''İslamcı Burjuva'' nasıl doğdu? - 2

  • GİRİŞ22.10.2011 08:20
  • GÜNCELLEME22.10.2011 08:20

(Geçen haftadan devam...)

Onların çoğu yiğidin harman olduğu, yitik hüzünler diyarı, Anadolu’nun kavruk evlatlarıydılar. Osmanlı’dan beri dedeleri, ataları değişmeyen bir senaryonun parya rolündeki figüranlarıydı.

Osmanlı’nın payitaht kurduğu yerlerin (Edirne, Bursa, İstanbul) dışında kaldıkları için hanla, hamamla, debdebeyle ihtişamla, medeniyetin rafine ürünleriyle karşılaşma fırsatları olmamıştı. Onlar, cumbalı köşklerde ud ve tambur ile suzinak bir şarkıyı terennüm etmenin ne demek olduğunu bilemediler, onlar alınlarını koydukları kuru toprak gibi bomboz bozlaklar, yareli ağıtlar, ciğer kokulu türküler söylediler. Babaları ve anaları, güneşin alnacında kavrula kavrula ekip biçtikleri bir avuç buğdayı, arpayı öşür, aşar diye verdiler. Mülazime, katibe, mutasarrıfa, hatta basit bir zabite karşı bür bür büküttüler, onların devlet soğuğu çehrelerinin karşısında, Osmanlı devrinde serpuşlarının ucunu, Cumhuriyet devrinde kasketlerini ellerinin arasında gevelediler.

Dedeleri ve babaları, ‘dövlet, hokümat ve cenderme’ üçgeninde ezik, şahsiyetleri dümdüz edilmiş, korku içinde yaşadılar. Dinden kopmuş, özü boşalmış gelenek, görenek ve törenin ezici ve tahripkar baskısı yetmezmiş gibi, ağaların ve eşkıyanın zulmü yetmezmiş gibi, kahreden yoksulluğun pençesinde hayat ve mematla pençeleştiler.

Sanıldığı gibi Cumhuriyet yeni bir devlet değildi. Bütün kurumlarıyla, zaaflarıyla, refleksleriyle Osmanlı’nın devamı idi. Dolayısıyla Osmanlı’nın özellikle son dönemde tebarüz eden bütün hastalıkları da (Prens Sabahattin’i hatırlarsak, onun dile getirdiği, memuriyet zihniyeti, merkeziyetçilik, kişisel girişim ruhunun olmayışı; ayrıca kişi eksenli liderlik anlayışı, toplumsal ikiyüzlülük, makam sahibine yaranma, toplumsal özgüven kaybı zenginlik ve servet karşısında aşırı eziklik vs.) devralındı. 1950’lere kadar onların dedeleri ve babaları bir avuç Cumhuriyetçi elitin güdümünde, gerektiğinde ezanları susturularak, gerektiğinde zorla senfoni orkestrası dinletilerek devlet eliyle ‘efendi’leştirilmeye tabi tutuldu. Fakat mide gurultularını dinleyen, sırtında ceketiyle ayağındaki poturu tozdan ve güneşten tanınmaz hale gelmiş, bulgur aşına talim etmekten imanı gevremiş bu insanlara efendilik n’etsindi? Eskiden beri, ‘katibime kolalı da mintan ne güzel yaraşır’dı, ‘dövlet her zaman on beş yaşında’ydı, ‘ben bilmem Ankara bilir’di. Bu, böyleydi…

Dedeleri ve babaları bu hisler içinde onlara, ‘Aman oğul sırtını dövlete yasla!’, ‘Oku, oku da adam ol, bizim gibi eşşek olma’, ‘Şu köyün başına bir taksiyle gel, yoksam gözüm ıh gider’, ‘Bizim oğlan tohtur, muvandiz olacah’ diye öğütler verdiler. Nineleri, anneleri onları takım elbise ve kravatla görünce hep gözleri yaşardı.

1950’lerden sonra vaziyet değişmeye başladı, ‘Yeter, söz milletin’ gibi sözler, sloganlar işitilir oldu. 60’lardan itibaren mektep medrese yüzü görmeye, birer ikişer ‘okumaya’ başladılar. Çoğu, Anadolu’da ne kadar dindarlık varsa o kadar dindardılar. Fakat ‘köyden şehere inince’, şehirli züppelerin, ikinci kuşak ayrıcalıklı kadronun çocuklarının yaşantılarını gördüler. Bütün suyun başını tutanların onlar olduğunu gördüler ki çoğu Robert Kolej, Galatasaray Lisesi ve muhtelif Fransızca eğitim yapan liselerden mezun besili, gürbüz ve frapan çocuklardı.

Bu baskın sistematik yapı karşısında korunma refleksiyle dini ve milli hislerine sarıldılar. Bir yandan da kökü tarihin derinliklerinde saklı dünyevi iktidar ve servet edinme taleplerini değişik biçimlere büründürerek ve ulvi taleplerin gölgesinde saklayarak dillendirmeye koyuldular. Bu gizli iç talepler bugün itibarıyla meyvesini veriyor görünmektedir. Nerden mi anlıyoruz? Birileri Hawaii’ye giderken, onlar bugün Dubai’ye gidiyorlar. Karıları ve kızları siyah camlı güneş gözlükleriyle siyah ciplere biniyorlar. (Dikkat! Nesnelere düşman değilim, zenginlik düşmanı hiç değilim. Gücün, servetin ve bilginin de ahlakı olmasından bahis açıyorum…) Modayı takip ediyor, rengarenk giyiniyor, pahalı cafelere gidiyor, jakuzili ve yüzme havuzlu evlerini Anadolu menşeli kavruk bacılara temizletiyorlar. Şimdi onları gümüş yüzükleri ve afilli başörtüleri de olmasa ayırt etmek imkansız. Hanımları örtülü, sekreterleri mini etekli. Kişisel tarihlerinde annelerinden ve kız kardeşlerinden başka bir kadın görmeyerek başları bağlandığı için kadın meselesinde ciddi sıkıntıları var. Marka giyiniyorlar, parayı harcayacak yer bulamıyorlar, yüzlerine bakan yüz binlerce aç adamın karşısında kapılarında ‘dikkat köpek var’ yazılı villalarında yemekler, partiler veriyorlar. (Sözün burasında, mekanın ve nesnelerin üst düzey olmasının değil, bu mekan ve nesnelere yüklenen anlamın, bunlarla girilen ilişki biçiminin dünyevileşmeyi oluşturduğunun farkında olduğumu belirtmek isterim.)

Dini kimliklerini üzerinde bir kambur gibi taşıyorlar, kendilerini hep olduğundan farklı göstermeye, bir yerlere ve birilerine ispat etmeye gayret ediyorlar. Bunu gören Cumhuriyetçi elitin köşe başını tutmuş ağaları deliriyorlar, pastalarına ortak çıktığını görüp hafakanlar geçiriyorlar. ‘İslam ve İslamcılar’  konusunu sürekli ayakta tutarak, habire televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına taşıyarak hem malzeme ve gündem ihtiyaçlarını gideriyorlar, hem de onları pastanın başından kovmaya çalışıyorlar. Bir kısım büyük gazete köşe yazarları da sürekli bu konuları kaşıyarak hem günah çıkarıyor, hem de bireysel iktidarlarını pekiştiriyorlar. İşte, ‘İslamcı burjuva’ filan diye adlandırılan bugünün şeşi beş gören zengini, böyle bir psikolojik ve sosyolojik mirasın toprağında yeşermiştir.

Tüm bu manzaranın karşısında ben, “Bir nehir kenarında abdest alsanız bile suyu israf etmeyiniz.” diyen peygamber hitabını düşünüyorum, ‘sevad-ı azam’a  (halkın geneli, büyük karaltı) riayet lazımdır’ diyerek halkın genel yaşama standardını incitmeyecek bir yaşayışı öngören alimlerin sözüne kulak veriyorum. İktisat ve kanaatle sade yaşamanın erdemini önemsiyorum. Zenginlik düşmanı olmadan, nesnelere ve sembollere tapınmadan ve düşman olmadan, ‘veren el’ olmanın anlamını hatırlatıyorum… Erdemli ve ahlaki zenginleşmenin bir sahabe tavrı olduğunu söylüyorum..

Yüz tane aç adamın karşısında, rahmetli Erol Taş’ın filmlerde hoyrat kahkahalarla tavuk budlarını gövdeye indirişini andıran bir hali havsalamda bir yere oturtamıyorum… Yanlış anlaşılmasın, terbiye olunmamış bir nefsin içinde hep bir ‘burjuva’ ve ‘burjuva özentisi’ taşıdığını iyi biliyorum. Çoğu kere rahibenin iffetinin de suretinin gayrıfotojenik oluşundan kaynaklandığını biliyorum.

Not: Türk ve Kürt faşistlerinin savaş tamtamları arasında, gencecik bedenlerin hüznünü kalbimde duyarak yine ‘terör  ya da militarizm’ girdabına savrulduğumuzu görüyorum. Geçen haftanın devamı olmasaydı yazılacak çok şey vardı... Ne ki ‘Söz’ün bittiği yerde’ değiliz, Söz yeni başlıyor…

Yusuf Özkan Özburun - Haber 7
ozkanozburun@hotmail.com

Yorumlar15

  • şakir yüksel 12 yıl önce Şikayet Et
    samimi müslümanlığı kurumsaltırmalı:. eğer samimi müslümanlar kendi geddolarından çıkıp bu işe dur demezse, yazıda anlattığınız hristiyanlık benzeri islam hakim olacak.28 şubat evvelindeki vakıflar, kurumlar, dernekler, sohbet halkaları kayboldu. samimiyetin yerine haramiyet aldı. aslında samimi insanlara bir şey olmadı, ornlar yine samimi. fakat onlar kabuğuna çekildi, bit yavrusu kıvamında olanlar fırsatçılık yaptı.
    Cevapla
  • Aykut Sunguroğlu 12 yıl önce Şikayet Et
    Hayret şimdi mi aklınıza geldi?. 2009 yerel seçimlerinden önce Saadet Partisi yetkilileri bu konuyu gündeme getirdiğinde iktidar düşmanlığı ile suçlanıp adeta söylediğine ve söyleyeceklerine pişman ettirilmeye çalışılmıştı. O zaman ki "cip" muhabbeti adeta cinnet haliyle izah edilmişti.Şimdi ne değişti peki? Ama bir dakika değişen oldu. O dönemde Saadet Genel başkanı ve tayfası şimdi yoklar.Rahat olabilirsiniz dostlar...
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • mermus 12 yıl önce Şikayet Et
    aynı ebenin doğurttukları. sol kesimde benzer dönüşümü geçirdi.yılmaz güney'in, filmlerinde aşşağılayıp yerin dibine geçirdiği, havuz başında , kumsallarda, diskolarda içki içip tepinen tipleme bu gün sol partilere oy yağdırıyor.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • cevdet tokat 12 yıl önce Şikayet Et
    Ebu Zer Gıffariler nerede?. Bu gidiş geçmişte de böyle oldu. Hz.Osman döneminden itibaren fetih ve ganimetlerle zenginleşen islam toplumu, Muaviyeyle beraber emevi iktidarının etrafına çöreklenerek Bizans sultanlarını aratmayacak şatafat içinde yaşadılar.Bu duruma karşı çıkan Gıfarlı sahabe Ebu Zer ise saltanat kıskacında çocuklarıyla beraber Rebeze çölünde sürgünde açlıktan can verdi.Gelin Ebu Zer Gıfarinin hayatını bir defacık okuyalım.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Serhat Bayrak 12 yıl önce Şikayet Et
    doğru bir analizde bulunduğunuzu düşünüyorum. Lakin,yanlış limana yelken açılmış olduğu da bir gerçek.İslamın değerlerini kendi içinde özümseyememiş bu tür kişiler,elit tabakanın bir payandası olmak yolunda ilerlemektedirler.Kendi benliklerine islamın insanı onurlu yapan kişiliğini yerleştirmeleri,ahireti daha çok düşünmeleri içerisinde bulundukları sarmaldan kurtaracak bir reçetedir.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat