiye sahip olan histologlardır, tasavvuf üzerine en iyi bilgiye sahip olan mutasavvıflardır, ben değilim, ben bilmiyorum ki, ben en iyi soru sorarım. Kimseye tasavvufu öğretmek gibi bir derim olamaz, sadece merak uyandırmak gibi bir derdim olabilir. Ben bir hikaye anlatıcısıyım.

Ama siz hikaye yazarken konunun içine nüfuz ediyorsunuz, o konu ile etle kemik haline geliyorsunuz.

O hikayeme ve okuruma duyduğum saygıdan kaynaklanıyor.

“ERGENEKON KONUSUNDA HÜKÜMET PAZARLIKLAR İÇİNDE”

2002’de yayınlanan Kukla’dışa açılan bir kitaptı ayrıca Susurluk olayından yola çıkılarak yazılmış bir romandı. Bugün generallerin yargılanacağı 2nci Ergenekon iddanamesi ve mahkemeye sunulacak 3ncü iddianame’ye bakacak olursanız, karanlık geçmiş aydınlanır mı, bu dava bıçakları kesmeyen bir makas ve kumaşıyla birlikte elimizde mi kalır?

Elbette bu insanlar yargılanabilir, sadece bunlar değil 12 Eylül darbesini yapanlar da yargılanmalıdır, 12 Mart darbesini yapanlar en azından düşünsel olarak mahkum edilmelidir, bu ülkede parlamenter demokrasi varsa demokrasinin kurallarına uyulmalıdır, yapıla bilir mi? yapılabilir ama çok büyük kuşkularım var çünkü bu ergenekon darbe zihniyetinin mahkum edilmesi için aslında bunun arkasında büyük politik güçlerin durması gerekir, kim onlar? Sivil toplum örgütleri, sendikalar, bütün parlamenter partilerin bunun arkasında durması gerekir oysa biz baktığımızda bir kararsızlık var. Hükümet de bir pazarlık içinde. Hükümet de yeterince kararlılıkla bu işin üzerine gitmiyor. Çeşitli pazarlıklar devam edip geliyor o nedenle biraz kuşkularım var. Eğer bu olay Arjantin’de olduğu gibi halkın, sendikaların, büyük kitle örgütlerinin talebiyle gerçekleşseydi, ergenekon soruşturması böyle başlasaydı bunlar daha kolay yargılanırdı ama bu süreç hükümetin, biraz da ABD’nin düğmeye basmasıyla gerçekleşti. Çünkü ABD, kendi yarattığı Frankestayn’a sahip çıkamıyordu. Bu Frankestayn’ı ortadan kaldırmak istediler, en azından tırnaklarını kesmek istediler.  O nedenle biraz kuşkuluyum, yeterli sonuç vereceğinden ve demokrasimizin güvenli hale geleceğinden.

“DEMOKRATİK BİR ANLAYIŞA SAHİP OLMAYAN SİYASİ PARTİLERİN BU ÜLKEDE DEMOKRASİYİ KURMALARI BÜYÜK SORU İŞARETİ”

Mahmut Övür, “Ergenekoncular ve Ergenekon’a paralel bir örgüt daha var. Bu iki örgütün kavgası yaşanıyor ülkede” diyor. Sizce bu örgüt yumurtalarını nerelere bırakmıştır yani nereleri ilaçlamak gerekir?

Bence asıl mesele şu, bunları polisiye önlemlerle yok etmek önemli, yani bu insanların yargılanması simgesel olarak da çok önemli. Ama asıl mesele demokrasinin yerleşmesi. Tanzimat’tan bu yana demokrasi deneyiminden söz edebilir, 200 küsur yıla yakın bir şeydir bu. Çok partili döneme geçtikten sonra bile oturmadı, birinci mesele bunun oturmasıdır, Enteresan bir şey oldu, Yunanistan’da darbe olduktan sonra generaller çıkmaza düştüler ve burjuva politikacıları yani o dönem Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in muadili politikacılar dediler ki:”Gelin size bu iktidarı geri vereceğiz”Adamlar, “Hayır, önce siz yargılanacaksınız, çünkü siz Anayasayı çiğnediniz”dediler. Bizimkilerde koşarak gittiler, bu anlayış, bu zihniyet hala beraber yürüyor yani önemli olan demokrasi değildir, önemli olan devlettir diye bir anlayış var bu insanların kafasında. Ama bugünkü siyasi partilere baktığınızda onların kendi içinde ne kadar demokrasi var, bu da başka bir tartışma konusu. Yani Tayyip Erdoğan’ı oradan kim alabilir, mümkün değil, Deniz Baykal’ı oradan kim alabilir, mümkün değil, Bahçeli’yi kim alabilir, mümkün değil, demokratik bir anlayışa sahip olmayan siyasi partilerin bu ülkede demokrasiyi kurmaları nasıl mümkün olabilir? Büyük soru işareti.

“ÖNEMLİ OLAN NEYİ ANLATTIĞINIZ DEĞİL, NASIL ANLATTIĞINIZ”

Yapıtlarınızı oluştururken, özgün olmaya, daha önce yaratılmamış olanı yaratmaya önem verdiğinizi söylüyorsunuz. Yaratılmamış olanı yaratmak nasıl bir hak ve avantaj sağladı size?

Ölçütler vardır ya, iyi bir yemek nedir diye sorduğunuzda, hiç tadılmamış bir tat dersiniz, sanatta da en iyi olan şey, yapılmamış olandır. Picasso’nun resimlerine baktığınız zaman, abuk subuk resimler bunlar dersiniz, kadının üç kulağı var…ama aslında Picasso’nun yaptığı şey, yapılmamış olandır, sanatta önemli olan sizden önce yapılmış olanları tekrarlamak değil, yepyeni bir şey yapmaya çalışmaktır. Picasso’yu, Picasso yapan budur. Her şey anlatıldı, bütün iğrençlikler, sapıklıklar, önemli olan neyi anlattığınız değil, nasıl anlattığınız. İşte o nasıl anlattığınız şey, hiçbir zaman anlatılmamış gibi anlatmaya çalışmaktır. Bunu başarabilirseniz büyük sanatçı oluyorsunuz.

“KÖŞE YAZARLIĞI DA DEĞERLİ BİR ALANDIR AMA YARATICILIK DEĞİLDİR”

Ben bir tanesini yakaladım…..Yeni Zellandalı yönetmen Vincent Ward’ın "İnsan Yüreğinin Haritası" adlı filminden esinlenerek “İnsan ruhunun haritası”nı yazdınız. Burada yazar ile yaratmak arasındaki bağı irdeliyorsunuz.  Bir yazarın yaratandan farkı nedir, köşe yazarı da yazgıdaşlarınızla aynı safta tutulabilir mi, yaratıcı vasıflarla mı donatılmıştır sizce?

Hayır, küçümsemek için söylemiyorum, gazetecilik bambaşka bir alandır, köşe yazarı da değerli bir alandır ama bu yaratıcılık değildir, bu sözünü ettiğimiz şey, sanatsal bir yaratımdır yani sözcükleri kullanarak imge yaratmak ve imge yoluyla insanların zihnine seslenmektir. Gazeteci doğrudan bir olayı anlatır, bir olay olmuştur, bu olayı analiz eder, tahlil eder, olayın sonuçlarını aktarır. Ama bir yazar imgeler yaratarak bir dünya kurar ve bu dünyaya baktığımızda, o dünyanın prizmasına biz, gerçek dünya diyoruz. Gerçek dünyada göremediğimiz şeyleri bu dünyada görürüz ve o zaman gerçek dünya aslında büyük bir kitaptır, hayatın kendisi bir kitaptır. Edebiyatı veya başka sanat alanlarını okuyarak bu dünyayı nasıl okumamız gerektiğini öğreniriz.

“UYGUR KATLİAMINA, TÜRK OLDUKLARI İÇİN DEĞİL, İNSAN OLDUKLARI İÇİN KARŞI ÇIKMALIYIZ”

O zaman şu konuya da okuyuculuğunuzu tutmak istiyorum…ne Erdoğan, ne Erdoğan’ın:” Uygur Türkleri çok ağır baskı görürken, Ankara’da ağırladığınız Çin Devlet başkanına Devlet Nişanını nasıl verdiniz”diye suçladığı Baykal… Dünya Uygur Türklerine, İran ve Ermeni meselesine gösterdiği duyarlılığı gösterdi mi sizce? 

Aslında sorun ister Türk olsun, Kürt olsun, Ermeni olsun, ister Afrika’daki tutsi kabilesi oldun herhangi bir gurubun yok edilmesine yönelik bu barbarca saldırıya karşı çıkmaktır. Devlet politikaları bir takım diplomatik nedenlerle veya ticari nedenlerle gerekli tepkileri göstermekten aciz kalıyorlar. Elbette Çin’in yaptığı katliama karşı soykırıma yaklaşan vurdumduymazlığa karşı sesimizi yükseltmek son derece  önemli, adice, aşağılık, iğrenç bir uygulamayla karşı karşıyayız, kim olursa olsun sahip çıkmamız gerekir. Türk oldukları için değil, insan oldukları için karşı çıkmalıyız. Çünkü ona karşı çıkmazsanız siz bu uygulamayı kabul ediyorsunuz demektir. Öbür gün size uyguladıklarında sesinizi çıkaramazsınız, çıkarmaya hakkınız yoktur. Bu onurlu yaşamanın ön koşullarından biridir.

(www.haberx.com)

YORUMLAR 13
  • baba 7 yıl önce Şikayet Et
    hala allah birdir ondan başka illah yok diyemiyor neden rabbim nasip etmiyor
    Cevapla
  • seda 14 yıl önce Şikayet Et
    AMAÇSIZ ARAYIŞ İÇİNDE KAYBOLMAK...!. Kendisi birçok dini kitabı incelediğini fakat bir şey bulamadığını ,kafasında soru işaretleri kaldığını söylemiş ..insan birşeyi bulmayı amaçlamağı zaman ,ispat ve kanıt istemeyen aşikar olan şeyleri bile gösterseler ne olduğunu anlayamaz ...buda aynı o hesap işte..bende kavim adlı kitabını okucaktım ama artık okumayacağım Allahın varlığına inanmayacak seviyede olan birinin bana kazandıracak hiç birşeyi yoktur... Yüce Rabbim den dilerim bu yorumlar hidayete ermesine vesile olur..
    Cevapla
  • metehan yavuz 14 yıl önce Şikayet Et
    manasız insanlar.... herkes çok güzel yorumlar yazmış..ağızlarınıza sağlık.böyle aslında kendini aydın -sanan- şahısları okumayarak tepkimizi en azından dile getirebiliriz..yüce Allahı tanımayan birinİN sözüne mana vermek te çok saçma olurdu zaten....
    Cevapla
  • Kadim Kültür 14 yıl önce Şikayet Et
    Cenab ı Hakkın verdiği Akılla Gubuzluk yapmak. Rabbim akıl vermiş yetmemiş vahiyde göndermiş delileri her yere serpiştirmiş adam inanmıyor. Ego nun nasıl ilah edinilebileceğinin tipik örneği. Müslüman psikologlar inkar tipolojilerini kuran dan süzerek örnekleri ile irdelemeli modern zihnin hizmetine sunmalıdır tabi anlamayanlar için.
    Cevapla
  • Enes Albay 14 yıl önce Şikayet Et
    insanoğlunun ortaya çıkışı 3. Yani Hristiyanlırın ve Yahudilerin yorumlayarak dünyanın yaşını hesaplamaya çalıştığı kipları aslında onlardan öncekilerin konsüller neticesinde, siyasi açıdan güçlü olanın beğenip kabul ettiği, dönemin kiliselerinin yazmış olduğu inciller arasından seçilip, kabul edilmiş ve büyük oranda pagan kültürlerden etkilenmiş kitaplardan başkası değil.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
DİĞER HABERLER
İBB'nin metro beceriksizliğinde yeni adres: Tam 5 gündür kapalı!
Demirkubbe'den eksiği yok diyerek açıkladı: işte Türkiye'nin Gökkubbesi!