Toplumun aynası, içimizin hikâyesi

  • GİRİŞ25.11.2014 11:11
  • GÜNCELLEME26.11.2014 10:26

 Yan masada bir aile. Aralarında uzun uzun konuşuyorlardı. İster istemez kulak misafiri oluyordum. Spagetti bolonez mi yesek, arabiyata mı, yoksa napoliten mi olsun... Alelade bir kahvedeydik. Ama menüde yok yoktu.

Pek çok yerde böyle artık. Bir Türkiye klasiği oldu dışarıda yeme içme artık bizde. Hangisi kıymalı, acılı olan şu muydu, beyaz soslu olan bu muydu... derken... Akşam ezanı okunmaya başladı. Anne tesettürlü, genç kız açık ve baba... Aceleyle kalktılar ve garsona sipariş vermeden yan taraftaki camiye namaza koştular.

Masada babaanne olduğunu sandığım geleneksel örtülü ihtiyar kadın yalnız kalmıştı. Bir an göz göze geldik. Belki bacaklarında derman yoktu, aceleyle camiye dek yürüyecek, ta gerilerdeki hanımlar tuvaletindeki abdest almayı deneyecek, sonra da caminin dar ve dik merdivenlerinden çıkıp namaza duracak... Hayır, ihtiyar kadın için bu fazlaydı.

Zaten kimse de onu namaza çağırmamıştı ezandan başka! Oturduğu yerde azıcık döndü ve ellerini göğsünde bitiştirdi görünür görünmez bir biçimde. Zamanın ruhuna tabi olmuştu ama anadilinde konuşuyordu elan.

Kadın hangi yaşta olursa olsun artık dışarıda. Ve spagetti seçiminde özgür!

Yıllar önce Antep’te bir aile kafesine girmiştik eşimle. Aile kafesi elbet bizim gibi çekirdek ailelerden daha kalabalık olanlara göre düzenlenmişti. İki kişilik masa bulmakta zorlandık. Kocaman bir mekandı ve tıklım tıklım doluydu her masa. Acaba sipariş vermek kaç saat sürecek filan derken...

Bir baktık masamızda ışıklı bir buton var. Bir de numara. Bastık. O numaradan sorumlu garson geldi. Buyrun ne istersiniz? Meğer onun da önlüğünde hangi numaraya basılıyorsa bir ışık yanıyormuş. Böyle bir düzeni ilk kez görüyorduk. Ne kadar şahane bir buluş diye sevindik. Vakit kaybını önlüyordu. Zamanın ruhuna uygun!

Namazdan sonra aile masaya geri döndü ve bir süre daha sipariş için seçenek tartıştılar kaldıkları yerden. Babaanne alçak sesle bir şeyler dedi, duyamadım. Sonra da şunu söyledi: Gökyüzüne bakın evlatlarım. Göklere bakmanın çok hikmeti vardır.

Ah ettim içimden. Bizim sosyologlar ise halen aynı değişkenleri veri alarak kalbin içindekini analiz etmekle uğraşıyor: Dindarlığın artış veya azalışını namaz kılma oranlarıyla ölçmeye, otuz Ramazan veya birkaç gün oruç tutma oranlarına göre saptamaya çalışıyorlar.

Ailelerdeki dindarlık oranını ise -sanki takva kan bağıyla sabit olabilirmiş gibi- ailedeki başı açık veya kapalı kızların sayısına bakarak belirlemeye çalışıyorlar.

Defalarca yazdık; böyle istatistikî bilgilerle din sosyolojisi yapılamaz, yapılamıyor. Çünkü asıl olarak din kalbin alanı. İnsana yaklaşmanız gerek gerçeği istiyorsanız. Dini ne sabit veri olarak cemaatlere uyarlayabilirsiniz, ne toplumlara.

İnanç zihinden gelir ve sosyolojinin felsefenin diliyle size bir ipucu bırakır kuşkusuz. Bilmek ise (“Kendini bilen Rabbini bilir”den mülhem) akleden kalbin alanıdır. Uzun bir insanlaşma serüveni. Alıntı yapmakla, gönderme veya çağırışım yöntemleriyle ve hele kıyaslama ile anlamlandırılamıyor isabetli olarak.

İlla vücudunda tatbikat ister. Kalp ile yaşanır. Din. Böyle deyince bazıları öz’cülük yaptığımızı sandı her seferinde. Asıl sofuluk dini böyle dar bir kalıba indirgemekle başlıyor. Surete, şekle.  Sonra da kalbi salt hamasi bir duygusallığa hapsetmekle devam ediyor. Kalbin dikenleri çıkmamış gibi kibre, hasede, gazaba esir düşülüyor nihayetinde. Ayetin ne dediğini anlayamıyoruz, çünkü din tamam olamıyor bir türlü.

Din sosyolojisi yapmak bu tür sayısal verilerle bir yere dek elbet mümkün ve gerekli. Ama bu da insanların namaz kılma oranlarından bir vasat hesaplayıp katsayı belirlemekle ya da sabit bir reyting çıkarmakla mümkün değil. Bu yüzden olsa gerek hemen her seferinde toplumu okumakta da yanılıyor pek çok akademi üyesi.

İmdi spagetti siparişi verecek aile örneğimize dönersek. Kimi yorumcu her zaman dediği gibi şöyle diyecektir: Namaz böyle mekanik bir şey değil, madem koşa koşa gittiler, huşu ile dolu olarak dönmelilerdi masaya. Ama onlarda hiçbir değişiklik olmamış. Tüketmeye, nefsini şişirmeye devam ediyorsan o namaz neye yaradı. Müslümanlar vahşi kapitalizme teslim oldu. Anneler evde yemek yapmıyor vesaire.

Bir başka yorumcu da şöyle diyecektir, hep demiştir: İşte dindarlar böyle sekülerleşiyor. Giderek melezleşiyoruz. Hem dini ritüellerini yerine getirenler artıyor ama hem de aynı anda zamanın ruhunu yaşıyorlar. Böylece dini de yeniden yorumluyorlar bugünün diliyle vesaire.

Bense oracıkta babaanneye odaklanmıştım. Ne şikayet ediyordu durumundan. Ne de talepte bulunuyordu. Kendisi için uygun görülen duruma itaat ediyordu. Bununla birlikte kalbiyle Rabbi arasındaki sırrı bir spagetti tabağında da olsa tutuyordu. Hatta dahası, mecazi bir dilde bu sırrı paylaşıyordu ailesiyle.

Gökyüzüne bakmanın hikmetleri... Diyerek... Onları yer ile gökler arasındaki bağlantıya, devam edişe yolluyordu. Aşağısı ile yukarısının birliğini hatırlatıyordu. Yeryüzü ekmeği ile doymayı denemenin insanı tatminsizliğe sürüklediğini bilecek kadar çok görmüştü belli ki. Gökyüzü ekmeğini sofraya bereket niyetine indirmiş gibiydi.

İnsanın asıl hikayesi kalbe yazılıdır. Onu anlamak, insanlığı anlamaya bir çağrı olur. Kendi içinde derinleşmek yerine toplumsal kıyaslamalara, göreceli hesaplara bel bağlamakla... Bir türlü olduğu gibi algılayamıyoruz toplumları. Bakışımızdaki eğriliği fark edemiyoruz toplumsal yamuklara odaklanmaktan. Kalp ahlakının getirdiği evrensel güzelliği seyredecek bir dil konuşamıyoruz birbirimizle.

Geçen gün bir sohbet sırasında şunu da yazsana dediler bana: Tarihi hiç içeriden okumadığımızı!..

Evet dedim tam da bu işte. Zahirî okumalarla yetiniyor bugün sosyal bilimler. Psikoloji bile mahrem olana sadece nefs-i emmare düzeyinde yaklaşmakla yetiniyor.

Dünya tarihi salt savaşlardan ve ideolojik akımlardan; post modern dönemler ise salt bir kimlikler tarihinden ibaret olup çıktı neredeyse. Toprağa dökülen kanların kimliği yok oysa. Dökülen gözyaşları tek bir çözeltiden oluşmadığı gibi aşk ateşinde nefretler de harlanıyor vesaire.

Sözgelimi o kadar adını andığımız Mimar Sinan’ın taşı taş üstüne koyarak bir medeniyet dili, evrensel / ilahi bir edep oluştururken neydi hissettikleri. İlhamını nasıl çekmişti kaynağından böylesine farklı niteliklerde. Yunus Emre’nin kırk yıl dergaha düzgün odun taşıması ne demekti, bugün bize neyi fısıldıyor. Mürşid-i hakiki üzerinden Resûlullah’ın bilinmesi ne demekti, Mevlana bazı metinlerini neden Şems mahlaslı yazmıştı...

yazının devamı için tıklayınız

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat