Mehmet Akif Okur'dan 2016 yorumu

Doç. Mehmet Akif Okur 2016 yılında uluslararası siyasette neler olacağını değerlendirdi.

Mehmet Akif Okur'dan 2016 yorumu
Mehmet Akif Okur'dan 2016 yorumu
GİRİŞ 13.02.2016 19:11 GÜNCELLEME 14.02.2016 07:12

Müjdat GÖKÇE ; Muhterem Hocam, 2016 ve Bölge Stratejisini bizim için yorumlar mısınız ?

Mehmet Akif OKUR ; 2016'ya Bakarken: Göz Değişmeden Göreceklerimiz Değişmez

Takvimler değiştirilirken çok merak edilenler arasında bu soru da yer alıyor. Muhtelif platformlardaki en yaygın cevaplama şekli ise ufkumuzda biriken kara bulutları yeni keşfediliyorlarmış gibi tasvir etmek. Ancak işaret edilen tehditlerin bazıları, kamuoyunun bir bölümünün görüş menziline şimdi girmiş olsalar da, aslında ansızın ortaya çıkmadılar. Varlıkları, hayli vakittir hissediliyordu. İyice farkedilir olunca da devlet politikalarını belirleyen hâkim “stratejik göz”ün merceğinden anlamlandırıldılar. “Dün”, söz konusu değerlendirmelerden sonra girilen ana stratejik güzergâhın neticeleriyle “bugün” yüz yüzeyiz. Kapımızda biriken bu meseleleri sıralayıp her biri için anlık ve müstakil tavsiyelerde bulunarak kalıcı çözümlere ulaşamayız. Önümüze yeni ve kuşatıcı yol haritaları serecek derinlikli bir muhasebeye ihtiyacımız var. Bu yüzden, daha iyi bir yarının peşindeysek, parametreleri dünden belirlenmiş sonuçlar evreninde gündelik problem çözümü çabalarına hapsolmamalıyız. Tahlillerimizi yalnızca sıcak başlıklara hasretmemeli, tehdit listelerini önümüze koyan “stratejik gözler” hakkında düşünmek için de mesai harcamalıyız.

STRATEJİK GÖZLERİN ETKİSİ

İşe şu tespitle başlayabiliriz. Farkında olsak da olmasak da, neyin hangi boyutlarda güvenlik tehdidi arz ettiğine sempati beslediğimiz stratejik gözün aksettirdiklerinden etkilenerek karar veriyoruz. Gündemi şekillendirmeye muktedir sınırlı sayıda akademisyen, danışman, siyasetçi, uzman, gazeteci vb'den oluşan stratejik düşünce toplululuklarındaki hakim perspektifler, yani stratejik gözler, kanaatlerimizi ve politika seçeneklerini belirliyor. Nitekim, yakın geçmişimizi, farklı stratejik gözler arasındaki rekabetin tarihi olarak da okuyabiliriz. Türkiye'nin demokratikleşme serüveni, ülkemizin kaderine on yıllar boyunca yön veren müesses stratejik gözün çoğullaşmaya doğru evrimini de bünyesinde barındırıyor. Bu süreçte, ideolojik bir formatla savunulan kurumsal çıkarlar ve pratik tecrübenin sentezine dayanan bürokratik akıl, siyaset aracılığıyla devlete taşınan yeni çıkarlar ve düşünme biçimleri tarafından dönüşüme zorlandı.

İNŞACI TEORİNİN HÜKÜMRANLIĞI

1990'lardan itibaren hızlanan bu dinamiğin zihin haritasını anlamaya çalışırken pek çok faktörü masaya yatırmamız lazım. Bunlar arasında, Türkiye'nin tek kutuplu dünya sistemine eklemlenişine paralel şekilde akademi üzerinden yayılan fikirler, örneğin güvenlik kuramları da yer alıyor. İlk bakışta, çok az kişiyi ilgilendiren soyut teorik meseleler ile somut siyasi tartışmaları bağlantılandırmakta zorlanabiliriz. Bu güçlüğü aşmak ve iki alanın birbirleriyle irtibatını zihnimizde canlandırabilmek için uluslarası ilişkiler ve güvenlik yaklaşımlarının medya ve siyaset gibi mecralar üzerinden daha geniş kitlelerle buluşan adı konulmamış popüler versiyonlarını da dikkate almalıyız. Siyasetçilerin sloganlaştırdıkları kimi cümleler, gazetecilerin günlük meseleleri izah için başvurdukları basitleştirilmiş şablonlar vb., soyut akademik kurguları halkın idrak dünyasına tercüme ediyorlar.

Söz konusu dönemde yurt içinde ve dışında Türk akademisyenlerin doktora tezleriyle diğer bilimsel nitelikli çalışmalarına bakıldığında konstrüktivizm/inşacılık ve türevlerinin hayli yaygın bir teorik çerçeve olarak kullanıldığını görüyoruz. İnşacılık, diğer özelliklerinin yanı sıra, uluslarası ilişkilerin şekillenişinde vurguyu yapıdan faile doğru kaydırmakta; fikirlerin, kimliğin ve kültürün etkisine alan açmaktaydı. ABD ve Avrupa'da Soğuk Savaş'ın maddi kapasitelere dayalı dengeleri içerisinde güç hiyerarşisine tabi sınırlı seçeneklere odaklanmaya alışmış eski stratejik göz; maddi olmayan faktörleri seferber ederek kazanımların elde edilebileceğini, sorunların çözülebileceğini vadeden genç kuramlar karşısında cazibesini hızla yitirmekteydi. Kopenhag Okulu gibi yeni güvenlik ve çatışma çözümü yaklaşımları, pek çok tehdidin aslında somut gerçekler olmadığını anlatıyorlardı. Meseleleri “biz”, kimlikle bağlantılı çıkarlarımız vb yüzünden ürettiğimiz söylemler aracılığıyla güvenlikleştiriyorduk/güvenlik sorunu haline getiriyorduk. Tehditlerden kurtulmanın/çatışmaları çözmenin yolu da kendi kimliğimizi dönüştürerek eskiden tehdit kabul ettiğimiz meseleleri güvenliksizleştirmek/tehdit saymaktan vazgeçmekti. Bizim değişimimiz, karşı tarafın da tehdit algılarını değiştirmekte, böylelikle de çözülmez zannedilen sorunlar kolaylıkla bertaraf edilebilmekteydi. Söylemin dönüştürücü gücü, kaba kuvvetin yok edemediği husumetleri bitirebilirdi. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası dönemde inşacı yaklaşım, “doğduğu muhitteki” pek çok sorunun çözülmesinde hayli işlevsel roller üstlendi.

GÜVENLİKSİZLEŞTİRMENİN NEGATİF SONUCU

Türkiye'de de, doğrudan yahut dolaylı olarak inşacılığın argümanlarıyla beslenen, müesses devlet kimliğine muhalif yeni bir stratejik göz, iç ve dış politikaya son dönemde yön veren sivil ve siyasi hareketlerle kolayca bütünleşerek popülerlik kazandı. 2000'li yılların başında liberal ve muhafazakar intelijansiya, stratejik meselelerde ortak gramere farklı sözler yazarak önce muhalefette ardından da iktidarda bir blok oluşturdu. Milli kimlikten dost ve düşman tanımlarına kadar herşeyin kolayca yeniden kurgulanabileceğini varsayıyorlardı. Türkiye'yi meşgul eden pek çok meselenin ardındaki somut gerekçelerin aslında ortadan kalktığına inanıyorlardı. Buna rağmen, güvenlikleştirici söylemden vazgeçilmeyişinin başka gerekçeleri olduğu kanaatindeydiler. “Dört tarafı düşmanla çevrili Türkiye” algısı, müesses nizamın tasarruflarına meşruiyet sağlıyordu. Hem iktidarı içerdeki eski elitlerden devralmanın, hem de sorunları çözerek halk desteğini arttırmanın yolunun yaygın “güvenliksizleştirme”den geçtiğini düşündüler. İlk dönemde, Türkiye'nin Osmanlı beşeri coğrafyasıyla ilişkilerini potansiyelinin altında yürütmesine sebep olan kimi ideolojik engellerin aşılmasına yaptığı katkı hariç tutulursa, tek başına güvenliksizleştirmenin sorunları çözmeye yetmediği, bugün geldiğimiz noktada açıklıkla görülebiliyor. “Çözüm için Rumlardan bir adım önde olma” vurgusuyla tartışılan Annan Planı, Ermenistan'la imzalanan protokoller, Esed rejiminin hızla dönüşeceğine dair abartılı beklenti ve Suriye'deki kantonlaşmanın engellenmemesi dahil PKK hareketiyle ilgili süreç, Türkiye şartlarına eksik tercüme edilmiş inşacı stratejik gözün ağırlığını hissettirdiği önemli örnekler arasında yer alıyor.

Şüphesiz bu sonucu tek faktörle, yalnızca belirli teorik kurguların karar alıcılar üzerindeki etkisiyle izah edemeyiz. Ancak, olan-biteni anlamaya çalışırken fikirlerin gücünü de hesaba katmalı, bizi körleştirmelerinden sakınmak istiyorsak da evrenselmiş gibi gözüken formüllerin bağlamları değiştikçe nasıl farklı sonuçlar doğurabildiklerini iyi idrak edebilmeliyiz.

Uluslararası ilişkiler kuramları, çoğunlukla üretildikleri ülkenin dünya siyasetiyle konjonktürel münasebetlerinden etkilenirler. Bilim insanları, özel bir telkin hissetmeseler bile devletlerinin taraf olduğu büyük dış politika tartışmalarına dair bir perspektife ve ülkeleri adına sorun çözme motivasyonuna sahiptirler. Konstrüktivizm, nükleer silahlara dayalı dehşet dengesinin ve ABD'ye kaba kuvvetle meydan okuyabilecek ciddi rakibin ortadan kalktığı bir iklimde yaygınlık kazandı. Savaş yapma/askeri müdahalede bulunma tekelini zaten elinde tutan Washington'un bu dönemdeki ihtiyacı, Demir Perde'yi yıkan zaferin ganimetlerini kalıcı kılacak uygun savaş dışı stratejilerin keşfiydi. Söylemin sihirli gücü bu esnada yeniden hatırlandı. Kuramın orijinal tarihsel şartlarının konumuzla alakası bakımından öncelikle dikkat etmemiz gereken tarafı, inşacı iddiaların diğer kuvvet parametreleriyle münasebetidir. Söylem, ancak maddi güçler arasındaki dengesizliğin gölgesinde sonuç üretmekteydi.

Örneğin ABD, küresel iktidar hiyerarşisinin alt basamaklarında bir ülkeyle ilişkilerindeki sorunları, çıkar tanımlarını yenileyerek çözmek isterse sistemdeki diğer oyuncular bu yeni politikadan rahatsızlık duysalar da süreci çelmelemeyi kolay kolay düşünemezler. İlgili ülkenin husumeti sürdürmesi ise yalnızca ödeyeceği tek taraflı bedeli arttıracaktır. Bu yüzden, sonucu belli bir askeri çatışmaya girmek yahut ambargolarla boğuşmaktansa gerilimden çıkış imkanı sunan yeni söyleme ikna olmak, pek çok rasyonel aktöre daha makul gelebilir.

DİĞER AKTÖRLERİN ETKİSİ

Ancak, açıktır ki dünya sistemindeki konumu, Ankara'ya aynı imkanları bahşetmiyor. Türkiye'nin dönüşerek dönüştürmek istediği aktörleri çatışmanın çözümünden çıkarları etkilenecek diğer oyuncuların nüfuzundan bütünüyle yalıtma imkanı yok. Yine bu aktörler, sorun çözülmediği takdirde ağır bir bedel ödemek zorunda kalacaklarını da düşünmüyorlar. Üstüne üstlük, Ankara'nın eski siperlerini terk edişini, uzlaşmaya yönelik iyi niyetli bir adımdan ziyade zaaf alameti olarak yorumluyor, kendi pozisyonlarında ısrar için inanç ve umut tazeliyorlar. PKK meselesinde şahit olduğumuz gibi, güvenlikleştirme/güvenliksizleştirme süreçlerinin kısa zaman aralıklarıyla ters istikametlerde tekrarlanışı, ilave güvenilirlik zafiyeti yaratarak sözün tesir kudretini aşındırıyor.

ÖĞRETİCİ SONUÇLARA ULAŞMAK

Söylemin gücüne dayanılarak yürütülen stratejilerin başarısızlıklarında, layıkıyla yönetilemeyen psikolojik faktörler de önemli paya sahipler. Örneğin, Bir dış politika ilişkisinin yalnızca tehdit kategorisinden çıkarılıp güvenliksizleştirilmesiyle muhatabın dönüştürülebileceğine dair abartılı ümit, zamanla yerini eski düşmanın hızla değişmesi gerektiğine dair güçlü inanca bırakıyor. Beklentilerin gerçekleşmeyişi ise rasyonel sayılabilecek sınırları aşan tepkileri tetikleyebiliyor. Duygusallaşmış reaksiyonlar, aradaki münasebetleri güvenliksizleştirme sürecinden önceki konuma kıyasla daha gerilimli bir safhaya taşıyor. Pasif husumetten, aktif düşmanlığa geçiliyor. Suriye ve PKK ile ilişkilerin dalgalı seyrinin bu çerçevenin içinden yeniden değerlendirilmesi, bizi çok öğretici sonuçlara ulaştırabilir.

MUHALEFETİN KÖRLÜĞÜ

Bu değerlendirmelerle, yazımızın ilk bölümünde zikrettiğimiz soruyu yeniden düzenleyebileceğimiz noktaya geldik. 2016'da ve sonrasında Türkiye'nin yüzleşmek zorunda kalabileceği güvenlik sorunlarını sağlıklı biçimde teşhis için nasıl bir stratejik göze ihtiyacımız var? Cevabı nerede aramamamız gerektiğini yukarıda özetledik. Ancak, şu hususu da ilave etmeliyiz. Eski iktidar bloğunun artık muhalefetteki bileşenleri de Türkiye'nin Batı'yla bağlarını sıkılaştırarak tüm sorunlarını çözebileceği inancına yaslanmanın ötesine geçebilmiş değiller. Zihinlerindeki, 1990'ların tek kutuplu atmosferinde küreselleşme rüzgarlarının sert estiği günlerde donmuş dünya sistemi imajı ve Batı tasavvuruyla aktüel gerçeklik arasında büyüyen bir gerilim var. Ekonomiden sosyal ve siyasi hayata uzanan yelpazede muhtelif renkleriyle yeni milliyetçiliğin zeminini dünya ölçeğinde her geçen gün genişlettiği günlerdeyiz. AB ülkeleri, sınırların tahkimi ve milli kimlikle ilgili tartışmalarla çalkalanıyor. Yeryüzü rüzgarları, düşünce dünyalarını referans değerlerden ziyade somut Batılı modellere dayandıran Türkiyeli liberaller ve müttefiklerinin karşısından esiyor. Ayrıca, iktidar kavgasının gereklerini ideolojik tutarsızlık pahasına öncelemenin yarattığı, sonuçları orta ve uzun vadede hissedilecek tahribatı da not etmek lazım. PYD/YPG'nin Suriye'deki kantonlarında uyguladığı bireyi ezen baskıcı kollektivist modeli, sırf bu örgüt ABD'yle işbirliği yapıyor diye görmezden gelip "Rojava'ya" alkış tutacak derecede ideolojik kök değerlerinden çok ulus ötesi ittifaklarına sadık bir liberalizmin üreteceği stratejik göze güvenmek mümkün mü?

TÜRKİYE'NİN SINIR BOYUNDAKİ BULUŞMA

Bu soruya verdiğimiz "hayır" cevabı ve yeni dünya gerçekliği, arayışımızın yönelmesi gereken istikamete de işaret ediyor. Büyük Ortadoğu Yangını, dünya düzeninin çatışmaya doğru evrilen dinamikleriyle Türkiye'nin sınır boylarında buluşuyor. Önümüzde uzun ve zorlu bir mücadele çağının kapıları açılıyor. Kopmakta olan fırtınayı en az badire ile atlatabilmek için dünkü yanlışları tekrarlatmayacak bir stratejik göze ihtiyacımız var. Bu yüzden yeni "Türk gözü"nün parametreleri, 2016'daki tartışma gündemimizin ayrılmaz bir parçası olmalı. Zira, göz değişmeden göreceklerimiz değişmez...

Röportaj: Müjdat Gökçe

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Yeni bir “Yakup’un keçisi damdan düştü” vakası
Onlar işaret edildi! Erdoğan-Biden zirvesini engellemeye çalışıyorlar