Bilinç Odağının “Benlik”ten Allah’a Yönelmesi

  • GİRİŞ24.03.2017 07:51
  • GÜNCELLEME25.03.2017 09:12

Ustanın biri çırağından raftaki şişeyi getirmesini ister. Çırak yerinden fırlar.. Elini uzatıp tam raftan şişeyi alacaktır.  Ancak rafta iki şişe vardır. Çırak doğal olarak, “Ustam rafta iki şişe var. Hangisini getireyim?” diye sorar. Usta, “Rafta bir şişe var. Sen onu getir!” dese de çırak ısrarla rafta iki şişe olduğunu söyler.  Artık usta “O zaman birini kır, diğerini getir!” demek zorunda kalır. Ne var ki şişenin biri kırılınca öbürü de kaybolur. Çünkü çırağın gözü şaşıdır. Şişe kırılınca, çırak gerçeğin farkına varır. Aleme şaşı bakanlar, ancak kesreti görürler. Fakat ikinci şişeyi kıranlar, gerçek tevhidin farkına varırlar. Tevhid böyle bir meseledir. Bir’i görmek, İnâyet-i İlâhiyye işidir. Allah gösterirse, bir peygamberle bir kitap gönderirse, iman, muhabbet ve marifet lütfederse insan o hakikati görmeye güç yetirebilir; değilse acze düşer.

Bir’i görmek için şaşılıktan kurtulmak gerekir; şaşılık, ihlası yitirmektir: “Bu alemin bir rabbi var mı yok mu?” sorusuna ciddi bir şekilde cevap vermek zorundadır insan, şaşkınlıktan kurtulmak için. Dağ başında ya da deniz kenarında kumsalda bir saat bulan insan nasıl elindeki nesnenin bir doğal nesne olmadığını bilirse, alemin de bir yaratıcısının olduğunu bilir; yaratıcıyı bulmak fıtridir, yaradılışın gereğidir.  “Alem”in “Rabbi” varsa, o soruyu cevaplayan insanı da yaratmıştır. Dolayısıyla şaşkınlıktan kurtulmak için “Yaradılış Meselesi”ni çözmek, Alem’in Rabbi’ne ubudiyyetini arz etmek gerekmektedir. Ubudiyetti arz edebilmek için nübüvvet köprüsüne ihtiyaç vardır.

Günümüzde gafletten, şaşkınlıktan kurtuluş, Allah’a ubudiyetini arzetmek, Hz.Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an-ı Kerim’de Usve-i Hasene olarak tanımlanan sünnetine sarılmakla olur. Hz.Muhammed’in (s.a.v.) en büyük sünneti de tevhiddir; Allah’ı kainatın, tarihin ve hayatın merkezine koyan Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak, onaylamak ve ona uygun yaşamaktır.

İbadetler, Kur’an ve sünnetin kulluğa vesile kıldığı davranışlar manzumesidir. Bu davranışların gereği olan manevi özellikler, erdemler, ibadetlerin kalitesini arttırır; ahlaksız biir biçimde Allah’la birlikte olunmaz, ibadet edilmez. Nitekim gafletsiz bir namaz, gıybetsiz bir oruç, minnetsiz bir zekât ve sadaka, alayişsiz bir hac, riyasız bir cihad, usanmadan zevkle yapılan bir zikir ve nefsani afetlerden uzak bir taat gerçek ibadet sayılmıştır. Husumetsiz bir rıza, şikayetsiz bir sabır, şüphesi olmayan bir yakin, sürekli bir müşahede, dönüşü olmayan bir yöneliş ve fasılasız bir vuslat da tevhîd sonucu ortaya çıkan bilinç durumları ve kalbi eylemlerdir.

BEŞERİ VE İLAHİ TEVHİD

Tasavvuf muhitlerinde biri beşerî, biri ilâhî olan iki tevhidden bahsedilir. Beşeri Tevhid, ceza korkusu ya da mükafat umuduyla gerçekleşen tevhiddir. İlâhî olanı ise tâzim duygusuyla yapılandır. Çünkü yaptığı işe karşılık beklemek ve yaptığına değer vermek beşeriyet özelliğinin gereğidir.  

İnsan tevhîd inancında bu zaaflarından, ceza korkusu ya da mükafat umuduyla hareket etmekten kurtulmadıkça İlâhi Tevhîd’e ulaşamaz. İlâhî Tevhîd’de sadece tâzim vardır, sevgiyle harmanlanmış bir saygı vardır. Şüphesiz sevgi ve saygıdan doğan bir tevhîd ile cezâdan korkarak ya da mükafat umuduyla oluşan tevhîd bir değildir. Elbette Allah’ın azabından korkmak da onurlu bir davranıştır. Ama sevgiye dayalı tâzim ise daha yüksek, daha yüce bir duygudur. Yunus Emre’nin şu dizeleri bu İlâhi Tevhîd’e ulaşma gereğini anlatır: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni”

Hz.Muhammed’in sünneti olarak tevhîd, varoluşu Allah odaklı kavrayan bir inanç esası olduğu kadar, bir düşünce sistemidir de; hatta Allah odaklı bir hayât tarzı, günümüzdeki ifadesiyle yaşama biçimidir. Muhammedi tebliğ olmadan ne Kur’an-ı Kerim’e, ne Allahu Teala’ya, ne de düşüncede, duyguda ve davranışta Allah’a odaklanma düzeyine (ihsana / ihlasa) ulaşılabilir.

Tevhîd, ubûdiyyet, Türkçe karşılığıyla kullukta “Bir” olana yönelip O’nun dışındakileri kalb, akıl ve davranıştan ya da kişisel dünyamızdan uzaklaştırmak;  benliğe ya da çevresine odaklanmayı bırakıp Allah’a odaklanarak sâdece O’nun varlığını kavramaya, emrine girerek İlahi İrade’yi ortak irade haline getirmeye çalışmaktır.

Allah Teâlâ Bedir Zaferi’nden sonra Hz.Peygamber (s.a.v.) ve onun mümtaz arkadaşları Sahabe-i Kiram’ı zafer sarhoşluğuna kapılmamaları için uyarmaktadır: “Öldürdüğünüz zaman, siz değil Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, atan Allah’tı. Ve bu müminler için bir imtihandı.”  (el-Enfâl, 8/17. ) Bedir Savaşı’nda üç yüz kişilik İslâm ordusu, dokuz yüzü aşkın müşrik ordusunu tepelemiş ve müşriklerin reislerini de öldürmüştü. Savaşın en kızıştığı sırada Allah Rasûlü ellerini semâya kaldırarak duâ etmiş ve yerden aldığı bir avuç kumu düşmanların yüzüne doğru atmıştı. Sonunda müşrikler bozguna uğramış, Müslümanlar zafer kazanmıştı. Ancak Allah Teâlâ tevhîd inancının bir gereği olarak kendisinin Fâil-i Mutlak (c.c.) olduğu gerçeğinin unutulmaması amacıyla onları bu ayetle uyarmıştı.

Her gün namazlarımızda en az kırk defa okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde: “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyoruz. Bu ifadelerimizde ibâdet ve kulluğumuzun ancak O’nun yardım ve desteğiyle gerçekleştiğini itiraf ediyoruz. Çünkü O, gönül dünyamıza ibadet neşesi ve kulluk arzusu vermese, biz nasıl ibadet edebiliriz? O’nun gönlümüze lütfedip böyle bir arzu vermesi adeta: “Buyur gel ey kulum” diye bizi kendine çağırmasıdır. Biz o davetle O’na yöneliyoruz. O’na yönelişimizi kendimizden değil, O’ndan bilmeliyiz. O, bu duyguyu vermese biz nefsimizin hevâsını nasıl aşıp O’na koşabiliriz ki?

Kulluk, ortak etkinliğin içindeki bireysel eylemdir; cemaatle namaz kılarken kişisel olarak da namaz kılmak gibi..  Kulluğun bireysel boyutu, toplumsal boyutun içindedir; Fatiha Suresi’nde “Yalnız sana kulluk ederiz..” dememiz buyrulmaktadır.. (Aslında ne hayat ne da kulluk, böyle bireysel ve toplumsal olarak ayrıştırılamaz, bu Batılı zihnin saçmalıklarındandır.)  “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz..” âyetinin anlamında İbrâhimi bir tevhid anlayışı vardır. Nemrud, İbrahim (a.s.)’ı ateşe atacağı zaman Cebrail yanına gelip “Herhangi bir ihtiyâcın var mı?” diye sordu. İbrâhim (a.s.): “Senden mi, aslâ!” cevâbını verdi. Cebrâil de “Öyleyse Allah’tan iste, isteyeceğini!” dedi. İbrâhim (a.s.) bu sefer: “O benim hâlimi görüyor ve biliyor. Ben alemlerin Rabb’ına teslîm olmuşum.” dedi (el-Bakara, 2/131). Tevhidi ibadet, sadece Allah’a yönelmektir, O’nu Fâil-i Mutlak olarak görmektir ki Ayet-i Kerîme’de bu gerçeğin ifade edildiği görülmektedir. 

Hz. İbrâhim, o sırada, görünüşte elleri ve ayakları zincire vurulmuş, mevhum bir akıbete doğru sürüklenmektedir. Ancak onun tevhîdi müşahedesi, gönlünde sıkıntıya düşecek bir yer bırakmamıştı. O sırada İbrâhim (a.s.)’ın sâdece görüntüde elleri ve ayakları bağlanmıştı, gerçekteyse Hz.İbrahim imtihanı verip tevhid ile o zincirleri kırmıştı.

Oysa bizim ellerimiz bugün gerçekten bağlı, hareket edemiyoruz, ayaklarımız bağlı Allaha doğru yürüyemiyoruz, gözlerimiz kapalı hakikati göremiyoruz, kulaklarımız tıkalı hakkı tavsiyeyi duyamıyoruz, dilimiz tutulmuş hakkı konuşamıyoruz. Ve bu hâlimizle cehennem ateşinin başındayız. Oysa görünüşte elimiz ayağımız bağlı değil, serbest görünüyoruz.

Nemrud’un ateşine karşı Allah’tan başkasının yardımını kabûl etmeyen İbrahim misâli cehennem ateşine karşı Hakk’tan yardım dilemek durumundayız. Tevhid bilincine erenlerin yönelimi Allah’adır. Tevhid bilincine erende sevgi ve tercihler, kabuller ve ret edişler, şahsi ve nefsani olmaktan çıkıp Allah’a göre olur. Çünkü Bir’in sevgisinde fani olan kendisine ait bir tercih taşımaz; O’nun katında geçerli olanı seçer.

TEVHİDİN MÜŞAHADE VE MÜRAKABE

Cibril Hadisi olarak bilinen hadisteki “İhsân” târifinde tevhîdin iki boyutunu da görmek mümkündür; tevhidde bir müşahede, bir de murakabe anlamı vardır..Hadîsteki “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk” müşahede anlamını, “Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor..” ibâresi ise murakabe anlamını ifade etmektedir.

Müşahede anlamındaki bir tevhidde kul, kendine ve kendi kabiliyetlerine herhangi bir şey izâfe etmeden kendini ve eşyayı Allah ile kâim görür. Eşyaya bakarken onları sevk ve idare eden kudreti müşahede eder ve kendisinin de O’nunla kâim olduğunu idrak eder. İradesini de, idaresini de O’na bırakır. Böylece tevhid hakikati, kulu büsbütün istila etmiş olur. Sonuçta kul her şeyin Allah ile kâim olduğunu görür. Nereye baksa O’nun varlık ve birliğini gösteren deliller müşahede eder. Böyle bir tevhidde kulun nefsi aradan çıkmıştır. Kul Fâil-i Mutlak olarak sâdece O’nu görmeye başlamıştır. Artık kulun tevhide alamet aramaya, delil bulmaya ihtiyacı kalmamıştır. O artık hâlis bir kuldur. Tek tek ve topluca dünyevî hiç bir şeyle bağlı ve kayıtlı değildir. Sâdece Hakk’ın müşahedesiyle meşguldür.

Müşahedeye erememiş kişilerin durumunu anlatan murakabe kavramında ise kulun sürekli olarak Allah tarafından gözetlendiğini, kontrol edildiğini düşünmesi ve bu düşüncenin ibadet ve davranışlarına yansıyarak kullukta “ben”i devreden çıkarması söz konusudur. Sahih bir tevhid, bilincin ben merkezli olmaktan kurtulup sürekli Allah odaklı bir tevhiddir.  

 “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” ibâreleriyle kul, müşahede pencerelerini aralamakta, adeta Rabb’iyle bire bir konuşur hâle gelmektedir. Çünkü Fâtiha Suresi’nin ilk ayetlerinde kulun Allah ile irtibatı üçüncü şahıs; yani gaib sigasıyla olduğu halde bu ayetten itibâren irtibat muhatab sigasına dönüşmekte, kul adeta Allah’ı karşısında görüyormuşcasına O’na taleb ve niyazlarını sıralamaktadır. Bu hitab esnasında Allah ile kul arasında nefsin mülkiyet perdesinden başka bir perde yoktur. Nefsin mülkiyetinden kurtulabilen kul, perdeler açılarak Mâlik’i müşâhede etmeye başlar.  Fâtiha Suresi’nde Rabb’ını el Melik (c.c.), er Rahmân (c.c.), er Rahîm(c.c.) ve er Rabb (c.c.), sıfatlarıyla anarak şükür ve sena ettikten sonra bu sıfatların etkisi sâyesinde kul, nefsin esaretinden kurtulur. Ve ondan sonra kul “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz..” demeye başlar.  

Bu ifadede yüksek seviyede bir tevhid idraki vardır. Allah’a bu lafızlarla iltica eden birinin hala kulların kapısında dolaşması, kula kullukla vakit geçirmesi, insanlardan, canlı ve cansız varlıklardan meded ve inayet umması tevhidini yaralar. Nitekim Allah dostlarından Süfyan Sevri akşam namazında bir cemaate imam olur. Fatiha’yı okurken bu ayete geldiğinde düşüp bayılır. Neden sonra kendine geldiğinde niye bayıldığını soranlara der ki: “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz..” dediğimde, “Öyleyse niye sultanların, doktorların ve insanların kapısına koşup duruyorsun? Bu sözünde sadık değil misin?” denilmesinden korktum.” der.

Gerçek tevhide erenin iradesi, emrine girdikleri Hakk’ın iradesine ram olmuştur. O muvahhidler İlahi Emir’den hiç çıkmazlar; bütün kararları ve tercihleri, kabul ve reddedişleri nefis ve hevasının ya da başkalarının değil, Allah’ın kitabıyla ve peygamberinin sünnetiyle açıkladığı kabul ve reddi olmuştur. Bu da tevhidin, ancak gönle yerleşmesiyle ulaşılabilecek bir bilinç düzeyi, bir varoluşsal durumdur.  

Yorumlar1

  • Yaren 7 yıl önce Şikayet Et
    Gerçek tevhide erebilmek dileğiyle Hayırlı Cumalar...
    Cevapla Toplam 2 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat