Hasan Abi’nin Ardından…

  • GİRİŞ06.01.2016 08:05
  • GÜNCELLEME06.01.2016 09:44

2012 yılında ciddiyetin ağırlığından kaçıp mizahi dille kaleme aldığım ve bu köşede yayınlanan “Şu Bizim Medya Mahallesi” başlıklı yazımda O’nun için şunları yazmışım:

Hasan Karakaya: Sağ açıkta topu ayağına aldı mı durdurabilene aşkolsun. Korner çizgisine ininceye kadar gider. Yaptığı ortalar genelde manşetten gole dönüşür. Hakemin, aleyhine en çok düdük çaldığı takımda oynar.

28 Şubattaki maçları çok sıkıntılı geçmiştir.

Daha ayağına top gelmek üzereyken;

“-Dııırt!

-Ne var hoca?

-Faul!

-Git işine be!”…

Diyaloglarını çok yaşamıştır. Geçirdiği sakatlık performansını etkilememiştir. Kaptanlığı Mustafa Karahasanoğlu ile paylaşır”.

1993 yılında “toy” bir üniversite, ardından yüksek lisans öğrencisi iken Vakit Gazetesi’nde iki yıldan fazla süre günlük bant karikatürlerimi yayınlamıştı Hasan Abi. Arada bir de Gazete’nin kültür-sanat editörü olan Ahmet Kekeç, kültür – sanat yazılarıma yer verirdi.

Askere gitmeden önce bir veda yazısı yazmış ve yayınlanmak üzere Hasan Abi’ye vermiştim.

28 Şubat’ın birileri tarafından mayalandığı ve Gazete için en zor zamanların başladığı dönemdi.

Ertesi gün sabah saatlerinde, Tuzla Piyade Okulu Yedek Subay Öğrenci Birliği’ne teslimden önce veda için geldiğimde polislerce, Langa’daki binanın önünde hırpalanmıştım (diplomatik dili bırak diyenler için açayım efendim; dövülmüştüm). Kısaca anlatayım;

Vakit Muhabiri Kâmuran Akkuş Küçükköy’de bir lisede, bilmem ne Lions Kulübü’nün kızlı-erkekli öğrencilere cinsellik eğitimi adı altında “prezervatif nasıl kullanılır?” öğretimi verdiklerini, konuşmacının prezervatifi, mikrofona geçirerek uygulamalı anlattığı haberini birkaç gün önce yapmıştı.

Ben çoğu zaman yaptığım gibi o gün de Ahmet (Kekeç) Abi’nin Langa Bostanları’na nazır odasında çay-sigara eşliğinde edebiyat-kültür-sanat muhabbeti faslındayım. Binanın önünden bir gürültü geldi. Çıktık dışarıya ki gördüğümüz manzara şu: 20-25 polis korumasında, başlarında uzatmalı üniversite öğrencisi militan bir - kaç kişinin olduğu kızlı erkekli 10-15 kişilik öğrenci grubu, binanın önünde Kâmuran’ın haberini kınayan “devrimci” bir bildiri okumaya gelmişler. Onlara eşlik eden 5-6 tane de muhabir habire fotoğraf çekiyor ve kameralar da kayıtta.

Ali İhsan abi polislerle tartışıyor. Yukarı kattaki odasının penceresinden sarkan Mustafa Karahasanoğlu “Sizin korumanızda, gazeteyi basıp burada bildiri okunmasına müsaade etmem…” diye bağırarak çıkışıyor polislere. Ali İhsan Abi o esnada bildiriyi, öndeki lise öğrencisi demek için bin şahit isteyen sakallı, uzun saçlı ve parkalı gencin elinden alıp yırtarak yere atıyor. Bir anda dört-beş polis Ali İhsan Karahasanoğlu’nun etrafını çeviriveriyor. İkisi kollarından tutuyor, sol elinde telsizi olan amir sağ kolunu boynuna dolamış, bir başkası çömelmiş bacaklarının arasından tutup indirmeye çalışıyorlar. Ali İhsan Abiyi o halde görünce hemen onu kurtarmak için müdahale ediyoruz gazete çalışanlarıyla. Telsizlinin kolunu kıvırıp çekiyorum, çömelmiş olanı da bacağımla itekliyorum. Ali İhsan Abi kurtuluyor, ardından polislerin ortasında ben kalıyorum. Polis copları yağmur gibi yağıyor tepeme…

Derken Kâmuran Akkuş, ben ve 4-5 öğrenci Aksaray polis Karakolu’nda nezaretteyiz. Olay yerinden simasını hatırladığım polisin biri bizi aynı yerde görünce “kim koydu bunları aynı hücreye, şu ikisini öbür tarafa alın” diyor. Vakit öğleyi bulmuş, Hasan Karakaya Abi de gelmiş gazeteye. İstanbul Valiliği ve Emniyeti ile yaşanan telefon trafiğinden sonra özür dileyerek bırakıyorlar bizi.

Hey Allah’ım!

Mağdur olan/dövülen biz, ertesi gün,  Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında üstelik resimli, “Vakit’in militanları” olarak kendimize yer buluyoruz. Aynı akşam da ana haber bülteninde…

Herkese nasip olmayacak güzel bir ölümle Medine-i Münevvere’de aramızdan ayrılan Hasan Karakaya Abi’ye son kez veda etmeye gidiyorum bu kez.

Benim büyük oğlanla, evime yetmiş metre mesafedeki Fatih Camii’nde Cuma namazını kılıp ardından Hasan Abi’nin cenaze namazına katılacağız. Fatih Camii o kadar kalabalık ki yer bulamıyoruz. Mahallemizin Camisi Hafız Ahmet Paşa’ya yöneliyoruz. Orası da karla kaplı avlusu dâhil tıka basa dolmuş. Oğlanı eve gönderip devam ediyorum. Nihayet üçüncü camide zar zor yer buluyorum. Farzı kılıp koşa koşa Fatih Camii’ne dönüyorum. Fatih Sultan’ın Türbesi’nin olduğu alana çıkan kapının hizasına kadar geliyorum. Aradan iki üç dakika geçiyor. Kafamı geriye çevirip arkaya bakıyorum; Börekçi Kapısı’ndan yola taşacak kadar mahşeri bir kalabalık.

“Er kişi niyetine”… Hasan Abi dâhil dört meyyitin cenaze namazını arka arkaya kılıyoruz…

Camiden güçlükle çıkıp yürürken Edirnekapı Şehitliği’ne nasıl giderim diye düşünüyorum. Az ilerde bir genç, park etmiş beyaz renkli arabasının kapısını açan adama “Edirnekapı’dan geçecek misiniz?” diye soruyor. Adam “Hasan Karakaya’ya gideceğim gel” diyor. “Bana da yer var mı?” diyorum. Hüzünlü bir yüz ifadesiyle ve eliyle “gel” işareti yapıyor.

Arabadan inip Edirnekapı Şehitliği’ne giren tali yolda, Hasan Abi’nin naaşının defnedileceği yere doğru yürürken kafamda onlarca hatıra resmigeçit yapıyor.

Şehitlikte Milli Şairimiz Mehmet Akif’e komşu olacak kadar yakın bir paftadayız. Hasan Abi’nin naaşı başında Cumhurbaşkanımız Kur’an-ı Kerim okuyor. Ardından genç imam son duaları topluyor. “İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun” diyerek kürekleri alıp toprakla örtüyoruz Hasan Abi’nin üzerini. Arkamdan aksakallı yaşlı bir amca “Oğlum bir kürek de ben sevaplanayım Muhteremden” diyor. Küreği ona verirken Ali İhsan Abiyi görüyorum iki adım çaprazımda. İçinin kederi yüzüne yansımış. Arkasında Nuri Karahasanoğlu.

Aileye yol açın” diyor birisi…

Kabristandan çıkıp ellerim ceplerimde, geldiğim ara yoldan anılara dalmış kederli bir hüzünle yürürken arkamdan tanıdık kararlı ve gür bir ses geliyor. Serdar bu, Serdar Arseven. Sarılıyoruz. Yanındaki iki gençten biri oğluymuş. O kırk günlük bebekken gitmiş İstanbul’dan Akit’in Ankara temsilciliğine. Oğlu şimdi 18 yaşında.

Bu ekiple tanışmam, Üstat Necip Fazıl’ın hayattayken taltif ettiği gençlerden olan Karikatürist Yalçın Turgut Balaban vasıtasıyla olmuştur. Yalçın Abi ile ise ne zaman yüz yüze tanış olduğumu hafızamı zorlamama rağmen anımsayamıyorum (O da hatırlayamıyor ki! Sorunca da “Kâlu Bela olsa gerek İhsan” diyor bana). Gerçi ilkokuldan beri rahmetli babam sayesinde evimize giren Milli Gazetedeki çizgileri dolayısıyla adı belleğime kazılıydı zaten.

O dönemde Türkiye Gazetesinde çalışan Hasan Abi’nin (müstear) katkısıyla, Mustafa Abi’nin sahipliğinde ve Necip Fazıl çizgisindeki Yalçın Turgut Balaban’ın büyük emekleriyle haftalık Cuma Dergisi yayınlanır ve dar imkânlarla çıkan bir haftalık derginin yapacağı etkinin en maksimumunu elde ederdi. Dergi hiçbir zaman popüler olmadı. Öyle bir gayesi de yoktu zaten. Ama bu ülkenin “sessiz” sosyal ana arteri olan “cami ve Cuma cemaatinde” çok etkindi.

Milli Gazetenin teknik kadrosundan üç kardeş Ahmet, Selman ve Osman Görükoğlu mesailerinin dışında dizgilerini yapardı derginin. Baba vasiyetiyle Milli Gazeteden hiç ayrılmayan kardeşlerin en büyüğü Ahmet Görükoğlu geçen ay vefat etti (Allah mekânını cennet eylesin inşallah).

Serdar Arseven Cuma’nın muhabiriydi. Sonra Erdal Şimşek,  Kamuran Akkuş, Ömer Faruk

Yirmili yaşlarındaki Şükrü Kanber’in “Şov Tivi”nin Ateş Hattı programında, Recep Tayyip Erdoğan’a koro halinde höykürenlere tek başına kök söktürdüğü günlerdi. Ali Murat Güven’in ve Eşi Aysun Hanım’ın başörtülülerin mağduriyetlerini anlatmak için çırpındığı zamanlardı. Rahmetli Necdet Konak Abinin de yer aldığı Resul Tosun’un Yörünge Dergisi, Cuma Dergisi, Ekrem Abili (Kızıltaş), Sadık Albayrak’lı Milli Gazete eldeki kısıtlı imkânlarla müdafaa yapıyordu. Daha da saymak gerekirse İz Yayıncılık’ın İzlenim Dergisi, Yeni Şafak, Türkiye, Kanal 7...

Bazılarının ise hem kurumsal hem de bireysel olarak direnmek ve savunmak yerine zamanla samanyolunda araziye uyum gösterdiği günlerdi.

Zor günlerdi…

Arkasından Yalçın Abi (Turgut Balaban) yönetiminde, Mustafa Abi (Karahasanoğlu) patronajında Filit Mizah Dergisi yayınlandı. Pikaj – montaj yöntemiyle çıkardığımız ve teknik işlerini koşturduğum Filit’te kimler yoktu ki; “Çaladaktilo” köşesiyle Ulvi Alacakaptan vardı meselâ. Şimdilerde Küçükçekmece Belediye Başkanı olan Diş Hekimi Temel Karadeniz karikatürlerini getirirdi, Hakan Alpin Son Osmanlı’yı çizerdi, “Allah’ın Adamı” Mehmet Keskinkılıç’ımız vardı, sonra Adana’dan karikatür gönderen ve “Topal Tosbağa” başlığında sayfa açtığımız bir zamanların Leman dergisinin meşhur çizerlerinden biri…

Ankara’da ise Filit’in çıkışından aylarca önce kapanan Mahmut İhsan Arslan’ın patronajında (merhum) Necdet Konak, Necmettin Çanak, Zeki Ceyhan, Erbay Kücet (Erkam Aktaşlı) gibi isimlerin katkısıyla yayınlanan Cıngar Mizah dergisi…

Derken beklenen Vakit geldi (12 Eylül 1993). Mustafa Karahasanoğlu reisliğinde, Hasan Karakaya yönetiminde, Yalçın Turgut Balaban, Ahmet Kekeç, Nuri Aykon (merhum) Hasan Hüseyin Maden, Abdurrahman Dilipak, Hasan Aksay, Atilla Özdür, Kemal Güler, Ali İhsan Karahasanoğlu, Yılmaz Yalçıner, Nuri Karahasanoğlu, Mehmet Keskinkılıç…

Yeri geldi. Şimdi şu tespiti yapalım; Türkiye’de o zamanlar gerçekten bağımsız olan tek gazete Vakit Gazetesi’dir. Ekonomik, bürokratik, hatır, itibar, reklam ve bel altı şantajlarının/şikelerinin doğrudan veya dolaylı diş geçiremeyeceği/geçiremediği gerçek bağımsızlıktan bahsediyorum. Zaten bu yüzden sürekli davalar linçine uğrayan Gazete, adını Vakit, Beklenen Vakit, Anadolu’da Vakit, Akit, Yeni Akit diye sıkça değiştirmek zorunda kalmıştır.

Aha şu cümle de bunun ispatıdır: Elin adamının tek üniformalıyı karşısına almaktan tırstığı o zamanlarda, bu adamlar ilkeleri uğruna “312 General”i karşılarına almaktan çekinmediler (dikkat buyurun lütfen: “korkmak” kelimesini, bu cümlede hiç yeri olmadığı için kullanmadım).

Sonra da şu soruya cevap aranması gerekir; Mustafa Karahasanoğlu ile (Milli Gazeteyi tarihinde gördüğü en büyük tiraja ulaştıran genel yayın yönetmeniyken) Hasan Karakaya’yı (Türkiye Gazetesi’nde rahatı yerinde iken) ve Yalçın Turgut Balaban’ı (Mustafa Abi’nin tek bir sözüyle ofisini kapatıp) yeni gazete için bir araya getiren saik ne idi?

Yukarıdaki tespit ile soru arasında o günlerin şartları dikkate alındığında doğrudan bir bağlantının varlığı görülecektir.

Langa Bostanlarına komşu o küçücük binadan, mazlumların sesi olup Türkiye’yi sallayan bir gazetenin çıktığını gözleriyle görmeyenler inanamazlar.

Küçümsüyordu “bizden” bazıları Akit’i. Tıpkı birilerinin, zamanında Merhum Necmettin Erbakan’ı küçümsedikleri gibi. Ama çok sonradan “günah çıkartacaklardı”…

Düşünebiliyor musunuz?

Bayan Başbakanımız döneminde, medyada neredeyse her kurum “teşvik” adı altında yağma yaparken, “size de verelim” diye üç defa Langa’daki küçük binaya sırf bunun için bizzat gelen bakanı nazikçe reddet (Adı bende saklı olan Bakan en son gelişinde “ben sizin bu yaklaşımınızı anlayamıyorum” demiş), yıllarca 55 metrekare bir evde yaşa, paraya, pula ve dünyevi ihtiraslara meyletme, ticaretten kazandığını (Nalbur Dükkanı) mazlumların sesi olan mevkutene göm(!), Gazetene manipülasyon maksatlı verilmek istenen yüksek bedelli ilanları elinin tersiyle reddet, ilkelerinle çelişen reklamlara tenezzül etmeden kapıyı kapat, mütevazı birikiminle ortalamanın bile altında bir arabaya sahip olduğunun ertesinde araban çalınsın, aylarca da bulunamasın, defalarca itibar suikastına uğra, dayak ye, bütün bunlara rağmen istikametinden milim şaşma…

Sosyal hayat mı? Ne sosyal hayatı! Hasan Karakaya’nın hayatı Gazetesi ve evi arasında geçmiştir (Ha unutmadan, basın yayın turnuvasına hazırlandığımız günlerdeydi. Hasan Abiyi ikna edememiştik ama Mustafa Karahasanoğlu’nu Yalçın Abiyle kandırıp(!) halı sahaya götürebilmiştik bir kez. Maçtan sonra da nefes nefese “tövbe bi daha çıkmam sahaya” demişti).

Mustafa Karahasanoğlu, Merhum Hasan Karakaya ve Yalçın Turgut Balaban Abiler böyle adamlardır.

İçlerine manşet/şöhret, servet ve makam cini kaçmışların, çıkarlarını maksimize odaklı “rasyonel aklıyla” bu vefayı, adanmışlığı, fedakârlığı ve yol arkadaşlığını anlayabilmeleri muhaldir. Bunu aynı mahreçten gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu bilir ve anlar ama onlar anlayamazlar.

Bu kadar mı? Hayır, daha yazacak çok şey, anlatacak çok anı var hafızamda. Ama yazı 3.000 vuruşu üç kattan fazla geçmiş. Yani okuma sabrınızı çok zorladım, bağışlayın.

O hâlde şahitliğimizle bitirelim.

Şahidim, bu yazıda adı geçen herkes gibi HASAN KARAKAYA da “gerçek hayat ve yalan dünyayı” idrak etmiş iyi bir ADAMdı. Mekânı cennet olsun.

 

KISA MESAJ HATTI:

 

İyi bilirdik, iyi biliriz, iyi bileceğiz.

 

İhsan Toy- Haber 7

İhsantoy@tasam.org

https://twitter.com/caricare1773

Yorumlar1

  • Kamuran AKKUŞ 8 yıl önce Şikayet Et
    Sevgili dostum, Eline, yüreğine sağlık... Merhum Hasan Karakaya Ağabeyli hatıraları kaleme alırken beni da anmışsın. Beni mesleğimin ilk yıllarına aldın götürdün. Bir-iki ekleme ve bir küçük düzeltme yapayım. Düzeltme: Gözaltına alınanlar arasında ben yokum. Gözaltına alınıp karakola götürülen muhabir arkadaşlarımızdan biri Erkan Elçin'di... O kızgınlıkla telefon açıp babacan bir bürokrat pozuna bürünüp "Bilmem ne kurumundan arıyorum. Bu ne ayıptır, gazetecileri gözaltına almışsınız! Derhal bırakın o çocukları!" diye bağırıp çağırıp talimat (!) yağdırmış da olabilirim. Bir ekleme: O güne ait fotoğraflar hala arşivimde.... Bir ara paylaşırım. Bir ekleme daha: O arbede sırasında hem polislerin hem de kalabalıktakilerin taşkınlıklarını, fiili saldırılarını önlemeye çalışıyor, hem de boynumdaki Pentax marka makinam ve 50 mm. objektifimle olan biten rezaleti kare kare görüntülüyorum. O gün orada gördüğümüz "polis" kılıklı kimi kişilerin polis olduğunu ispata bin şahit yetmez! Bir ideolojinin tetikçisi gibiydi hemen hepsi! Sokak eşkıyasından farksızdılar. Zira; sivil polislerden (!) biri baktım, gazetenin önünde birikmiş kalabalığı (muhtemelen yeşil kazaklı) ve hiçbir şeyden habersiz oraya sürüklenmiş lise talebelerini el kol hareketleri ile yönlendirip tahrik ediyor, bağırdım ona! Hatta fotoğraflarını çektim. .. Bunun üzerine o elinde telsiz olan polis beni ayaklarımdan tuttu, 1 metrelik çite yasladı, 3 metre yüksekten Küçüklanga bostanlarının bulunduğu avluya, gazete binamızın yaslandığı zemine hemen dibine atıyordu kafa üstü... Resmen öldürecekti adam beni. 19-20 yaşlarında zayıf, cılız biriyim o sıralar... Boynumdaki fotoğraf makinesi de hareket kabiliyetimi sınırladı; çok fazla direnemedim o kahpe harekete!... Sonra sağ olsun; yaşı büyük ağabeylerimizden biri yetişti de aldı o canavarın elinden beni! Allah kendilerinden razı olsun; belki Erdal Şimşek, belki Ali İhsan Karahasanoğlu, Osman Nuri Karahasanoğlu, belki de Serdar Arseven'di beni kurtaran... 1990'ların ortalarından geldik bugünlere... Türkiye o kahpe/köhne zihniyeti sildi çok şükür. O Gladio'nun arka bahçesi haline getirilen Türkiye ve güvenlik teşkilatları, Türk insanının genel hassasiyetini yansıtır çizgiye geldi; bin şükür! Bu vesileyle Hasan Karakaya Ağabey'e tekrar rahmet niyaz ediyorum.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat