Trump’un Çantası: 3.Avrupa Birliği Dosyaları

  • GİRİŞ13.01.2017 07:50
  • GÜNCELLEME14.01.2017 09:46

Avrupa Birliği’nin, Amerika Birleşik Devletleri ile öne çıkardığı kararlar ve işbirliğine yakından bakılacak olursa, iki güç arasındaki üst düzey antlaşmalar, çoğu kez Avrupa Komisyonu’nun önerdiği yasal düzenlemelerin özünü etkilediği görülmektedir. Sosyo-ekonomik çevreyi olumsuz olarak etkileyen ve neoliberalizmin muhafazakâr gündeminin hâkim kılınmasına yönelik sürekli yeni kararlar alınmaktadır; bu kararlar vatandaşların siyasal haklarını, güvenlik ve dış politikayı ilgilendiren konulara dek pek çok konuyu kapsayabilmektedir. Böylece “Yeni Dünya Düzeni”nin ve dolayısıyla dünya finans seçkinlerinin ve siyasi ortaklarının stratejik çıkarları yararına bir anlayışın ta 2001’den beri Avrupa ülkelerinde oluşturulması arzulanmaktadır. AB ve ABD’nin dünya kapitalist sisteminin iki büyük ticari devidir. Bu iki devletler federasyonu birbirine bağımlılık düzeyine kadar varan karşılıklı bir bağımlılıkla karakterize edilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Atlantik İttifakı’nı ve Avrupa Birliği’ni kullanarak, kendi hareketleri için kendisine yakın güçlerden kendi “ittifak”ını oluşturmayı arzulamaktadır. ABD, ne kadar imkanlara sahip olursa olsun, kendi çıkarlarına hizmet için gerekli olan her yerde bulunma imkanına sahip değildir. Böylece her zaman gerekli karşılıklarla bu amaca hizmet edecek “ittifaklar” yaratmaktadır.

2000’lerin başında Bush hükümetinin güçlendirmeyi hedeflediği ABD-Avrupa Birliği ortaklık ilişkisi, Atlantik ötesi ilişkilerin temelini oluşturan ortak değerler ve ortak çıkarlardan söz etmekteydi; bu siyasi ve ekonomik olarak iki tarafın karşılıklı bağımlılığının artmasından güç almaktaydı. Atlantik ötesi bir serbest ticaret bölgesinin belirlenmesinin, Avrupa hukuk sisteminin Amerika hukuk sistemiyle aynı çizgiye gelmesine yol açacağı umulmaktaydı; bu, ABD’nin ekonomik ve siyasi düzeyde kendi modelini ve değerlerini Avrupa sermayesinin onayıyla Avrupa’ya taşıma uğraşısını teşkil etmekteydi; yani çalışma, ekonomi, sosyal koruma, siyaset, devlet ve vatandaş ilişkileri, insan hakları ve siyasi haklar konularında ABD’nin kendi anlayışını Avrupa’ya taşıma uğraşısıydı. Siyasi ilişkilerin istikrarlı hale getirilmesi tamamen ABD’nin planlarına hizmet edecektir ve böylece ABD hem Avrupa Birliği dış politikasını kontrol edecek ve AB’nin olası özerkliğini engelleyebilecektir, hem de ABD’nin dünyanın başka yerlerindeki müdahale planlarını kolaylaştıracaktır.

Bu konulardaki tartışmalar, biçimsel olarak iki tarafın ilişkilerinde artık üçüncü evreyi teşkil etmektedir. Birinci evre NATO ve Avrupa Birliği’nin 1990 yılından sonraki genişlemesiyle kendilerinin isimlendirdiği şekliyle “dış güvenlik alanları”nı kapsamaktaydı. İkinci evre ayrım yapmaksızın bütün yurttaşlara, radikal parti ve hareketlere karşı önleyici olarak “izleme” ve baskı mekanizmalarının arttırılmasıyla ve çeşitli terör yasalarıyla “iç güvenlik alanı”nı kapsamaktaydı. Üçüncü evre ise, Avrupa Birliği-Amerika Birleşik Devletleri birleşik pazarının 2015 yılına kadar tamamlanmasıyla, ekonomik entegrasyonla ve buna paralel olarak Amerikalı ve Avrupalı büyük sermayenin yararına yeniden yapılandırmalarla ilgiliydi. Brexit sonrasında Avrupa Birliği’nin dağılma sürecine girdiği görülüyor. Dolayısıyla ABD-AB Birliği rafa kalktı ya da revizyon edilmeyi beklemektedir.

Trump’un başkan seçilmesiyle ABD’nin güvenlik şemsiyesinin ortadan kalkmasının ek etkisiyle, Almanya ve bir miktar da Fransa önderliği, Avrupa Birliği’nin dağılmasını engelleyememektedir. Avrupa ülkelerinin dağınık kalmaları, ABD’nin elini güçlendirmektedir. Avrupa Birliği’nin zayıf halkalarının (Yunanistan, İtalya, İspanya vd) daha fazla dibe vurması, artık önceki kadar bile rahatsızlık vermeyecektir. Avrupa’da her devlet başının çaresine bakarken, beklentiye gireceği ABD’ye bağımlılıkları artacaktır: Yakın gelecekte Avrupa devletlerinin her biri kendi güvenlik endişesinin baskısına daha fazla maruz kalacaktır. Güvenlik endişeleri de onları zorunlu olarak ABD’nin şemsiyesi altına toplayacaktır.

ABD’nin Avrupa’yı kontrolü ABD’nin Balkanlar’a dönük politikası üzerinden açıklanabilir: ABD kontrolünde olan ve henüz bilinçli bir şekilde, istikrarlı bir düzen ve yönetim sağlanamamış olan bölgede (Bosna Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutluk vb), özellikle Sırplardan kaynaklanması muhtemel çatışma riski artmıştır. ABD’nin politikalarına bağlı olarak; Almanya, Rusya ve Türkiye’nin bu bölgelerdeki etki mücadelesi artabilir.

ABD’nin dünyadaki hegemonyasının uzatılması özellikle enerji kaynaklarının kontrolüne bağlıdır ve bu Irak’ın ilk işgali döneminden anlaşılmıştır. Zaten enerji kontrolünün yegâne anlamı ve nihai hedefi de budur: “Dünya ekonomisinin kontrolü.” Son 15 yılda meydana gelen savaşlar ilk bakışta ekonomik nedenleri yok görünümü sunsalar da, doğrudan ya da dolaylı olarak çıkış noktaları budur: Dünya çapında enerji kaynaklarını kontrolü altına alma amacıyla, enerji haritasının genel olarak yeniden yapılandırılması arzusu ve ekonomik dayatma niyetiyle, çok uluslu güçlü Amerikan şirketlerinin enerji, savaş malzemeleri ve inşaat alanında hücumu hedeflendi. Nihai hedef sermayenin küreselleşmesi çerçevesinde birleşik bir dünya pazarında sermayenin, metaların ve hizmetlerin serbest dolaşımıydı. Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin en ileri hedefi Kafkasya ötesi ve Orta Doğu enerji kaynaklarını ve üretim zenginliklerini kontrol etmektir. Bu amaca ulaşmak için sonuçta bu amaca hizmet edecek ülkelerin büyük bir olasılıkla Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya üye olmalarına tanık olacağız. Bu yolla, ABD ve Avrupa Birliği oyunun kurallarını belirlemek için yükselmekte olan güçler etrafında bir çember oluşturmayı arzulamaktadırlar. İstedikleri onların kalkınma hızlarını kontrol altına almaktır. Hindistan, Çin ve belli koşullarda enerji alanında bir süper güce dönüşebilecek olan Rusya’nın “kontrol dışı” gelişmeleri ve dünya ekonomisinde önemli yerleri almaları olasılığı, onlarda büyük endişeye neden olmaktadır.  

ABD’nin müdahale imkanlarına sahip olmadığı için enerji oyununu yalnız başına oynayamayacağını anlayan Avrupa Birliği’nin en azından ilk aşamada ABD ile işbirliği yolunu seçtiği görülmekteydi. Petrol rezervlerinin azalması dünyanın neresinde olursa olsun petrol üreten ülkelere müdahale bahanesi bulmayı daha önemli hale getirdi. Bu tür bahaneleri bulmada, tüm araçları ve mekanizmaları kullanarak stratejileri oluşturmada ABD öne çıktı. Olmayan yerlerde kendileri bahaneler yarattı. Atlantik ötesi ortaklık ilişkilerini, NATO’yu, sözde “Barış İçin Ortaklık” olgularını ve bir dereceye kadar BM’yi kullandılar. Kendi hedeflerini ileri götürmek için “Teröre (İslam’a) Karşı Savaşı” ana konu haline getirdiler ve bu savaşlarda herkesin kendi yanlarında olmasını istediler. Aksi takdirde kendi yanlarında olmayanı düşman olarak göreceklerini belirttiler.

Elbette ki bu hazin iletişim kampanyasının arkasında gerçek amaçları saklıydı. Hedefleri bir taraftan ekonomik hegemonyalarını güçlendirmek için enerji kaynaklarını güvence altına almak, Asya’yı Afrikalaştırma son hedefine ulaşırken önce İslam ülkesini mikro devletlere bölüp bağımlılaştırmak ve diğer taraftan Avrupa Birliği’ni tamamen bağımlı hale getirmek ve aynı zamanda Çin, Hindistan, Rusya gibi diğer güçlerin enerji kaynaklarına ulaşımını zorlaştırmaktır. Onlar bu yolla bu güçlerin ekonomik gelişmelerini engellemeyi hedeflemektedirler.

Avrupa Birliği’ndeki bu kötü gelişmelerden, özellikle Almanya, hem kısa hem de uzun vadede nasıl bir siyasi ve ekonomik çıkar sağlayabileceğinin hesaplarını yapmaya devam edecektir. Almanya, belli bir mali yük altına girmeden, birliğini tamamlayamamış Avrupa devletleri üzerinde nüfuzunu bir biçimde artırıp kendini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na atarak dünya koalisyonuna ortak olmaya çalışacaktır. Almanya, BMGK’ya alınma beklentisiyle ABD etkisinde kalırken Türkiye ve Rusya’yla ilişkilerinin bozulmamasına dikkat edecektir. Böylece Almanya’nın Türkiye’yle ya da Rusya’yla ittifakı da engellenmiş olmaktadır.

Avrupa ve Türkiye, ekonomik olarak ABD tarafından, özellikle Almanya üzerinden sıkıştırılmaya devam edecektir. ABD’nin Deutsche Bank, Volkswagen ve Bosch üzerinden giriştiği yıldırma politikası sonuç vermektedir. Aynı şekilde, AB de Apple ve McDonalds üzerinden cevap vermektedir. Ancak, unutulmamalıdır ki, Alman şirketlerinin de Çin’de çok ciddi üretimleri vardır. Almanya-Çin işbirliği ihtimali üzerine kafa yorulacaktır. Tarihsel olarak güvenlik sorunları yaşadığı Rusya ile enerji sorunu da eklendiğinde, ABD’siz bir Avrupa’nın Ukrayna sorununu ve enerji sorununu çözebilmesi artık çok zordur hatta imkansızdır. 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat