Şiddeti anlamak

Yrd.Doç.Dr. Ayşegül Sili Türkiye'nin son dönemde sık sık yaşadığı şiddet olaylarını anlattı.

Şiddeti anlamak
Şiddeti anlamak
GİRİŞ 13.02.2016 17:14 GÜNCELLEME 14.02.2016 07:14

Gazeteci/Yazar Müjdat Gökçe, Yrd.Doç.Dr. Ayşegül Sili ile Türkiye'nin son dönemde sık sık yaşadığı şiddet olaylarını konuştu...

Şiddet nedir tanımlar mısınız? Kaç tür şiddetten bahsedebiliriz?

Şiddet, son yıllarda artan şekilde toplumun bütün kesimlerini rahatsız eden ve bu sebeple giderek daha fazla tartışmanın konusu haline gelen bir toplumsal olgu. Gerek aile ve yakın çevre ilişkilerinde, gerekse kitlesel bazda şiddetin, gittikçe artan derinlikte hissedilir hale gelmesi, özellikle genç kuşağın saldırgan davranışlara yatkınlığına ilişkin gözlemlerin sebep olduğu gittikçe artan kaygılar, sosyal bilimcilerin bu konuda daha fazla çalışma yapmasını gerekli kılıyor.

Şiddet kavramının nasıl tanımlanması gerektiği üzerine genellikle felsefe, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji disiplinleri kapsamında farklı görüşler ileri sürülse de, şiddetin ne olduğuna ilişkin yaklaşımlar – patolojik eğilimler bir tarafa bırakıldığında – şiddetin sosyal bir durum içerisindeki bağlamından ayrı düşünülememektedir. Bununla birlikte şiddet kavramının insanda doğal ve psikolojik bir özellik olan saldırganlık dürtüsü ve biyolojik açıdan birtakım hormonlarla ilişkisi dışında ele alınması bizleri eksik ve hatalı sonuçlara ulaştırabilmektedir. Bütün bu faktörler birlikte düşünüldüğünde, çeşitli tanımlarında ortak olan özelliklerden hareketle şiddet, bireyin savunma amaçlı olmaksızın, karşı tarafa zarar vermeye yönelik psikolojik, sözel, ekonomik, cinsel, fiziksel vb. davranışlarını ifade etmektedir.

Şiddet kavramının özellikle modernleşme süreçleriyle beraber kapsamı ve türlerinin genişlediği, günümüze gelindiğinde siyasal, enformatik şiddet gibi nispeten yeni şiddet türlerinden de sözedilmeye başlandığı ve günden güne gelişen ‘insan hakları’ anlayışına paralel olarak bu kavramın sürekli genişlemeye elverişli bir hal aldığı söylenebilir. Şiddetin karmaşık yapısı ve çok yönlülüğü, saldırganlık üzerinde etkili olan faktörlerin çokluğu ve iç içe geçmişliği,  şiddet üzerine söylenen sözlerin göreliliğinin başlıca sebepleridir. Bununla beraber şiddetin değişik biçimleri vardır ve bu biçimler toplumsal ve tarihsel açıdan farklı değerlendirmelere tabi tutulmaya müsaittirler. Bir toplumda şiddet olarak görülen davranış diğerinde normal algılanabileceği gibi, aynı toplumda bir zamanlar normal görülen bir davranış, şartların değişmesi ile beraber sonraları şiddet kapsamında değerlendirebilir. 

Bu noktadan hareketle herhangi bir davranışa şiddet diyebilmek için iki temel ölçütten söz edilmektedir: Birincisi güç bulundurma ya da zor potansiyeli, ikincisi ise zorlama ya da zorbalık. Yani zarar verme-engelleme, yaptırma-yaptırmama. Bu iki nitelikten birincisi potansiyel şiddete, ikincisi eyleme karşılık gelmektedir. Şiddet literatüründe ise en fazla kabul gören tanımlardan birisi Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımıdır. Buna göre şiddet; fiziksel bir gücün veya baskının kasıtlı olarak bireyin kendisine, başka birine veya bir gruba veya topluma yöneltilmesi ve bunun sonucunda yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, gelişim bozukluğu veya yoksunluk durumunun ortaya çıkması veya ortaya çıkma olasılığının yüksek olmasına neden olacak şekilde kullanılmasıdır.

Başlıca şiddet türleri ise dört grupta ele alınmaktadır:  Fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddet. Fiziksel şiddet kaba kuvvetin korkutma, sindirme ve yaptırım aracı olarak kullanılmasını, yani itmek, vurmak, dövmek gibi fiziksel gücün kullanıldığı durumları tanımlamaktadır. Psikolojik şiddet aşağılama, küfür etme, hakaret etme gibi sözlü şiddet eylemlerini de içeren duyguların baskı aracı olarak kullanıldığı ve yıkıcılık düzeyi oldukça yüksek davranış kalıplarını içermektedir. Cinsel şiddet, bireyi (özellikle kadını) evlilik içi veya dışı, istemediği zamanda ve istemediği biçimde cinsel ilişkiye zorlamak, cinsel içerikli imalarda bulunmak, cinsel içerikli sözcükler söylemek gibi davranışları kastetmektedir. Kimi zaman aile içerisinde ensest olarak da görülebilmektedir. Ekonomik şiddet ise, ekonomik kaynakların ve paranın, birey üzerinde bir yaptırım, tehdit ve kontrol aracı olarak kullanılmasını ifade eder.

Şiddet gibi karmaşık bir olgu üzerinde konuşurken, konunun çok boyutluluk vasfı bir yana, farklı koşullardaki değişik dışavurum biçimleri üzerinde birkaç noktanın altını çizmek gerekmektedir. Saldırganlık eğiliminin, ortamın özelliklerine göre, kendisini fiziksel, sözel, cinsel, duygusal tepkiler gibi çeşitli dışavurumlarla, belirli şiddet davranışları biçiminde ortaya koyduğu bir gerçektir. Hatta saldırganlık dürtüsü, toplumsal bir tepkiye maruz kalmamak için kimi zaman örtük bir şekilde mizah, espri ya da dolaylı anlatılara bürünmek suretiyle de karşımıza çıkabilir. Toplumlar modernleşme süreçleri içerisinde ilerledikçe, üyelerinin saldırganlık eğilimlerinin yok olmadığı, aksine, zihinsel yetiler ya da eğitimin gelişmesi ile birlikte, biçim değiştirerek nispeten ‘ince’ bir form kazanmaya başladığı yapılan çeşitli araştırmaların da konusunu oluşturmaktadır. Modern insan, saldırganlık eğilimini fiziksel şiddet uygulamaktan ziyade, sözel, gittikçe duygusal şiddet davranışlarını tercih ederek ortaya koymaktadır. Bu durum şiddet tanımının da zaman içerisinde genişleyip, derinleşmesinin esas sebeplerindendir.

Günümüzde yalnızca fiziksel ya da sözel davranış kalıpları şiddeti tanımlamada yetersiz kalmakta, gelinen noktada ‘bireyin kendisini ifade etmesine engel olan her şey’ şiddet davranışı tanımına dâhil edilebilmektedir. Yaşadığımız zaman diliminde siyasal iktidarın ya da aile içerisinde otorite sahibi olan bireyin, diğerlerine ekonomik baskı ve kısıtlamalar getirmesi ekonomik şiddet kavramı adı altında düşünülmekte, hatta aile açısından baktığımızda bir boşanma nedeni bile sayılmaktadır. Yine bireyin, haber manipülasyonları ile yanlış yönlendirilmeye çalışılması enformatik şiddet kavramını literatüre eklemeyi gerekli kılmaktadır. Birey, sosyal hayat içerisinde farklı şiddet biçimleri ile o kadar fazla karşı karşıya kalmaktadır ki, bu durum onun bir o kadar da şiddetin öznesi olmaya, şiddet sarmalına bir şekilde dahil olmaya yöneltmektedir. Bunların dışında terör, kendine yönelik şiddet, dolaylı şiddet, sembolik şiddet gibi birçok farklı şiddet türünden de söz etmek mümkündür. Şiddet olgusu, bütün boyutlarıyla bireyi hem içsel, hem de dışsal olarak çepeçevre saran ve gittikçe büyüyen bir gerçeklik halini almaktadır.

Birey neden şiddet uygular? Şiddete neden yönelir? Şiddete yönelmesindeki başlıca sebepler ne olabilir?

Şiddet olgusunun, birbiriyle bağlantılı birçok değişken sebebiyle ortaya çıktığı bilinmekle birlikte, Freud’un insandaki iki temel dürtüden birisi olarak gördüğü saldırganlıkla şiddet arasında doğrudan ilişki olduğunu söylemek gerekir. İnsanoğlu yaşamını sürdürebilmek için doğal ve gerekli olan saldırganlık eğilimi ile doğar. Ancak saldırganlığın ne ölçüde meşru olduğunu açıklamak ya da hangi sınırdan sonra şiddete dönüştüğünü belirlemek kolay değildir. 

Eric Fromm (psikanalist-sosyolog),  şiddetin en normal ve hastalıksız biçimi olarak hiçbir yıkıcı duygu içermeyen, oyunda ortaya çıkan şiddetten söz eder. Bu tür şiddet, saldırganlık dürtüsünün doğal dışavurumu olduğundan şiddetin en masum biçimi kabul edilmektedir. Oysa şiddet olaylarında esas belirleyici olan öznenin yıkıcılık duygularıyla eylemi gerçekleştiriyor olmasıdır. Bu sebeple o, gerçekte şiddet kavramı içerisinde değerlendirilmesi gereken türler olarak, tepkisel, öç alıcı ve ödünleyici şiddeti sıralar. Tepkisel şiddet en çok karşılaşılabilecek şiddet türüdür ve belirli bir korkudan doğar. Bireyin yaşamını, özgürlüğünü, onurunu vs. korumak maksadıyla ortaya koyduğu, daha ziyade savunma amaçlı davranışlardır. Ancak bazen korkunun nesnesi gerçekte var olmayabilir.

Tepkisel şiddetin diğer bir türü olan engellenmeden doğan şiddet, özellikle çocukların herhangi bir hedeflerine ulaşamadıkları zaman saldırgan davranışlar sergilemesi gibi dış çevreden gelen müdahaleye bağlı davranışlardan oluşur. Öç alıcı şiddet tamamen yıkıcı duygularla karşıdakine zarar vermeyi amaçlayan davranışları içerir. Ödünleyici şiddet ise kişinin kendi içinde var olduğuna inandığı, yaşamı değiştirme gücünü kaybettiği anda ortaya çıkar. Umutsuzluk bu noktada şiddetin esas kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında bireysel olarak şiddeti oluşturan sebepler korku, korunma duygusu, hedefe ulaşamamaktan kaynaklanan olumsuz duygular, öç alma ve umutsuzluktur. Bu faktörlerden herhangi biri ya da birkaçı bireyi etkisi altına aldığında ortaya çıkan yıkıcı eğilimlerin şiddeti doğurduğu söylenebilir.

Toplumsal şiddet nedir? Toplumları şiddete sevk eden sebepler ne olabilir

Sosyolojik olarak bir ölçüde normal kabul edilen şiddet ve suç olgularının gittikçe yaygınlaşarak anomiye sebep olması şiddeti toplumsal bir sorun haline getirmekte, mikro düzeyden çıkarıp makrososyolojinin konu alanına taşımaktadır. Şiddeti doğuran etmenler sosyolojik yaklaşıma göre kültürel, yapısal, ilişkisel ve ekonomik etmenler şeklinde dört grupta ele alınmaktadır. Kültürel nedenler şiddet davranışlarının sosyal öğrenme sonucu gerçekleşen karakterine vurgu yaparak şiddetin toplumda kimi durumlarda ve belli kişilere karşı kullanımının kabul gördüğünü ve bu çarpık yargının kuşaktan kuşağa aktarıldığı tezine dayanmaktadırlar. Bir toplumda şiddet davranışı ne ölçüde normalleşirse o ölçüde öğrenilir ve yaygınlaşır. Yapısal nedenlere dayalı açıklamalar, yoksulluğun ve olanaksızlıkların insanları kanuni olmayan yollardan isteklerine ulaşmaya ittiği temel tezine dayanmaktadır.

İlişkisel yaklaşım ise şiddetin bir dizi tahriksel davranış ve sözler sonucunda diğer insanlarla etkileşim sırasında ortaya çıktığını öne sürmektedir. Burada yine sosyal öğrenmenin etkisi vurgulanır. Ekonomik yaklaşım, kişilerin şiddet davranışlarını bir çeşit pragmatik hesaplarla tercih ettiği savına dayanmakta, yani kişinin yapacağı davranışın, kendisine kâr sağlayacağını düşündüğü için bu tip davranışı tercih ettiğini iddia etmektedir.

Şiddet olgusuna sosyolojik kuramlar açısından bakıldığında şiddet ile ekonomik eşitsizlikler, alt-kültürel değerler (ataerkil yapı, cesaret, erkeklik, namus, şeref, öç almaya yönelik vurgular vs.), sosyal dışlanma gibi birtakım toplumsal parametreler arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurulduğu anlaşılmaktadır. Birey kültürden sapma sonucu şiddet davranışı sergileyebileceği gibi aksine kültürel yapıdan kaynaklanan sebeplerle de şiddet üretebilir.

Bu açıdan bakıldığında, birlikte yaşama ve saygı kültürünün yüzyıllardır hâkim olduğu Anadolu toprağında, bütünüyle şiddet üreten bir toplumsal yapıdan söz etmek mümkün değildir. Aksine kardeşlik ve hoşgörü ile yoğrulmuş insan ilişkilerinin, oluşabilecek şiddet olaylarını da tolere edebilecek nitelikte olduğunu gösteren tarihsel tecrübeler çoğunluktadır. Ancak toplumsal yapı içerisinde şiddet davranışlarını onaylayan birtakım yaklaşımlar, gerek ataerkil geleneğin bir yansıması, gerekse Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana tarihsel anlamda içinden geçilen ekonomik, sosyal ve siyasal krizlerin etkileri sonucu şiddet eğilimleri kimi zaman artan bir seyirle varlığını sürekli korumaktadır.

Buna bir de, modernleşme sürecinde yaşanan sıkıntılar, sosyal politikalardaki eksiklikler, televizyon, medya ve internet gibi faktörlerin de etkisi eklenince, şiddet olaylarında ciddi artışlar gözlenmesi kaçınılmaz olmaktadır. Dahası sosyal patlamaların yaşandığı anomi ortamları toplumsal şiddetin yıkıcı ve öldürücü boyutlara ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Yine çarpık kentleşmenin doğurduğu sıkıntılar, göç, işsizlik, yoksulluk, aile kurumunun fonksiyonunu yitirmesi sonucu gençlerin sosyalleşme sürecinde yaşadığı sorunlar ülkemizde toplumsal şiddetin artmasının nedenleri arasında sayılabilir. Toplumların özellikle siyasal olarak yeniden yapılandırıldığı geçiş dönemlerinde oluşan kaygı ve belirsizlik duygularının toplumsal şiddeti artırdığı bir gerçektir.

 

Son dönemde toplumda hem bireysel hem de kitlesel olarak artan şiddet olayları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Toplumsal hareketler eski çağlardan beri insanların hayatlarında önemli bir rol oynamaktadır. Toplumların tarihinin ilk zamanlarından itibaren çok farklı direniş biçimleri, çatışmalar, başkaldırılar, isyanlar toplumsal hayattan hiçbir zaman eksik olmamıştır. Gerek yönetenler arasında meydana gelen çatışmalardan, gerek yönetilenlerin, ezilenlerin toplumsal durumlarından kaynaklanan çok farklı direniş biçimleri insanların hayatlarında önemli değişikliklere yol açmış, insanlık tarihinin seyrini değiştirebilmiştir. Eylemler, isyanlar,  devrimler gibi çeşitli direniş örüntüleri, farklı zaman ve mekanlarda değişik hal ve biçimler almışlar ve  ‘yazılan tarih’te durum oldukça farklı olsa bile ‘yaşanılan tarih’te hep var olmuşlardır.

Tarihteki tüm toplumsal hareketlerin,  dünyanın geri kalanındaki siyasal ve sosyal ortam ile her zaman çeşitli düzeylerde gerçekleşen bir bağlantısı olmuştur. Küreselleşmenin oluşturduğu yeni atmosfer ise, internetin hızlandırdığı haberleşme ağı sayesinde bu etkiyi artırmış, dahası ‘büyük köy’ açısından hakim güçlerin siyasal plan ve müdahalelerini belirginleştirmiştir. Bu koşullarda dışarı ile ilişkisi olmayan ne bir hükümet ne de bir toplumsal hareket meydana getirmek mümkün görülmemektedir. Bu ilişki biçimi, kadife devrimlerde olduğu gibi kimi zaman doğrudan destek vererek, kimi zaman hakim ideolojik ve sosyal atmosferin yayılmasından kaynaklanan dolaylı etkiler biçiminde gerçekleşebilmektedir. Bu bakımdan dışarı ile ilişkisi bir kenara bırakıldığında, örneğin “gezi olayları”nın kendi koşulları içerisinde ortaya çıkardığı gerçeklik üzerine konuşmanın daha yararlı olacağı düşünülmektedir. 

Artık böylesi hareketlerde genel-geçer ilkeler bulmak güçtür, bundan dolayı eski tarihsel ve sosyolojik yöntemler dışında yaklaşımlar geliştirerek daha kapsamlı kavrayış inşa etmek gerekmektedir. Toplumsal olayların yoğun olarak yaşandığı dönemlerde duygulardan arınmanın ve mevcut sosyal gerçekliğe nesnel bakmanın güç bir tarafı vardır. Fakat insanlık tarihine bakıldığında, dünyanın herhangi bir yerinde yeni bir süreç başladığı zaman, o sürece hazır olsun-olmasın tüm insanlığı, dolayısıyla devletleri ve kurumları ele geçiren dalgalanma ve yayılmanın ortaya çıtığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu süreçten azade ya da steril bir ülke algısı geliştirmekse sosyolojik olarak anlamlı görülmemektedir. Bu bakımdan ülkemizdeki toplumsal hareketler ve artan şiddet olaylarının küresel ölçekte yaşanan gelişmeler ışığında ve kendine özgü nitelikleri dikkatten kaçırılmadan değerlendirilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Özellikle belli meslek gruplarına yönelik şiddet vakalarındaki sebepler neler olabilir?

Çalışma hayatı şiddetin yaygın şekilde görüldüğü sosyal alanların başında gelmektedir. Pek çok insan mesleklerini icra ettikleri esnada şiddet davranışlarıyla karşılaşabilmekte ve bazı meslek gruplarının diğerlerine göre daha fazla şiddete maruz kalma riski taşıdığı görülebilmektedir. Çalışanın işiyle ilgili durumlarda kendisine yönelik, fiziksel veya psikolojik zarar verme amaçlı her türlü eylem veya olay bu kapsamda değerlendirilmektedir. Bunun yanında işyerindeki şiddet, fiziksel şiddeti olduğu kadar, sözlü saldırı, taciz, bullying/mobbing, tehdit, bir kimsenin kasıtlı olarak ve devamlı sözünü kesmek, bağırmak, saldırgan mesajlar yollamak, lakap takmak gibi psikolojik şiddeti de içermektedir.

Son araştırmalar özellikle sağlık çalışanlarının diğer meslek gruplarından çok daha yüksek oranda şiddete maruz kaldığını göstermektedir. Bu durum bazı meslek gruplarının mesleğin doğası gereği taşıdığı risk faktörleriyle, örneğin sürekli toplumsal iletişime dahil olma gibi nitelikleri gerektirmesiyle yakından ilgilidir. Mesleğe bağlı şiddetle ilgilli 2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre (Dursun ve Akıncı, 2011: Suç Önleme Sempozyumu); çalışma hayatı içerisinde her meslek grubundan çalışanın şiddete uğrama riski bulunmakla beraber özellikle bazı meslek gruplarının şiddete maruz kalma riskinin daha yüksek olduğu görülmektedir.

Sağlık sektöründe çalışanlar (özellikle acil servis çalışanları), güvenlik çalışanları (başta polisler olmak üzere), sosyal hizmet çalışanları, otel ve bar çalışanları ve ulaşım sektöründe çalışan taksi sürücüleri bunların başında gelmektedir. Diğer taraftan, araştırma sonuçları risk düzeyi yüksek kabul edilen bu meslek gruplarının bilindiğinden daha fazla oranda sözel, fiziksel, gasp/yağma ve cinsel taciz olaylarına maruz kaldıklarını ortaya koymaktadır.

Çalışma hayatındaki şiddet olaylarının başlıca sebepleri arasında hizmet alan vatandaşların –özellikle sağlık ve eğitim alanında – altyapı ve personel yetersizlikleri karşısında yaşadığı gerginlik ve beklentilerinin karşılanmaması sonucu oluşan öfke patlamaları önde gelmektedir. Türkiye’de özellikle 80’lerden sonra yaşam standardının gitgide yükselmesi sonucu modernleşme süreçleri bağlamında, toplumda yapısal değişikliklerin yaşandığı bir gerçektir. Geniş aileden çekirdek aileye geçiş, kentleşme yönünde yaşanan dönüşümler, problemli de olsa, eskiye nazaran daha bireyci, ben-merkezci bir kuşağın yetişmesine sebep olmuş, devlet karşısında nispeten pasif ve çekingen vatandaş tipi, yerini beklentilerini açıkça ve kimi zaman saldırganca ifade eden nesillere bırakmıştır. Bunun yanında demokratikleşme adına atılan adımlar, devlet algısının kutsallıktan işlevsellik merkezli anlam örüntülerine doğru dönüşümü özellikle kamu alanında çalışan meslek mensuplarının maruz kaldığı şiddet davranışlarını yaygınlaştıran faktörlerdendir. Bu durum elbette ki, demokratikleşmenin şiddeti doğurduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Fakat demokratikleşme süreci boyunca toplumda memnuniyetsizlikleri ifade etme biçimlerinin de değişime tabii olarak gelişme göstermesi beklenmektedir.     

Akademisyen olarak baktığınızda bu şiddet olaylarının önlenmesi için neler yapılabilir?

Toplumsal hayatta şiddeti doğuran en temel sebeplerden birisinin engellenme ya da kendini ifade edememe olduğunun altını çizmek gerekir. Artık ‘bireyin kendini ifade etmesine engel olan her şey’ şiddet olarak tanımlanmaktadır ve bireyde biriken olumsuz enerjinin saldırganlık dürtüsünün etkisiyle kendine ya da karşısındakilere karşı şiddete dönüştüğü bilinmektedir. Bundan dolayı şiddet olaylarını önlemek bireylerin kendilerini ifade edebilmelerine olanak sağlayan bir toplumsal ortam oluşturmaktan geçmektedir.  Gündelik hayat içerisinde bireyin diğer insanlarla ya da toplumsal kesimlerin birbirleri ile sorun yaşamaması düşünülemez. Her toplumda anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar ya da farklı eğilimler olması normaldir. Toplum olmanın temel niteliklerinden birisi,  kendine özgü bir düzenlilikle birlikte karmaşa/kaos da içermek ya da bu iki eğilimi bünyesinde barındırabilmektir. Başka bir deyişle toplum hem yaşam hem de çatışma alanıdır. Bu sebeple şiddeti tamamiyle yok etmekten söz etmek mümkün değildir, fakat olabildiğince azaltma imkanından söz edilebilir.

Özellikle sosyal ve siyasal dönüşümlerin keskin ve yoğun hissedildiği, ekonomik çalkantıların yaşandığı geçiş dönemlerinde toplumsal şiddetin artış gösterdiği, bireylerin yaşadıkları belirsizlik ve güvensizlik duygusunun bulaşıcı niteliğe bürünüp şiddeti bir salgın gibi yaygınlaştırdığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan kültürel, ekonomik, siyasal ya da gündelik ilişkilerde şiddeti doğuran anlaşmazlıkları azalmak amacıyla ve toplum yararı, toplumsal iyilik veya ortak akıl açısından rasyonel bir algı geliştirmenin doğal sonucu olarak, bireylerin karşılıklı empati/eşduyum, hoşgörü/saygı ve uzlaşı kültürünü geliştirme yönünde insiyatif kullanmaları zorunludur. Bununla birlikte yaşamalanı-otorite ekseninde mikro ve makro düzeyde iktidarların –aile reisliğinden devlete kadar uzanan geniş bir yelpazede- gerilim, eşitsizlik ve karşıtlık üretmekten kaçınması, etki alanındaki bireyleri ya da toplumu ayrıştırma eğiliminde olmaması ve şiddet üretmekten kaçınması önemlidir.

Foucault’un işaret ettiği gibi otorite yalnızca bireylerin üzerinde ‘hayır’ diyen bir mekanizma olmayıp şeyleri evirip çeviren ve üreten, hazzı teşvik eden, bilgiyi oluşturan ve söylem üreten bir mekanizmadır. Dolayısıyla iktidarın oluşturduğu söylem, kullanılan dil ile doğrudan bağlantılı olup, yaşamalanındaki bireylerin bilinçlerine işlenen ve gelecek nesillere de kalıp olarak aktarılan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan yalnızca bireylerin uzlaşı kültürü geliştirmeye istekli olmaları toplumsal şiddetin azaltılması için yeterli bulunmamakta, toplumdaki en küçüğünden en büyüğüne otorite sahiplerinin de çok daha hassas biçimde aynı eğilimi taşıması gerekmektedir.

Üretilen dilin anlayış ve uzlaşı temelli olması, karşılıklı değer verme ve dinlemeyi de esas alan çerçevede şekillenmesine özen gösterilmesi şiddet davranışlarının kökeninde yatan sebepleri önemli ölçüde azaltacaktır. Gerek aile, gerek çalışma hayatı ve gerekse siyaset odaklı toplumsal hareketler bazında yaşanan şiddet olaylarının özellikle sosyal gerekçelerini iyi tahlil edebilmek çözüm açısından olmazsa olmaz önkoşuldur. Teşhis doğru konulursa yapılan müdahalelerinde yerinde ve etkili olma olasılığı artar. Son olarak, yapılan çalışmalar şiddete yatkın bireylerin şimdiki zamana ilişkin memnuniyetsizlikle birlikte, geleceğe dair umutsuzluk taşıdıklarını ortaya koymuştur. Bu yüzden toplumun tüm kesimleri kapsamında memnuniyetsizlik ve umutsuzluk sebepleri, hem toplum hizmeti veren kurumlar hem de bireylerin kendisi tarafından dikkatle belirlenmeli, bunlarla bireysel ve sosyal politika bazında mücadele yoluna gidilmelidir. Bireylerdeki olumsuz duyguların ise spor ve sanat gibi yararlı alanlara kanalize edilerek azaltılabileceği, özellikle sanatın geliştiği toplumlarda şiddete yer olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Şiddetin hayatın koşullarından memnuniyet ve mutluluk düzeyi ile ters orantılı olduğu, yaşadığımız toplumda bulunmaktan duyduğumuz memnuniyet arttıkça şiddet olaylarının azalacağı hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Efendim, değerli bilgilerinizi bizimle ve okuyucularımızla paylaştığınız için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Tokat'taki deprem kameralara böyle yansıdı
Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu kendisini hedef alan Oda TV'ye dava açıyor