Hayata Hangi Pencereden Bakmalı?

  • GİRİŞ11.02.2020 08:38
  • GÜNCELLEME13.02.2020 09:35

Hayatı yaşanılır kılan şey hayata dair yorumlarımızdır.

 

 

Yaşadığımız dünyayı katlanılmaz kılan şey de hayata hangi çerçeveden baktığımız ve kendi yorumlarımızdan başkası değildir çoğu zaman.

İnsanın yapısı, doğup yetiştiği çevre, eğitimi ve okuyup etkilendiği şeyler onun bu hayata dair yorumlarının en belirgin kaynaklarıdır. Hepimiz hayata baktığımız pencereleri farklı malzemelerden inşa ederiz. Bu pencerelerin yönü, şekli ve boyutları ise o ana değin öğrenebildiklerimiz kadardır ancak. Hayat penceremizi doğu yönüne çevirirsek hemen her gün güneşin ışıltılarıyla uyanma şansına sahip oluruz. Batıya çevirdiğimizde ise güneşin doğuşuyla değil gün batımının eşsiz manzarasıyla yüzleşiriz daima. Güneye bakan pencereden günün her mevsimini doyasıya yaşama şansı yakalarken kuzeye açılan penceremizde ise hayatın soğuk ve boğuk yüzüyle karşılaşırız çoğunlukla.

 

 

Günümüz insanının en büyük açmazı, hayata tek pencereden bakma alışkanlığı ve bunda ısrar edişidir. Bu da insanın önüne aşılması güç iki büyük duvar örmektedir.

Bunlardan birincisi hep aynı yöne bakıp aynı olaylara dair yorumlarla hayatı tek düze devam ettirme saplantısıdır ki buna boyun tutulması diyebiliriz rahatlıkla. İkincisi de hayata baktığımız pencerenin dışındaki dünyalara ve farklı yaşamlara dair olup bitenden haberdar olamayışımızdır ki buna da bir nevi akıl tutulması diyebiliriz. Boyun ve akıl tutulmasının günümüz insanını sürüklediği en büyük uçurum ise maalesef gönül tutulmasıdır.

Acaba hayata nasıl bir pencereden bakıyoruz? Hayata açılan penceremizin yönü hangi tarafa çevrilidir?

Bunu anlayabilmek için atılması gereken en öncelikli adım, her şeyden önce insanın kendini okuması ve kendi farkına varmasıdır. Kendini bilmek ve kendi farkına varmak insanlık tarihinden beri en büyük hikmet olarak kabul edilmiştir. İlk çağın büyük bilgeleri ders verdikleri akademilerin giriş taşlarına “kendini bil, kendini tanı” sözünü kazımışlardı. Bizim medeniyetimiz “nefsini bilen Rabbinin bilir” düsturuyla bu hikmet yolunu bir adım ileri taşımıştır. Büyük düşünür ve mutasavvıfımız Yunus Emre ise bu yaklaşımı en duru, açık ve seçik anlamıyla bütün çağların idrakine haykırmıştır;

İlim ilim bilmektir/ İlim kendini bilmektir

Sen Kendini bilmezsen/ Ya nice okumaktır.

Kendini bilmek; hayata pencere arkasından bakmanın esaretinden kurtulmak, bize dayatılan türlü pencereleri kırıp atmak demektir aslında. Bunu başarabilen insan, hayata bütün yönleriyle ve olanca sadeliğiyle bakabilecektir. Hayata yönelen bakıştaki bu sadelik kumaşına renk ve desen katması düşünülen yegâne kavram ise iyiliktir. Bu yüzden hangi yöne dönersek dönelim baktığımız her yerde iyiliğin izlerini aramamız ve ömrümüzü iyilik yoluna adamamız kadim medeniyetimizin bize sunduğu biricik hayat felsefesi olmuştur. Medeniyetimize göre kalıcı olan iyiliktir. İyilik, var oluşun kaynağıdır. Kötülük ise geçici ve arızidir. Bu yüzden iyilikle hemhal olmak bir nevi var olmak anlamına geldiği gibi kötülükle hemhal olmak ise arızalı olmayı ifade eder.

Yaşadığımız dünya, bütün insanlık için genel geçer iyilikten soyutlanarak olanca hızıyla kötülüğün insana daha ilgi çekici ve cazip geldiği bir döneme evrilmiş durumdadır.

Bu yüzden medya ve özellikle sosyal medya ağırlıklı olarak birbirinden ilginç kötülük haberleriyle dolup taşarken iyi örneklerden ise nadiren bahsetmektedir. Okumayan, okusa da kendisini bulmasına yardımcı olacak metinlerden oluşmayan okumalarla gittikçe kendisinden daha da uzaklaşan günümüz toplumunun en büyük bilgi kaynağı ne yazık ki sosyal medyadır.  Bu marazlı mecranın hayatı yorumlamada insanımıza çoğu zaman olumlu katkı sunmadığı ise ortadadır. Çağın kötülük seviciliğine rağmen ayakta durmaya direnen iyiliğin yeniden başat rolüne geçmesi insanlığın yegâne kurtuluş umududur. Bu yüzden medyanın ayarlarını iyilik yönünde düzeltmek gerekmektedir.

Hayatı yorumlamaya ve anlamlandırmaya dair bu günlerde yaşanmakta olan güzel bir havadis var. Haber7.com’dan öğrendiğimiz bu hadise insanın kendini keşfedip öze dönüşüne ve hayatın merkezine iyiliği yerleştirmeye çok güzel bir örneklik teşkil ediyor.

Bu olayın baş kahramanı İngiltere'nin Manchester şehrinde yaşayan ve bugünlerde yolu ülkemizden de geçen 40 yaşındaki Farid Feyadi. Feyadi, İngiltere'de moda sektöründe çalışan birisi. Yıllardır modellerle çalışmış ve modelistlik yapmış. Göründüğü kadarıyla maddi durumu da oldukça iyi. Kendini dindar bir kategoride görmeyen Feyadi’ye üç yıl önce böbrek kanseri teşhisi konuluyor ve tedaviler neticesinde bir böbreğini kaybediyor.

Feyadi’nin kendisini araması tam da bu süreçte başlıyor. Farid Feyadi’nin bu zorlu süreçte kendine yönelttiği sorular ise şunlar;

Bugüne kadar Allah için ne yaptım? Ölürsem arkamda ne bırakıyorum?

Kendini tanıma ve geçmiş hayata dair özeleştiri yapmaya yönelik bu iki soru Feyadi’nin kendine gelmesine, özüne dönmesine ve bütün hayatını değiştirmesine yetiyor. Kendi ifadesiyle “bu dünyada bir parmak izi bırakmak” için altı bin beş yüz kilometre mesafeyi göze alarak düşüyor yollara Feyadi. Elinde eşyalarını koyduğu bir el arabası ve yarım böbrekle İngiltere'nin Manchester şehrinden yola çıkan Feyadi geçtiğimiz günlerde İstanbul’a ulaştı. Dört aydır dur durak bilmeden uzayıp giden yollarda sessiz sedasız yürüyor. Niyeti hac mevsimine kadar Mekke’ye ulaşıp hac farizasını yerine getirmek.

Bu uzun soluklu yürümede iki önemli amacım var diyor Feyadi;

Birincisi, İslamiyet’in barış dini olduğunu bütün insanlara anlatmak. Onun için bu eyleminin adını “barış için yürüyüş” olarak isimlendirmiş. İkinci amacı ise kendi tecrübesinden hareketle kanser hastalarına iyi örnek olabilmek.

Yürüdüğü uzun yol boyunca iyi insanlarla karşılaştığını, bu insanlardan sürekli yardım ve destek gördüğünü, onların alışverişlerinde kendisinden para almak istemediklerini ve her ulaştığı yerde insanların kendisini evlerine davet ettiklerini anlatıyor. Bu anlatılanlar, hayata iyilikle bakmanın insana nasıl yakıştığının ve onu pozitif olarak motive ettiğinin açık kanıtı gibi. Issız alanlarda kamp yaparken yabani domuz ve kurtlarla karşılaştığını söyleyen Feyadi’nin yaşadığı bu anları korkunç değil de çok ilgi çekici görmesinden ise anlıyoruz ki hayatın merkezine iyiliği yerleştirenler tabiatla barışık ve tanış olurlar.

Feyadi’nin Türk halkıyla ilgili sözleri ise bizim için ayrı bir gurur vesilesi.

Türk insanı olanca sıcaklığıyla Feyadi’nin gönlünde adeta taht kurmuş. Projesini anlattığı her insanımız Feyadi’ye sevgiyle yaklaşıp ona sarılmış ve yemek yediği çoğu restoranda kendisinden hesap alınmamış. Bunun altında kalmak istemeyen Feyadi ise “artık yemeğimi yiyor ödememi yapıyor ondan sonra projemi söylüyorum ki insanlar benden para alsın" diyor. Ülkemizi çok beğendiğini söyleyen bu iyilik seyyahının bir sözü ise dünya Müslümanları nezdinde sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu bizlere yeniden hatırlatır cinsten;

"Türkiye, İslam'ı en barışçıl şekilde yaşayan ülkelerden biri."

Yaşadığı bir olayın ardından hayati sorularla kendi özüne dönmeyi başaran ve dinimizin evrensel mesajlarını kısa sürede içselleştirip yana yakıla yollara düşen 40 yaşındaki Farid Feyadi’nin yol serüveninden hepimizin alacağı büyük dersler olduğunu düşünüyorum.

Sizce de öyle değil mi?

Mürsel Gündoğdu - Haber7

murselgundogdu@gmail.com

Yorumlar1

  • Sultanerva 2 yıl önce Şikayet Et
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat