Koş Sevim kavga var!

  • GİRİŞ19.07.2018 09:53
  • GÜNCELLEME19.07.2018 09:53

Dış basında herkes Trump’ın Putin’le buluştuğu Helsinki zirvesini konuşuyor.

Amerikan basını başkanlarının Putin karşısında ezildiğini, madara edildiğini, Amerikan halkının ‘saf duygularıyla oynandığını’ curcunalı bir dille tartışıyor.

Arada, değişmekte olan dünya dinamiklerini daha iyi kavramamıza yarayacak başkaca önemli gelişmeler de oldu.

Mesela Helsinki zirvesi biter bitmez, Tokyo’dan, siyasi etkileri daha büyük olabilecek dev bir ekonomik anlaşma haberi geldi.

Avrupa Birliği ile Japonya hemen hemen bütün ürünlerde geçerli olacak şekilde serbest ticaret anlaşması yaptı.

Anlaşmayı AB adına imzalayan Konsey Başkanı, Trump’ın adaşı Donald Tusk, “Bu, ikili ilişkiler anlamında bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir anlaşma” diyerek Avrupa’ya müjde verdi.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe ise, yapılan anlaşmanın “Küresel ekonominin üçte birini kapsadığını” duyurdu.

Evet, Avrupa ve Japonya güçlerini birleştirip ABD’ye misilleme yapıyordu.

AB-Japonya yakınlaşmasını anlamlandırmak için azıcık geriye gitmemiz gerekecek.

Mayıs ayı sonunda ABD Başkanı Trump’ın kamuoyuna açık olmayan bir yerde “New York’un 5. Caddesi’nde tek bir Mercedes kalmayıncaya kadar onlarla mücadele edeceğim” dediği ortaya çıkmıştı.

Helsinki zirvesi öncesi kavga biraz daha sertleşti.

Trump’ın ağzından bu defa, hem de kameralar önünde “Avrupa düşmanımız” sözleri döküldü.

Düşmanımız lafının adresi belliydi ki, Almanya hemen üzerine alındı.

Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas, “Artık Beyaz Saray’a güvenemeyiz. Avrupa olarak birbirimize daha fazla yakınlaşmalıyız” açıklamasında bulundu.

Şimdi parçaları toplayıp karşımıza çıkan fotoğrafı okumaya başlayalım.

Trump’ın işbaşına gelmesiyle patlak veren ‘küresel düzene yeni bir format atma’ politikasının sonuçlarıyla karşı karşıyayız.

Gürültünün sebebi bu…

Şu an için ekonomik gerekçeler üzerinden yürüyen ticaret savaşlarına tanıklık ediyoruz.

Nerede nasıl biteceği kestirilemediği gibi, başka türlü bir evinim içine girip girmeyeceği de şimdilik öngörü alanımızın dışında kalıyor.

Trump’ın ‘taç giydikten sonra’ akıllanacağı tezi giderek etkisini yitirmeye başladığı gibi, aldığı tutum nedeniyle hiç de yalnız olmadığı anlaşılıyor.

Yalnız değil evet ama kendi ülkesindeki ‘kurulu düzen akımlarının’ direnç gösterdiği de ortada.

En bariz örnek, Helsinki zirvesi biter bitmez, “Rusya, Amerika’nın seçimlerine müdahale etti” tezinin arkasında durmaya devam eden istihbaratın yönlendirmesiyle bir kadın Rus diplomatın Washington D.C. de gözaltına alınması.

Peki, bütün bu olup bitenler bizim için ne anlam ifade ediyor?

Kendi adıma şu kadarını söylememe müsaade edin.

Çekirdekleri pencerelerin pervazına koyup “Koş Sevim kavga var!” denilmesinde bir mahzur yok diyorum ben.

Daha fazlasını da söyleyebilirim.

“Hep bizimle uğraşacak değiller ya, biraz da birbirlerini yesinler!”

“Yok, o kadar da abartma” diyecekseniz, Temmuz sıcağının başıma vurduğu için böyle şeyler dediğimi de düşünebilirsiniz.

İşin aslı, bu kavgalardan söz ederken Türkiye’ye ne, neresinden dokunuyor sorusuna kafa yorarak ilerlememiz gerektiğini düşünmekteyim.

NATO zirvesinde, karşısında duran herkese birden “Cimrisiniz” diye çıkışan Trump’ın bir tek Tayyip Erdoğan’ı istisna tuttuğunu öğrenmiş olduk.

Trump’ın başka başka konularda da Türkiye’ye ve Türkiye’deki yönetime sempatik bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.

Hele hele Obama döneminin ikinci dönemini gözümüzün önünden geçirince…

Amerikan dış politikasının neredeyse bütün önceliklerini Türkiye’ye ve Erdoğan’a kaybettirmek üzerine kurgulayan II. Obama döneminden söz ediyorum.

İsterseniz şöyle bir soru sorayım:

Mayıs 2013-15 Temmuz 2016 arasında envaiçeşit örneklerini gördüğümüz tasfiye projelerinin herhangi birini ABD’nin Türkiye politikasından bağımsız şekilde düşünebiliyor muyuz?

“Esad kalsın, Erdoğan gitsin!” politikalarının fiilen devreye sokulduğu dönemlerden söz ediyorum.

Sonra Obama gitti.

Devamında epeyce bir süre, “Acaba Trump da aynı istikamette mi ilerleyecek” kuşkusunu zihnimizde canlı tuttuk.

Gelinen noktada, en azından bel altı vuruşların yapılmadığını görebiliyoruz.

Belki Trump, Türkiye’ye, Erdoğan’a kaybettirme politikasından daha önemli işler olduğunu düşündüğü için, belki Erdoğan’ın sadece seçimle gidebileceğini gördüğü için, belki de Türkiye’de kullanılabilecek enstrüman gücü zayıfladığı için, daha ılıman bir iklimde ilerliyor olabiliriz.

Beyaz Saray’da ekibiyle konuşurken, “Türkiye ile neden sorunluyuz” diye dertlendiğini Türkiye’nin Dışişleri Bakanının ağzından duyduğumuz için, yeni döneme Obama döneminden daha sempatik bir şekilde bakmamızın bir sakıncası bulunmuyor.

Açık bir ekonomiye sahip olduğu için Türkiye’nin Dünya ticaret savaşlarından etkilenmeme gibi bir lüksü bulunmuyor tabi.

Ama şu geride kalan 5 yılı gözümüzün önüne getirince, en azından şimdilik çekirdekleri çıtlatıp “Koş Sevim kavga var!” deme hakkımız da olsun birazcık.

Bilmem anlatabildim mi?

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat