Soru sormak çok tehlikelidir (!)

Ne zaman bir ülkenin insanları açıkça ve çekinmeden geçmişleri ve yaşadıkları zamanla ilgili sorular sorabiliyorsa, işte o ülkede, kısmen de olsa, özgürlükten söz etmek mümkündür.

  • GİRİŞ29.09.2016 07:34
  • GÜNCELLEME30.09.2016 07:28

12 Eylül 1980 öncesi gençliği, soru sorma noktasında cesurdu. Fakat bugün anlıyoruz ki, o gençlik sorularıyla avlanarak idam sehpalarında sallandı. İşin böyle paradoksu da vardır.

Soru sormaya izin verenler, bunu özgürlükler adına yapmadılar. (Hem soru sormak için izine ihtiyaç yok ki!) Soru, insanın kimliğini de deşifre ettiğinden, herkesi sorularıyla yakalayıp yargıladılar. Soruları adeta oltalarında yem olarak kullandılar. Böylece güçlerine güç kattılar, egemenliklerini pekiştirdiler.

Ardından düşünemeyen, sindirilmiş, korkak ve ideali olmayan bir kuşağın yetişmesine bizzat neden oldular; hatta bunu teşvik ettiler. Çünkü egemenler, sorularla iktidarlarının sarsılmasını istemiyorlardı.

FETÖ gençliğinin en bariz özelliği soru soramamak. Bir ülkeyi yok etmek istiyorsanız, oranın gençliğini alternatif düşüncelerden uzak tutunuz.

Bir soru da ben sormuş olayım:

Acaba bizde soru sormamak, düşünmemek, sadece maruz kalmak; yanlış da olsa egemenlerin buyruklarına itaat etmek bir gelenek midir?

Siz değerli okuyucularıma ilginç bir tarihi belge sunmak istiyorum; soru sormadan itaat eden “bilim adamı” türünün bizde bolca olduğunun kanıtı olarak.

Niyazi Berkes’in, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Unutulan Yıllar” adlı anılarının derlendiği bir kitabı var. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı ve “İnönü Dönemi”ni anlamak için çok önemli bir kaynak. O denemde üniversitede hoca olan bir insanın tarihe tanıklık hüviyeti taşıyor bu kitap. Okuyalım:

“Şefimizin (İnönü) hatırı için o zaman yapılan bir yağcılığın vesikasını anımsadıkça yüzüm kızarır. Yücel’in (Hasan Ali, Milli Eğitim Bakanı) yalancılığın normal bir ilke haline getirildiği bir rejim içinde çalışmak zorunluluğunun etkisi altında, fakülte dekanı Nisan 1944 yılında şöyle bir bildiri imzalamaya bizi çağırmıştı:

“Ebedi Şefimiz Atatürk’ün mutlu eliyle kurulmuş olan fakültemizin (DTCF) biz Türk öğreticileri, bugün 11 Nisan 1944 tarihinde toplandık. Partimizin (CHP) programını yeniden madde madde okuduk. Partimizin prensipleri hakkında şimdiye kadar taşıdığımız imanı ve duyduğumuz heyecanı bu sefer de hep birlikte bir kere daha teyit ve tekid (sağlamlaştırdık) ettik.

Kemalizmin milliyetçi, halkçı, laik, inkılâpçı ve cumhuriyetçi umdelerinin kayıtsız ve şartsız hizmetkârı olduğumuzu, bize tevdi (emanet) edilmiş olan gençliği bu umdeler (ilkeler) içinde yetiştirdiğimizi ve yetiştirmeye devam edeceğimizi, bu umdelerin mana ve değerine aykırı herhangi fikir ve kanaate şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da yer vermeyeceğimizi ve PARTİMİZİN GENEL BAŞKANI İNÖNÜ’YE bağlılığımızı derin saygılarımızla bildiririz.”

İmlâsına hiç dokunmadan kitaptan aynen alıntıladım.

Üniversitenin, özgür düşüncenin, soru sorabilmenin ülke gelişiminde ne denli önemli olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Akademisyenler, üniversite öğrencileri bu tarz edilgen olursa, sonuç vahim olur. İkide bir “biat kültürü”nden söz edenlerin kendi geçmişlerine bakmalarını öneririm.

 Elbette bugün bunlar olamaz, ama geçmişte de olmaması, ülkemiz adına daha hayırlı sonuçlar doğurmaz mıydı? Bugün hâlâ dogmatik düşüncelerin tutsağı olanlar acaba geçmişin kalıntıları mıdır? İnsan alışkanlıklarını kolay terk edemiyor.

Devam ediyor Berkes:

“Yücel’in talihsizliği ( Hasan Ali), Milli şef gibi bir politikacının kanadı altında “yapabileceğini yapmaya” çalışmasıydı. Bir gün gelecek, onu lök gibi boşlukta bırakacak; kısa zaman sonraki ölümüne kadar onu ne arayacak ne de soracaktır.”

Öyle de olmadı mı?

Bir ülkede siyasetçilerin yanlış ve hatalarına karşı çıkabilecek çapta bilim adamı yoksa işte orada hayat negatif seyir izliyor demektir. Kaldı ki bilim adamlarının önünü de açacak olan siyasetçilerdir.

İcraatını akılla, bilimle ve fakat konuşmalarını ise duygu ağırlıklı yapabilen liderler, kendi toplumlarını arkalarından sürükleyebilirler.

Duygu, özgür toplumlarda hayat bulan bir var oluş sırrıdır. Baskıcı, zalim yöneticilerin egemenliği altındaki insanların ise bir robottan farkı yoktur ve orada sorularla değil, alkışlarla karşılaşırsınız. Nerede alkış çoksa orada olumlu bir şeye pek rastlayamazsınız.

Hz Ali: “Soru ilmin kapısıdır.” der. Demek ki bağımsız ülkelere soru kapısından girilmektedir.

İnsanların ve toplumların kişilikleri, sorabildikleri sorunun içinde saklıdır.

İşte bu fırsat bugün elimizdedir. Yarın her konuda özgürce sorular sorabileceğimiz bir ülke anayasası mı, yoksa egemenlerin kişiliğimizi yok eden bir anayasanın gölgesinde güneşsiz yaşamak mı?

İlk defa özgürlüğe ve sorularımızın cevabına bu kadar yaklaştık.

Hayır görülende şer, şer görülende hayır vardır.

Hayat, iyi niyetli insanlara kucağını açar. Kötü niyetlilere de boa yılanı gibi sarılır.      

D. Ali TAŞÇI
(dalitasci@hotmail.com)
Twitter:@DAliTasci

Yorumlar1

  • doktor 7 yıl önce Şikayet Et
    Erdoğan diktatör diyenler okumalı
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat