Necip Fazıl’ın ağlayanı bile bahtiyar İstanbul’u

.

  • GİRİŞ27.03.2019 08:44
  • GÜNCELLEME28.03.2019 08:27

31 Mart 2019 yerel seçiminde, merhum üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in şiir kitabı “Çile”yi ve içindeki  “Canım İstanbul” şiirini birkaç kez okumadan edemedim.. Son birkaç aydır “Poetika ve Politika”söyleşileri nedeniyle üstadın şiirlerine tamamen yoğunlaşmış bulunmaktayım zaten.

 

 

Necip Fazıl, şiirlerinde, Batı uygarlığını bireyden kent ölçeğine kadar çeşitli düzeylerde sorgulamayı başarmış bir büyük sanatçıdır. Başyapıtı Çile’de, özellikle “Batı kenti” ya da “modern kent” tüm olumsuzluklarıyla dile getirilir.

Modern ve büyük şehirler, ilk bakışta korku ve dehşet duyguları uyandırması Batılı düşünürlerce de vurgulanmıştır. Fakat bu duygular, Batı insanını aynı zamanda modern kente bağlamaktadır. Modern kentlerin karmaşa ve telaş içindeki pek çok şeyden yalıtılmış, yalnız ve çaresiz ‘birey’i, Batı’daki sosyal bilimlerin ateşli tartışma konularındandır.  

 

 

Şair, Çile’nin “Şehir” başlığı koyduğu dördüncü bölümüne kentin sokakları, otelleri, bacaları, apartmanları, gökdelenleri, istasyonu, iskelesi, hapishanesi ve mezarlığı gibi farklı hallerini ve yüzlerini anlatan “Kaldırımlar I, II, III”, “Otel Odaları”, “Bacalar”, “İstasyon”, “İskele”, “Sokak”, “Canım İstanbul”, “Apartman”, “Karacaahmet” ve “Nur Şehri” şiirlerini yerleştirmiştir.

Necip Fazıl’ın şiirlerinde (“Canım İstanbul” şiiri bir istisna kabul edilirse) modern kent bir imge olarak, arayışın ve huzursuzluğun, hafakanlarla dolu, vehimlerle örülmüş korkulu hislerin kaleme alındığı, olumsuz sıfatlarla vasıflandırılmış bir mekân olduğu görülür. Şiirlerinde kentin sokakları ve caddeleri özellikle geceleri, köpek havlamaları ve ulumaları, ayak sesleri gibi şairi rahatsız eden korku öğeleri ile dolu bir dekor olarak tasavvur edilir.  

Necip Fazıl’da kent, korku, yalnızlık, çirkinlik ve karamsarlığın mekânıdır. Bunalım, melankoli, yalnızlık, bireysellik; kaldırım, otel, serserilik, avarelik, cadde, çıkmaz sokaklar, otel odaları gibi kavramlar, kent yaklaşımını ele vermektedir.. 

Sanatçı, “Şehirlerin Dışından”, “Dağlarda Şarkı Söyle” ve “Ormanda Söylenen Türkü” şiirlerinde, olumsuz tavır aldığı kentten uzaklaşmak niyetinde ve azmindedir. Hatta 1926 yılında yayımlanan “Şehirlerin Dışından” (Çile, s.176-177) şiirinde bile dünyayı bir kez de kentlerin dışından seyretmek ister:

“Kaçalım, kurtulalım

Haydi yürü, bulalım,

Kat kat çıkmış evlerin,

O cam gözlü devlerin

Gizlediği alemi

Hiç şaşmayan bir saat

Gibi işler tabiat,

Uyarak kalbimize.

Mevsimler boğum boğum,

Zamanın ipliğinde.”  

Şair, kentin içinde, ulaşılması mümkün görülmeyen bir gizli âlemin arayışındadır. Bu nedenle önce kente ait unsurları terk etmek gerekmektedir. Oysa şaire göre kentin dışında, yani tabiatta, her şey kalbi ile uyumlu olarak işlemektedir. Böyle bir hayat kölelikten ve kalabalık yerlerin velvelesinden uzak olan bir yaşayıştır ve ölüm gelecekse böyle bir yerde gelmelidir.

Şair “Dağlarda Şarkı Söyle” adlı şiirinde kente başkaldırır ve dağlara tırmanıp kenti bu yükseklikten bir mukavva köy gibi görmeği salık verir. Çünkü insan kehtte bir cüce iken şaire göğe yaklaştıkça devleşir. Kent, birbirine benzeyen ve modern hayatın getirdiklerinin kölesi olan yığınlarla doludur. Kenti, aşağılarda bırakıp dağlarda dev olmak bu yığınların halini ve tavrını aşmakla mümkün olacaktır. Bu esasen içte gerçekleşen bir devleşmedir.

“Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle”

(…)

“Cücesin şehirde sen,

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!.”

Şair böyle dizeler söylese de; büyük kentle olan bağı çok güçlüdür ve içindeki iniş çıkışlar onu rahat bırakmaz; arayışını “Kaldırımlar” şiirinde, yine kentin ortasında, sokaklarla iç içe bir caddede, kaldırımlar üstünde devam ettirir.

 

Necip Fazıl, sadece 1963 yılında yayımladığı, dört bülemlük “Canım İstanbul” şiirinde kente olumlu bakar. Şiirin ilk bölümde bir sevgili olarak anlattığı İstanbul’un genel özelliklerini ve kendisi ile olan bağını dile getirir. İstanbul’la olan bu manevi bağ, İslam şehri olarak, ruhun kalıpta dondurulup, İstanbul diyerek toprağa konması olarak açıklanır:  

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; 
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; 
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; 
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım; 
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Topkapı’dan, surlardan başlayan seyir, İstanbul’un hâlâ tarih solukladığını gösterir. Şair, fethinin gerçekleştiği mekânlarda “tarihin gözleri”ni, gökyüzündeki bulutta ise “Fatih’ten kalma kır at”ın şaha kalkmış şeklini görür. Hemen surların yanı başındaki mezarlık içinde görülen “endamlı servi”ler, “ahirete perdelik”tir. Kubbeler “belki bir milyar kırat”lık pırlanta gibi parlak, göğe uzanmış minare ise bir şahadet parmağı gibidir:

“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; 
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; 
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; 
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; 
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul! 
İlle İstanbul'da bul! 
İstanbul,
İstanbul...”

Şair üçüncü bölümde, Boğaz’dan, Boğaz hayatından ve Boğaz’a kıyıda ve tepede en hâkim semtlerden olan Üsküdar ve Çamlıca’dan bahseder. Boğaz, akışı ve etrafa verdiği ferahlıkla serinliği kaynatan “gümüş bir mangal”a benzetilir. Çamlıca, bulunduğu yükseklikten boğazı görüş şekliyle göklerin derinliğinin yere indiği yer olarak tarif edilir. Şairin İstanbul’da gördüğü veya görmek istediği, şehrin sembolü olan iki ev tipidir; “yalı” ve “ahşap konak”:

“Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; 
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir; 
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? 
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...”

Şiirin son bölümü, şehrin üzerine kurulduğu Yeditepe’den bahsederek başlar. “Topkapı”, “Çemberlitaş” “Beyazıt”, “Fatih”, “Yavuzselim” “Edirnekapı” “Kocamustafapaşa” adları verilen sözkonusu Yeditepe üstünde zamanın geçişi, bir gergef işleyişi olarak dile getirilir. Bu tarihi mekânlarda yedi renk ve yedi sesten- her bir tepede görülen minare ve duyulan ezan sesleri kastediliyor olmalı- sayısız belirişler vardır. Şair Eyüp Sultan semtini “öksüz”, Kadıköy’ “süslü”, Moda’yı ise “kurumlu” olarak görür. Şiirde İstanbul çevresindeki adalar da nasibini alır. Adalarda uçan eteklerden rüzgâr sorumludur:

“Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! 
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; 
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...”

Necip Fazıl şiir boyunca şehrin içinde ve etrafında bir âşık gözüyle panoramik bir gezi yapar. Böylece şiir, başlanan yere geri dönerek tamamlanır: İstanbul, geçmiş ve hâlin iç içe yaşadığı bir mekân, İslam medeniyetinin en gözde köşelerinden biridir. Şair, bunu şiirin son kısmında, her şafak vaktinde hisarlardan okların yayından çıktığını, Topkapı Sarayı’ndan hâlâ çığlıklar geldiğini söyleyerek anlatır.

Necip Fazıl’a göre “ana gibi yâr”, İstanbul gibi de diyâr yoktur. Çünkü, şair bu şehrin güleninin şöyle dursun, ağlayanının bile bahtiyar olduğunu düşünür.

Şiir, İstanbul’un gecesinin sümbül, Türkçesinin de bülbül koktuğu söylenerek tamamlanır.

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat