İslamafobi değil Müslüman nefreti

  • GİRİŞ26.12.2014 07:42
  • GÜNCELLEME27.12.2014 09:38

Ve her şey çok hızlı değişiyor.

Bizler, 80 yıl süren ‘tek tipçilik’ politikasının ürettiği sorunları görüp bundan vazgeçerken ve bu gidişat geniş halk kitlelerini heyecanlandırırken, yani aslında ‘normal olana’ dönerken, Avrupa ve Batı yılbaşı hediyesi gibi cancanlı ambalajlarla Dünya’ya sattığı ‘çok kültürlülük’ hedefinden hızla sapıyor.

Belki buna onlar da kendi normallerine dönüyor diyebiliriz.

Almanya Başbakanı Angela Merkel bunu Ekim 2010’da itiraf etmişti zaten.

“Çok kültürlülük projesi çökmüştür” diyerek.

Çok kültürlülük çökünce, yerini tedavisi çok zor kadim bir hastalık almaya başladı.

Ne midir? Bu hastalık.

Yaşlı kıtanın yeniden nükseden ve tedavi edilemeyen hastalığının adı ırkçılıktır.

1930’larda Naziler, Alman ırkının üstünlüğü ve Yahudi karşıtlığı üzerinden bütün ülke de hakimiyet kurmuş, İkinci Dünya Savaşı sonunda Nazi ruhunun toprağa gömülmesi 50 milyon cana mal olmuştu.

Şimdi aynı ruh, başka başka bedenlerde can buluyor.

Naziler, 30’lar Almanya’sında ‘hamaset’ ve ‘demagojinin’ zirvelerine çıkarak bütün rakiplerini alt etmişti.

Şimdi aynı tarzı ‘Neonazilerin’ yeni sözcüleri kullanıyor.

Kısa adı PEGİDA olan “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar” hareketi, 150 kişiyle başlattıkları gösterileri 8 hafta sonra 17 bin kişiye çıkartarak, seslerini Almanya dışına kadar taşımayı başarabildiler.

Hareketin lideri Lutz Bachmann, Hitler’in topraktan çıkmış halini andırıyor.

Twitterdan attığı mesajlarda Yeşiller Partisi’nin üyelerini “kurşuna dizilmesi gereken çevre teröristleri olarak adlandırıyor, Claudia Roth’a, Claudia Fatima Roth lakabı takıyor, SPD’yi cinayet şebekesi” diye niteliyor.

Korkutucu olan, hamaset ve demagoji üzerine kurulan nefret dilinin bu muhataplarının bile, etkili bir karşı söylem geliştiremiyor olmaları.

Almanya’da ve Avrupa’nın geri kalanında hızla yükselen ve sadece Müslümanları hedef alan saldırganlık, Türkiye’nin gürültülü gündemi nedeniyle ancak bu türden sansasyonel olaylar olduğu zaman konuşulur hale geliyor.

Oysa durum çok ciddi.

Birkaç yıl önce bu konuları konuştuğumuz Almanya’da yaşayan bir dostumuz, “Şu anda Almanya’nın iklimi, İkinci Dünya Savaşı öncesinin durumuna benziyor. O zaman Yahudiler nasıl bir ‘nefret diline’ maruz kalmış idilerse, bugün aynı nefret dili Müslümanlara ve İslam’a karşı kullanılıyor” demişti.

Bugün gelinen nokta, bu iklimin daha da tehlikeli bir hal aldığına işaret ediyor.

Hoş, bu tehlikenin farkında olan Almanlar’da yok değil.

Pegida’nın Dresden’de yaptığı gösteriye misilleme olarak Münih kentinde toplanan 12 bin kişilik

karşıt grup, Pediga'nın Almanya'nın imajına zarar verdiğini söyleyip, ''Almanya zengin bir ülke ve hiçbir mültecinin geri gönderilmesine gerek yok. Biz buraya daha fazla göçmen alınmasını savunuyoruz. Pediga Almanya için utançtır'' diyerek başka bir gösteri yaptı.

Ancak sorun şu ki; bu tür karşı hareketler, tarihte olduğu gibi bir veba salgını gibi yayılan ırkçı düşüncenin önüne geçebilecek gibi görünmüyor.  

İslamofobia yeni bir kavram.

‘Sempatiyle karşılanması gereken bir duygu’ imiş gibi kullanılsın diye bu isim verilmiş olmalı.

Halbuki, İslamofobianın gerçekte karşılığı İslam Korkusu değil, İslam ve Müslüman nefreti olarak ortaya çıkmış durumda.

İşin kötüsü, bu duyguyu taşıyanlar, Müslümanların ne kadar Müslüman olduğu ile de hiç ilgili değil.

Zaten Avrupa’da yaşayan Müslümanların, bu nefret söylemini hak edecek eylemler ve düşünceler içinde olduğunu söylemek de mümkün değil.

Nefret duygusuna muhatap olmak için Müslüman bir ülkeden gelmiş olmak, ya da Müslüman bir ailenin çocuğu olmak yeterli.

Biraz ölçek büyütünce yükselen ırkçılık hareketlerine şöyle bir bakış da geliştirilebilir mi? Dersiniz.

İbn Haldun, ünlü Mukaddime adlı eserinde, devletlerin-medeniyetlerin tıpkı insan bünyesi gibi doğup büyüyüp hakim kültür haline geldikten sonra duraklama ve gerileme evresine girdiğini anlatır.

Der ki: “Devlet hayatı canlı bir organizmanın yaşantısına benzetmektedir. Devlet, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma kimliğindedir. Canlı varlıklar için zorunlu olan bu yasa dışında bir yasa yoktur. Toplumlar için gelişme devresini tamamlamak ve yeniden başlamak zorunluluktur. Onlar hiçbir zaman sürekli gelişme gösteremezler. Her toplum aynı gelişmeyi yaşamak zorundadır. Ferdi organizma ile devlet organizasyonu benzer değil aynıdır”

12 inci Yüzyılda Endülüs’ün Kurtuba kentinin; Işıklı caddeleri, 70 den fazla kütüphanesi, 500 den fazla camisi varken, Hristiyan Avrupa’nın kralları kendi isimlerini yazabilmeyi yeni yeni öğreniyorlardı.

Çin’de Ming İmparatorluğu pusula, kağıt, matbaa gibi icatları insanlığa armağan ederken, Avrupa yüzyıl savaşlarıyla derin bir kaos içinde yüzüyordu.

Biz de yakın zamana kadar resmi ideolojinin borazanlığını yapan eğitim sistemine bakarsanız, Dünya bilim ve teknoloji de elde ettiği ilerlemenin tamamını Batı’ya borçludur.

Ancak medeniyet tarihinin bütününe baktığınızda insanlığın sadece son 500 yıl için bu bağlamda Batı’ya karşı kendisini borçlu hissetmesi beklenebilir.

Ayrıca sömürgecilik anlayışını da bu borç hanesinden düşmek gerekir.

Irkçılık hastalığının yeniden nüksetmesini bu bağlam içerisinde değerlendirmek yanlış olmasa gerek. 

Yorumlar3

  • avşarlı atilla 9 yıl önce Şikayet Et
    taşkent in yiğit evladı kalemine yüregine sağlık
    Cevapla
  • napsitli 9 yıl önce Şikayet Et
    alman toplumunu zaten siyonistler guduyor hitleride onlar doldurusa getirmislerdi aslinda acinacak haldeler tam bir koylu toplumu
    Cevapla
  • isa akkurt 9 yıl önce Şikayet Et
    çok doğru
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat