Zamanı Allah'la değerlendirmek..

Şeyh Şibli, kıyamet günü, ilkinin “Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?” sorusunun sorulacağını bildirir.

  • GİRİŞ30.07.2013 09:48
  • GÜNCELLEME30.07.2013 09:48

İnsan için dünya hayatı, iman edip ihsan makamına, Allah'la beraberlik bilincine sıçrama yapıp yapamama imtihanıdır..

İnsan, kalbiyle Allah'la buluşur. İnsan toplulukları da başkanlarıyla.. Bir aile reisi, bir cemaat imamı ya da devlet başkanı, Allah'a itaat ediyorsa, onlara uyan topluluk da Allah'la beraber olur: Yavuz Sultan Selim'in ölüm anını nedimi Hasan Can, şöyle anlatır: “Yavuz'un sırtında şirpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz'un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Adeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengaver askerlerine taktik ve talimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi halini kast ederek: “Hasan Can, bu ne hâldir?” dedi. Ben de, artık fani yolculuğun sonuna, baki hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle “Sultanım artık Allâh ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!” dedim. Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı: “Hasan, Hasan! Sen beni bu ana kadar kiminle beraber zannederdin? Cenâb-ı Hakk'a teveccühümde bir kusur mu müşahede eyledin?” dedi. Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Sûre-i Yâsîn'i okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”

Dünya saltanatında hiçbir insan, Hz.Süleyman'ın (a.s.) düzeyine ulaşamamıştır. Biliniyor ki dünya, Hz.Süleyman'ın kalbini meşgul etmemiş, Allah'la beraberliğine engel olmamıştır. Dolayısıyla Allah Teala, kıyamet gününde, getirilen devlet adamı, zengin ve alim kişilere “Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” diye soracak. “Yâ Rabbî! Malımın çokluğu, sorumluluğumun ağırlığı beni meşgul etti.” diyecekler. Allahu Teala da   “Sen Süleyman kulumdan da mı zengindin, daha büyük bir hükümdardın, daha büyük bir alim miydin? Onu niye o kadar mülkü, devleti meşgul etmedi?” buyuracaktır.[1] 

Ayrıca insanın en kıymetli varlıkları olan mal, can ve evlattan imtihan noktasında Hz.Eyyûb'un (a.s.) hayatı, her koşulda Allah'la  beraberlik bilincinin kazandırdığı sabır ve şükrün müstesna bir örnekliğidir: Allah Teâlâ, Hz.Eyyûb'u çok ağır imtihanlardan geçirdi. Önce mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücuduna ağır bir hastalık verdi. Hz.Eyyûb (a.s.) yıllar süren bu hastalığı boyunca, hiçbir şikâyet ve feryatta bulunmadı. Hanımı Rahîme Hatun, ona: “Sen bir peygambersin; duan makbuldür. Dua et de şifaya nail ol!” dedi. Hz.Eyyûb (a.s.) “Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak'tan sıhhat taleb etmeye teeddüb ederim!” buyurdu. Ne zaman ki hastalığı, kulluk görevlerini gönül huzuruyla yapabilmesine engel olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulundu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)  Hz.Eyyûb'un (a.s.) hastalığı konusunda, “Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o hastalığı çektiAyakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce de “Bana gerçekten hastalık isabet etti» buyurdu. Bu sabır destanı ve kemal-i teslimiyet sonucunda Allah Teâlâ, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi.. Hz.Eyyûb'a (a.s.)  eski hayatını misliyle iade etti.

Hz.İsa (a.s.) teninde alacalar bulunan ve hastalıktan iki şakağı da çökmüş bir kişiyle karşılaştı. Adam, hastalıklarını umursamaz bir biçimde “Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu. Hz.İsa (a.s.) adama “Senin kurtulduğun ama insanların çektiği o hastalık nedir?” diye sordu.. Hasta şöyle cevap verdi: “Ey Rûhullâh! En feci hastalık ve bela, kalbin Hak'tan gafil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyüzatı içindeyim. Hastalıklarımdan hiçbir şikayetim yok bu yüzden!” dedi.

Allah'la beraber olmak, yüksek bir bilinçle, Kur'an-ı Kerim'de bildirilenden daha çok, kainatta, bir insan olarak kendi varlığında tecelli eden ilahi isimlerini algılamak.. Allahu Teala'nın her an bizimle olduğunu bilerek, düşünerek ve hissederek, sözlerimizi, davranışlarımızı, hareketlerimizi ve işlerimizi rızasına göre düzenlememizdir. Bu bilinç ve algı, Cenâb-ı Hakk'ın kuluna en büyük lütfudur: “…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.”[2], “…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...”[3], “…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…”[4] ve  “Doğu da Allâh'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allâh'ın yüzü (zâtı) oradadır...”[5] ayetleri, bu gerçeği dile getirmektedir. Bir hadîs-i şerifte de “imanın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh'ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyrulmuştur.[6]

Kalbin, sürekli Allah'la olması, insanın sürekli Allah'la iletişimde kalması, dünya imtihanındaki başarının belgesidir. Bunun zıddına Hak'tan gafil yaşanan bir hayatın sonucu da, ebedî bir hüsran ve pişmanlıktan ibarettir. İnsanoğlu, Allah'la beraberliği oranında, imandan ihsana sıçrama yaptığı takdirde, hak yolda ve istikâmet üzeredir. Rabbinden gafil kaldığı ve O'nu unuttuğu ölçüde de nefsaniyetin hoyratlığına ve şeytanın delalete düşmüş demektir: “Allâh'ı unutan ve bu yüzden Allâh'ın da onlara hallerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”[7] Bu nedenle bir toplumda başkanın, ihsan makamında olması, Allah'la beraberlik bilincinde yönetmesi çok önemlidir.. Gafil başkanlar, toplumu da gaflete sürüklerler. İmandan ihsana sıçramak ve Allah'la beraber olmak, kişide İslam ahlakı, toplumda İslam medeniyeti olarak somutlaşır. 

İnsan ruhu, imtihan amacıyla bulunduğu şu fani dünyada, ten kafesine hapsedilmiş muzdarip bir kuş gibidir. Ruhta, ana yurdundan ayrı düşmüş olmanın, gurbetin ızdırabı vardır. Bu ızdırabı dindirip huzur ve doyuma ulaştıracak olan da, ihsan makamıdır, Allah ile beraberliktir. Bir insan, kalbini ne kadar Allah'la beraber kılarsa, Allah ona, şan-ı ulûhiyetinin fazlı ve keremiyle daha çok yakın olur. Bir hadîs-i şerîfte dile getirildiği üzere; “bir kul, Rabbine bir karış yaklaşırsa, Rabbi ona bir arşın yaklaşır. Kul Rabbine yürüyerek giderse, Rabbi ona koşarak gider. O'nu zikrettiği her yerde onunla olur, rahmet ve yardımını ondan esirgemez.” Bu yüzden Hak aşıkları nazarında ölümün ürkütücü hali kaybolur ve ölüm Rabb'e vuslat yolculuğu olarak algılanır. Ashâb-ı Kiram, ölüm döşeğindeki hastalara, Allâh'a ve Rasulü'ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) selâm göndermişlerdir. Ölüm yolculuğunun hangi keyfiyette tecelli edeceği, yani cennet huzuruyla mı, yoksa cehennem azabıyla mı sonuçlanacağı, ruhun dünyada Allah'la ne kadar beraber olduğuna bağlıdır. Bu yüzden insan bu dünyada Allah'la beraber olacak ki, ahirette de Hakk'a dostluğun ikramı olan nadide nimetlere ve onun da ötesinde “Cemalullah”ı müşahede şerefine erişebilsin.

Hayatın iniş çıkışları karşısında, imanı ihsanla kemale, Allah'la beraberlik bilincine ermiş  bir Müslüman, rıza, hamd, teslimiyet ve şükür gösterir, oysa inancı zayıf olanlar ve inançsızlar, Allah'la beraberlik bilincine erişemediklerinden nankörlük, şikayet, itiraz ve nadanlık gösterir. Refah ve huzur içinde iken Allah'ı unutmayan ve O'nunla beraber olan bir kalp, herhangi bir sıkıntıya uğradığında da Rabbini yanında bulur. Kul, imtihan edildiği zorluk ve sıkıntıya sabredip ecrine talip olursa, Allahu Teala ona sabır ve sebatı kolaylaştırır. Şayet kurtulmayı dilerse, Allah ona nusret ve rahmetiyle kafi olur. Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır, yani fiilinde serbesttir. O, kullarını nimetle de mahrumiyetle de denemeye tabi tutar. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun imanda sadakatinin tescilidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak en büyük imtihanları en sevdiği kullarına vermiştir: “Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler; «Allâh'ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh'ın yardımı yakındır.”[8] (el-Bakara, 214)

Bu yüzden bir Müslüman, zorluklarla karşılaştığında, ümitsizce sızlanmaya, “Kulu olduğum Allah niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” türünden ucu küfre sarkan isyan sözleri söylemeye asla hakkı yoktur. Zira bu imtihan dünyasında Allah kulunu imtihan eder; hâşâ, kul Rabbini değil! Dolayısıyla hayatın zorluklarıyla karşılaşan bir Müslüman; “…Mahzûn olma, Allah bizimle beraberdir...”[9] ayetindeki Allah'la olma telkinini hatırlayıp Cenâb-ı Hak'la beraberlik ve dostluğun huzurunu yaşamalıdır. Dünya imtihanında en çok çile çemberinden geçen peygamberler ve salih kullar da sürekli bu huzuru yaşamışlardır. Aile reisleri ve Müslüman liderler, Allah'la beraber olma bilinciyle yönetirlerse, başarılı olurlar, iki dünya saadetine kavuşurlar.  

Unutmamak gerekir ki kalpleri Allah'la olan kamil müminlere, dünyada da, ahirette de hüzün ve korku yoktur. Cenâb-ı Hak, onlara son nefeslerinde olan ikramını ve uhrevî müjdeleri şöyle bildirir: “Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.' derler.”[10]  Bu ilâhi müjdelere ulaşmakla sonuçlanacak hayatın ve tarihin iniş çıkışları ve nefsani / şeytani fırtınaları karşısında sürekli Hakk'ın huzurunda sabit kalabilen kalplere ne mutlu!

Bu dünyada kalbi Allah'la olan bir Müslüman; ömrünü nefsaniyetin hoyratlığında ziyan etmez. Hayatı, sefahat ve rezaletlerde bozulmaz; gereksiz maceralar peşinde koşmaz. Abeslere, batıllara, azgınlıklara dalmaz. Boş sevdalara aldanmaz. Ca­hil­ler, kendisine sataştığında, onlarla muhatap olmaz.. Dedikodularla amel defterini lekelemez.. Allah'a dostluk gayreti içinde yaşar. Kalbi Allah'la olan bir Müslüman lider de, iyiliği emredip kötülükten men edeceği için sorumlu olduğu topluluğu cahiliyeye sürüklemez, sefalete düşürmez. Allah'la beraber olan müminler, ömürlerini hayır-hasenatla tezyin ederler. Sürekli ilimle uğraşırlar, Kur'ân ve sünneti rehber edinirler. Allah rızasına matuf işlerle uğraşırlar. Mülkün gerçek sahibi Allah'ı tanıyarak, malını ve canını nasıl kullanacağını bilirler. Cihatta, hizmette ve infakta yarışırlar. İbadetlere, hayır hasenatlara ve ilim meclislerine rağbet ederler. Allah'la beraberlik bilinciyle her Müslüman, Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak, arkasında faziletlerle dolu hatıralar bırakır.  

Allahu Teala her an ve her yerde bizimle beraberdir. Önemli olan bizim de sürekli her yerde Allah'la beraber olabilmemizdir. Bu bilinçle yapılan küçücük bir iş bile dağlar kadar büyürken, Hak'tan gâfil olarak yapılan hiçbir şeyde hayır yoktur. Böyle aymaz bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği dua karşılıksız, yaptığı tevbe de tevbeye muhtaçtır. Hak aşıklarının ibadetleri de Allah ile kamil manada bir beraberlik ikliminde tecelli eder. Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne oranda yakınsa, ibadetleri de o oranda düzey ve geçerlilik kazanır. Hz. Âişe validemiz, “Rasûlullah (s.a.v.) namaza durduğunda, zaman zaman yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi.” buyurmuştur.[11]  Hz.Ali (r.a.) da ibadet hayatında müstesna bir huzur ve huşu iklimine girerdi. Bir savaşta ayağına ok isabet etmişti. Izdırabının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hz.Ali (r.a.) “Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Öyle yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hz.Ali (r.a.) da selâm verip; “Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “Çıkardık!” dediler. İşte kalbi Allah'la olanın ibadetindeki huşu ve manevi haz bambaşkadır.

Öte yandan Allah'la beraberlik bilinci, sadece ibadetlere mahsus da değildir. Allah'la beraberlik bilinci, müminin bütün hayatını şekillendirecek bir gönül kıvamıdır, ruh iklimidir. İbadetler kadar, aile hayatını da, sosyal, ekonomik ve siyasal hayatı da, bütün insani eylemleri düzenleyecek bir manevi duyarlılıktır. Ahmed er-Rufâî Hazretleri buyurur ki “Kul için vaktin bereketi odur ki, o vakitte Cenâb-ı Hakk'a yakınlık bulur.” Dünya işleri, kalpler Allâh'la olduktan sonra insana hiçbir zarar veremez. Ne var ki dünya telaşının Hak'tan gafil bıraktığı bir kalple ibadetin mahzuru çoktur!.. Ebû Bekir Şiblî Hazretleri tasavvufu tarif ederken “İki dünyada Allâh'la beraber, O'ndan başka bir şey görmemektir.” buyurmuştur. İşte tasavvufî terbiyenin ulaştırmak istediği gönül kıvamı, böyle bir beraberlik ufkudur.

İnsanoğlunun en kıymetli sermayesi zamandır. Zaman satın alınamaz, borç verilemez, borç alınamaz. Zaman nimetinin en önemli kısmı ise, geçmişle gelecek arasındaki ‘şimdiki an'dır. Zira geçmişe ait dosyalar kapanmış ve mühürlenmiştir; artık o dosyalarda bir tadilat yapmak mümkün değildir. Geleceğin ise hangi sürprizlere gebe olduğu meçhuldür.

Bu yüzden mümin, bu en kıymetli sermayesini, yine en kıymetli olana hasretmeli, zamanlarını Allah'la beraberlik içinde değerlendirmelidir.


[1] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu'l-Îmân, V, 202-203

[2] el Kâf Suresi, Ayet: 16.

[3] el-Hadîd Suresi, Ayet: 4.

[4] el-Enfâl Suresi, Ayet: 24.

[5] el-Bakara Suresi, Ayet: 115.

[6] Hey­se­mî, I, 60.

[7] el-Haşr Suresi, Ayet: 19.

[8] el-Bakara Suresi, Ayet: 214.

[9] et-Tevbe Suresi, Ayet: 40.

[10] El Fussilet Suresi, Ayet: 30.

[11] Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18.

Mustafa Yürekli - Haber7

mustafayurekli@gmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat