“Paralel” Yapı hangi ekonomik modeli savunur?

  • GİRİŞ01.02.2015 07:09
  • GÜNCELLEME01.02.2015 07:58

 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un konuşmaları, Türkiye’nin 2015 sonrası nasıl bir ekonomik modelle yola devam edeceğinin işaretlerini verdi. 
Erdoğan konuşmasında, uzun süredir dillendirilen “üst akıl” kavramını da açıklık getirdi. Erdoğan, bu sefer, Paralel Örgüt’ün bir üst “akılla” hareket ettiğini söylemekle yetinmedi, bu üst “akıl” ı açıkca tarif etti; “uluslararası egemen güçler, emperyal güçler…” 
 Cumhurbaşkanı’nın bu tarifi, aynı zamanda, bana şu soruyu sordurdu; peki, Paralel Örgüt ve benzerleri, hem Türkiye için hem de dünya için nasıl bir ekonomi istiyor, neyi savunuyorlar? 

Kim dışa açık, kim kapalı…

Gerçekten açık, küresel rekabeti öne çıkartan, merkeze devleti değil de, insanı koyan bir ekonomi anlayışı mı eleştirilerine merkez oluyor? 
Paralel Örgüt’ün “üst akıl” ını oluşturan küresel sermaye oligarşisinin, Türkiye’ye, özellikle Erdoğan’a, yönelik karalamaya varan eleştiri içeriğine baktığımızda, Türkiye’nin devletçi, içe kapalı (otarşik) bir ekonomi yoluna saptığını,”liberal” modelden, giderek uzaklaşmaya işaret eden söylemlerin devletin en tepesinden hükümete doğru, giderek artan bir dozda, yürümeye başladığını okursunuz. 
 Bundan yaklaşık bir yıl önce, “Erdoganomics” diye bir kavrama rastladım, Türkiye’yi eleştiren bir ingilizce haber sitesinde. Yazar, Erdoganomics kavramıyla, seksenlerde ABD’de başlayan neoliberal dönüşüme bağlı olarak, ABD Başkanı R. Reagan ile anılan  Reaganomics’e gönerme yapıyordu. 
Ancak Reaganomics’den farklı olarak,  Erdoganomics’in, Türkiye’de otarşik- devletçi piyasayı çalıştırmayan ve giderek kapanan bir ekonomi modeline gittiğini savunuyordu. Aslında bu çok bilinen bir Goebbels yöntemidir; kendi yolunun saklanması, üstünün örtülmesi gereken bir yol olduğunu bilirsin ve bunu aynen rakibinin-karşısında olduğunun- yolu olarak anlatırsın.

“Üst aklın” ekonomik modeli  

Öncelikle, Türkiye’nin şu an gündeminde olan ve uzun bir sürede olacak olan, Paralel Örgüt’ün ve onun “üst aklı”nın nasıl bir ekonomik model savunduğunu anlatayım. 
Bilirsiniz klasik ekonomi teorisinde arz ve talep, serbest piyasa koşullarında, dengelenir ve bu denge hali, aynı zamanda, bir fiyat düzeyine tekabül eder; buna piyasa-denge- fiyatı deriz. Ancak gerçek hayat teori kadar basit değildir. 
Arz artar ama talep, sistemin eşitsiz işleyişi gereği, aynı oranda artmaz. Yatırılan sermaye erime sürecine girer; değersizleşir.  Sonuçta tekel sahiplerinin karları düşmeye başlar, ortada düşen talebe bağlı olarak hızla düşen ürün fiyatları ve düşen karlar vardır. Bu çok temel soruna, sanayi devriminin hemen sonrasında,  çok uluslu tekellerin bulduğu çözüm, pazarı genişletmek ve bu yeni pazarları aynı zamanda ucuz hammadde, emek deposu olarak kullanmaktı.
 Bu, soyguna dönük sömürgeciliği, yatırıma dönük sömürgeciliğe dönüştüren önemli bir aşamaya tekabül eder. Yani artık, gelişmiş ülkeler sermaye ihraç edecek ama bu sermaye ihraç edilen ülkenin yöneteceği bir sermaye olmacaktı. Yerli işbirlikçiler ve satın alınan devlet bürokrasisi (Paralel Devlet Örgütü) sömürgeci ülkelerin ihraç ettiği sermayenin bekçisi olacaktı. 
Türkiye, bu çerçevede, yetmişli yıllarda bir “yeni” sömürge idi. 12 Eylül, 28  Şubat darbelerin ekonomik ayağını, dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paralel Örgüt’le birlikte eleştirdiği TÜSİAD sermayesi örgütledi. Bunların “muhatabı” her zaman işte bu sermaye ihraç eden üst akıl, yani Erdoğan’ın tanımıyla, “uluslararası egemen, emperyal güçler oldu. 

Mezar Vade Borç  Ekonomisi 

Ama burada bitmiyor tabii… Azgelişmiş ülkelerde açılan pazarlar da yetmedi; çünkü yoksulların alım güçlerinin bir sınırı vardı. Arz artıyor, talep yine yetersiz kalıyor ve sermaye değersizleşiyordu. Bu sefer küresel finans-kapital devreye girdi. Nasılsa merkez bankaları ve azgelişmiş ülke hazineleri bunların elindeydi. IMF programları marifetiyle ülkeler, borç kıskacına alındı. Batması kaçınılmaz olan, “kemer sıkma” programları daha tamamlanmadan ülke ekonomisi duruyor ve yeni borç, daha da yüksek faizle, kapıya geliyordu. Tabii bu devleti borçlandırma sürecinde, banka sistemi tüketicilere “parlak” borçlanma teklifleri  yaparak, çalışan tüm nüfusu da “mezar vade” borçlandırıyordu. 
Banka sistemi, yoksul ülke hazinelerini yüksek faizden borçlandırarak soyuyor ve aynı zamanda, binbir çesit kredi türü ve kartı icat ederek, üretim yerine tüketimi kamçılıyordu. Bütün bu süreçte, yani yetmişli yıllardan, ikibinli yılların ortalarına kadar, gelişmekte olan ülkede hanehalkları,  tüketici kredileri, kredi kartı faizleri olarak milyarlarca doları Londra, New-York ve Frankfurt’da konuşlu finans-kapital merkezlerine aktardı. Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomi ile devlet kurumları, özellikle merkez bankaları ve hazineleri, gelişmiş ülkelerden ihraç edilen sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda bürokratlaştırıldı. 

Devamı için tıklayın >>>

Yorumlar1

  • Halil SİNANOĞLU 9 yıl önce Şikayet Et
    Tek modelleri vardır."himmet modeli"
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat