Evimize dönelim, yuvamıza

Modern hayat, “rahmet denizleri”mizi kuruttu; merhametsizliğimiz bundan.

  • GİRİŞ23.09.2014 07:59
  • GÜNCELLEME23.09.2014 07:59

  “Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile ab-ı hayat (hayat suyunu) içer.”

“Toprak döşeme atlas olur, altın sırma ile dokunmuş bir kumaş hâlini alır.”
“Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, mel’un şeytan, hûrilerin bile kıskanacakları bir güzel olur.”
“Bütün bu yeryüzü yemyeşil olur; kupkuru dal çiçek açar, meyve verir!”
“Kurt ile kuzu bir sofrada şarap içmeye başlar; ümitsizler hoş bir hâle gelirler, izleri kutlu olur!”

“Mesnevi”sinde böyle diyor, Hz. Mevlâna.

        Modern hayat, “rahmet denizleri”mizi kuruttu; merhametsizliğimiz bundan.
Uzağa gitmeyelim, ailemizin içine dönelim: “Rahmet denizi” taşa hayat veriyor, yüz yıllık ölüyü mezardan çıkarıyor da, evimizin içinde neden, taşların sebep olduğu kırık dökükler var; her köşede ölüler yatar? Toprak döşemeyi atlas eden bu merhamet, bizim evin içine hiç uğramaz mı? Bizim atlastan yataklarımız, sırtımıza diken gibi batıyor!

        Yıllar boyu, dâvâmızı hayata hâkim kılmak için çırpınıp durduk. (Bunu küçümsemiyorum) Kitlelere ulaşacak ve onlara “hakikati” anlatacaktık. Kısmen başarılı da olduk; kitleler ardımız sıra sürüklendiler ve çoğaldık. İktidara yürüdük; hatta “iktidar” da olduk. Fakaat!.. Fakat eve döndük ki; evimiz kuşatılmış! Ne eşimiz “dâvâ”mızın insanı, ne de çocuklarımız! Biz düşmanla “cihad” ederken, evin içi düşmanla dolmuş! Biz, hayat algımıza ters düşen kurumlarla mücadele ederken, evimiz, bu kurumların otağı olmuş!

        Ne oldu? İçimizdeki merhamet denizini, hep başkalarına boşaltarak mı tükettik de evimize yetmedi? Yoksa işin kolayına mı kaçtık? Ya da biz hayattan mı kaçıyorduk, “cihat” diyerek?

        Durduğumuz yer için psikolojik, sosyolojik birçok yorum yapılabilir. 1950’ye geldiğimiz zaman hem çok cahildik, hem de çok fakirdik. Hayatı tanımıyorduk. Zayıftık. “Güçlü”lerle temasa geçince, onları taklit etmek zorundaydık. Selin önüne katılmıştık, boğulmamak adeta imkânsızdı. Yanan ormanın önünde duruyorduk, vahşi hayvanların hedefi olmak zorundaydık.

        Üzerimize “rahmet” yağmıyordu; “öteki”ydik. Denizler kuruduğu için pınarlarımız su akıtmıyordu. Evimize su testilerimizle dönüyorduk; fakat testilerimizde su yoktu, boştu. Ailemize, bu boş testinin hikâyesini anlatamazdık; bilmiyorduk; anlatacak gücümüz yoktu. Sokağın, komşunun suyunu gören çocuklarımıza, “onlar sel suyudur” desek de inandıramazdık; çünkü ailemiz susuz kırılıyordu!

        Galiba bu çaresizlik, bu kaygı ve kızgınlık bizi evin dışına sürükledi. Evet, dışarıda az şey yapmadık; ama şimdi evimize dönmek zorundayız.

        Bir “mücahid”, çocuğunu eğitmek adına bakınız ne yapıyor?
O akşam TV’de, çocuğun tuttuğu takımın, yabancı bir takımla maçı vardır. (Çocuk, sekizinci sınıf öğrencisidir) Tam maç başlamış, heyecan, çocuğun bütün vücudunu sarmıştır ki, babadan sert ve emredici bir ses: “Kalk, yatsı namazını kılacağız!” Çocuk şaşkın; “Baba, yatsı namazı geçmiyor, daha sonra kılamaz mıyız?” Baba: “Seni gâvurun... Kalk, kametle!”

        Baba, “görevini yapmanın huzuru” ile yatıyor. Çocuğun iç dünyasında volkanlar kaynıyor. Baba, ertesi gün “cihad”a çıkarken, çocuk ise okula değil de “çete”lerin arasına doğru yol alıyor. Babasından mutlaka intikam almak zorundadır.

        Merhamet, şeytanı bile güzelleştirirken, ailemizin gözünde her gün çirkinliğimiz artıyorsa, şeytan kimdir? “Cihad”ımızın sonunda, olur ya, “dâvâ”mızı hayata hâkim kılsak, acaba hayat, evimizin hâlini almaz mı?

        Kaçmayalım -ve istisnaları da bir kenara koyalım- kaçımızın evi merhamet pınarıdır? Evimizde ümitsizlikler ümide dönüşebiliyor mu? Evin ziline bastığımız zaman, evin içini kara bulutlar mı basıyor, yoksa güneş mi doğuyor evimize?
Evin içindeki çiçekler bile merhametten boy atarlarken, çoluk çocuğumuz hâlâ cehennemî bir hayat soluyorsa, bunun vebali kime aittir?

        Modern hayata karşı direnmek kolay değildir. Bilgi, birikim, irfan, medeniyet algısı ister. Birilerinin inadına -alternatif, antitez- bir hayat kurmak değil, bizzat hayatı yaratan “Hayy”ın o muhteşem Rahmet’ine sığınarak, yaratılış gerçeğimize dönmek zorundayız. Başkalarının yanlışlarıyla değil, kendi doğrularımızla yaşamaya çıkmalıyız. (Doğrularımızı ne kadar biliyoruz ki?)

Haydi evimize dönelim! Dönelim, ama evimizi yeşillendirerek, kupkuru dallara çiçek olarak, çeşit çeşit ruh ve merhamet meyvelerimizle!..

Evimize dönelim, bir insan gibi! Olur ki birimiz “Rahmet denizi”ni taşırır da bütün insanlık ab-ı hayata kavuşur.

                  D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter: @DAliTasci

Yorumlar1

  • Ferşat Abdullahoğlu 9 yıl önce Şikayet Et
    MEMLEKETİMİZDEKİ AİLE HAYATI ANCAK BU KADAR NET ANLATILABİLİR. Hocam ağzınıza sağlık.Gerçekten toplumumuzdaki aile hayatı, aile yaşantısı bu kadar net ifade edilebilir. İtiraf etmeliyim benim ailem bile farksız... Maalesef... Ne yapsam boşuna, ne desem boşuna. Bunun nedenleri neler acaba? Hep düşündüm kendimce. Nedenleri o kadar çok ki saymakla bitmez... Başta bizler babalık vazifemizi tam yapamadık. İçinde bulunduğumuz ortam bozuk. İleri teknoloji sayesine çocuk yaşına göre öğrenmemesi gerekenleri erken öğreniyor. Aile terbiyesini yetersiz kalması, olmaması. Okullarda eğitimin deforme olması, çığırından çıkması; eğitimin olmaması... Dini bilgilerin unutulması, öğrenilmemesi, zamanında öğretilmesi. Din eğitimi verilirken çoğu zaman baskıcı ve kırıcı davranılması, şeffaf olunamaması. Çocuklara iyi örnek olunamaması; evladım sigara sağlığa zararlı, sakın içme deyip çocuğun karşısında sigara içmek gibi.... Hep başkalarını eleştirir olmamız, asla öz eleştiri yapmamamız... sıralamakla bitmez.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat