Necip Fazıl’ın Büyük Kapı macerası

  • GİRİŞ14.09.2012 09:25
  • GÜNCELLEME14.09.2012 09:25

Sultanü’ş Şuara, mücahit kalem, büyük düşünür, rahmetli üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in ülkemizde her kuşaktan büyük ilgi görmesi, çok anlamlıdır. Necip Fazıl’ın tecrübesinin çeşitli yönleriyle ülkemiz insanının, hatta genel anlamda modern insanın arayışlarına bir cevap olabileceği söylenebilir. Bu bakımdan Necip Fazıl’ın tecrübesinin yerel olduğu kadar, evrensel özellikler taşıdığı da bir gerçek.

Günümüzde modern insan, neyi aradığını ve nerede bulacağını bilmeden, mecalsiz bir arayış içerisindedir. Necip Fazıl da “İnsan kendini aramaya ve bulmaya memur bir yaratıktır”[1] diyerek, modern insanın sözkonusu durumuna işaret ederken, aynı zamanda insanın her çağda görülen temel problemini de ortaya koyar.

Necip Fazıl, hayatın hakikati ve insanın varlık nedenini araştırırken, tasavvufla bu arayışı adanışa dönüştürme başarısı gösterdi. Necip Fazıl, tüm sorularına cevap bulduğu Büyük Kapı’nın yolunu göstererek, modern insana kılavuzluk yapmaktadır. Necip Fazıl’ın hayatı, eserleri, fikirleri ve mücadelesi, kısaca manevi arayışları ve bulduğu cevaplar, yani canını attığı Büyük Kapı ve arayışını adanışa dönüştürme başarısı, böylesine yoğun ilgi toplamasının ana nedenidir. Çağdaş insanın kendini de içinde bulduğu, bu vesileyle kendini tanıdığı bir büyük maceradır, Necip Fazıl Kısakürek’in manevi hikayesi.

NECİP FAZIL’IN ARAYIŞI

Tasavvufa baktığımızda, iki kavramın ön plana çıktığını görmekteyiz: Muhabbet ve Marifet. Kainat ve insan, muhabbetin tecelligahı; bu anlamda muhabbet, “Seyr-i Nüzul”ü sembolize etmektedir. Marifet ise zübde-i âlem olan insanın nefsinden Rabb’ine uzanan manevi yolculuğunun, yani “Sey-i Uruc”un sembolüdür. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi de, bu hakikatin ifadesidir.[2] Bu yazıda, Necip Fazıl’ın manevi macerasını, bu iki tasavvufi kavramla açıklamaya çalışacağım..

1904 yılında, İstanbul’da, varlıklı bir ailede doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra, 1924’te, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekâleti) tarafından açılan sınavı kazanarak üniversite eğitimi almak üzere Fransa’ya gitti. Necip Fazıl’ın yirmi yaşında başlayan Paris yılları, aynı zamanda onun “kendini arayış” ıstırabını ve kıvranışlarını en kuvvetli ve can acıtıcı şekilde yaşadığı yıllardır.

Necip Fazıl, Paris’te, gece hayatına alışır; insanî sefaletin ve zafiyetin bütün çıplaklığıyla yaşandığı kumar masalarına kaçar.[3] Aymazlık içinde dolaştığı Paris sokaklarında, karanlık kaldırımlarda, dudağında hep şu dua vardır: “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar!”[4]

Necip Fazıl’ın ruhunu, ne maddî imkanlar, ne de aldığı eğitim tatmin ediyordu.  Aksine ruhundaki arayışlar ve gelgitler, gün geçtikçe arttı. Yaşadığı metafizik buhran, tahammül edilemez boyutlara ulaştı. Necip Fazıl, bu psikolojik durumunu çeşitli şiirlerinde dile getirmiştir: “...Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe ./ Deliler köyünden bir menzil aşkın, / Her fikir beynimde bir çift kelepçe...”[5]

Necip Fazıl, bu varoluş bunalımı, bu ıstırap ve muhasebe içinde, aylarca, gündüzlerden habersiz bir gece hayatı sürdürdü. Aynaların karşısında yanaklarını tırnaklayarak gözyaşı döktüğü Fransa yıllarını anlatırken “Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicâbım ve İslâmî edebim manidir.”[6] der.

Necip Fazıl’ın yirmili yaşlardan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığı 1934 yılına kadarki arayış yılları diye adlandırabileceğimiz on yıllık hayatında, iki ruh hali dikkat çeker: İlki, çocukluk yıllarından beri bir yumak gibi büyüterek getirdiği bir ruh hali, temelinde metafizik bulunan yerlilik duygusu, Anadolu kokan ve ‘iptidâi hassasiyet taşıyan’ tasavvufî şiirlerle açığa vurur kendini. İkincisi, başta Paris tecrübesi, içinde bulunduğu ortam ve ‘büyük şehrin boğan, yutan ve korkutan tezahürünün bir neticesi olarak gaye ve vecdin istikamet bulmaya çalıştığı’ ruh hali, materyalist Batı’ya özenme duygusu ve bunalım yılları. Necip Fazıl, yaşadığı bu iki ruh halinin ilkinin zahiri plandaki göstergesinin “Örümcek Ağı”; ikinci ruh halinin ise “Kaldırımlar” kitabı olduğunu söyler.[7]

Necip Fazıl, çevresinde yaşanan bohem hayatını, ‘hayvânî içgüdüler deryası’ olarak nitelendirir ve orada düşünmeden, estetik ve zerafetten uzak, aymazlığa batmış, sözde derin, ancak ‘ye, yut, sık, iç, at, tut, kır’ gibi tek heceli, düşünceden uzak, basit kelimeli bir hayat; bu hayatın kadınını ise, bir türlü olamadığı kadınlığı, sol fikirler çevresinde erkek edasıyla arayan kişi olarak tanımlar.[8] Ona göre bohemlik, serseriliktir; özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşmış bir hayat tarzıdır. Batı’da bohem, ruh çilesi çekerek kenara çekilmek şeklinde değil, serserilik, ‘intibaksızlık’, ‘intizamsızlık’ ve tek kelimeye indirgenecek olursa ‘ruh tefehhüsü’nü ifade etmektedir ve çökmeye başlayan toplumların habercisidir.[9]

Necip Fazıl, Fransa’dan döndüğünde, annesi, Heybeliada’da hasta yatağında kendini gözlemektedir; fakat o annesine koşacak duyguyu kendinde bulamaz, kendinden kaçar. Kendini ararken ve bulmayı arzularken hep kendinden kaçar. Kendini bulmaya o denli müthiş bir ‘iştiyak’ duyarken, kendinden o denli uzaklaşır ki kendine kendini bulduracak kapının önünde yığılmış bulur kendini. Kendinden kaçışı, kendine varışın yolu olur; hep Batı’ya doğru giderken, Doğu’dan kendine varır, dünyanın etrafını turlamışçasına. En dibe vurur ve oradan yükseklerin yükseğine sıçrama imkanına ulaşır.

Necip Fazıl’ın Paris’te başlayan arayış yıllarının temel karakteristiklerinden biri de hedefsizliktir. Fakat içinde sürekli olarak dillendirdiği, yaşı ilerledikçe büyüyen, anlam kazanmaya başlayan, ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı, kavradığı anda da koşulsuz bir teslimiyetle teslim olmaya hazır bulunduğu “yaşanmaya değer hayat” gizli ve sırlı bir hedef olur. Kendi kendine sorar: “Yaşanmaya değer hayat nasıldır, kapısı nerededir ve bilmediği kapıdan içeri girdiği anda kim mihmandarlık edecektir kendisine?”

Necip Fazıl, okuduğu ve hayatlarını tanıdığı batılı düşünürlerin hakikate varmada önlerine çıkan büyük engellerden birinin kendilerine kılavuzluk edecek bir kimsenin bulunmamasını gösterir. Necip Fazıl’a göre, Batı’nın önde gelen düşünürlerinden Paskal, felsefecilerin bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah’ı tanımasına rağmen, Son Peygamber’i (s.a.v.) bulamadığı için hakikate kıl kadar bir mesafede yaklaşmasına rağmen hakikate ulaşamamıştır. Üstelik, “Allah’ın yanık bir pervanesi ve O’nu bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri, fakat ümitsiz cehdini temsil etmektedir.”[10] Sevmesine rağmen, aklı esas alan batılı düşünürler, işte bu yönleriyle de Necip Fazıl’ı tatmin edemiyorlardı; hep eksik kalan bir nokta ve yön vardı, kılavuzluk etmesi istenen akıl, yol gösteriyor, ne var ki ruhun dilinden anlamıyordu.

Necip Fazıl, bu arayış, tatminsizlik, muhasebe ve arayışın adanışa dönüşeceği teslimiyet kapısının önünde durup dingin hale gelme iştiyakını şu çarpıcı sözlerle dile getirir: “Beş hassemin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir melankoli duygusundan ibaret. Bana konaktaki çocukluğumdan kalan ilerdeki basamaklarda gittikçe kıvamlaşan bu hassasiyet, sonunda Büyük Velî’nin eşiğine yüz süreceğim ana kadar- otuzuna yaklaşıncaya dek- mücerred, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş, hayat üstü bir hayat, ideal hayat hasretinin kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı... Kendimi günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısıltıyı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın ruhumda dâima ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükleyen çarkına takılıyor ve ona: Haydi beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et! diyordum. Otuz yaşına kadar muhasebem budur.”[11]

Otuz yaşına yaklaştığında fikirleri daha net ve hedefi daha belirgin hale gelen Necip Fazıl, “Hayatım başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini. O, kim? Allah’ın sevgilisi: Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı. Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”[12] diyerek, arayışını sonuna kadar götürmeye çalışır.

Necip Fazıl, kılavuzsuz olmanın zorluğuna dikkat çekerken, ilerde çok iyi şekilde öğreneceği tasavvufî hayattaki ‘Mürşid’in kılavuzluk işlevine de işaret etmektedir ve doğru bir şekilde onu, Allah’a giden Rasülü’nün (s.a.v.) yürüdüğü yolda bir adım önde yürüyen kılavuz olarak tanımlamaktadır. Kılavuz, bir amaç değil, kutlu bir araçtır..

Necip Fazıl’ın ustaca çizdiği, adanışa dönüşecek arayışın bu manevi manzarası üzerinde durmaya değer: Çocukluk çağından itibaren aklını ve ruhunu kemiren iç muhasebe, yaşadığı bütün gelgitler ve görünenin arkasındakini görebilme, hakikati yakalayabilme konusundaki arayışı, aklını ve ruhunu tatmin edebilecek billurlaşma, her taşın yerine oturması ve haddini tanıması için yaşadığı iç yolculuk onu Efendisinin kapısına hazırlarken; Efendi’si de onu beklemektedir.

Necip Fazıl’ın çektiği bunalımlar, ne bir “ruh doktoru” tarafından, ne de bir hoca tarafından[13] anlaşılabilirdi; üstat bu durumu, “yangını resimde seyredenlerle, yananlar arasındaki mesafe...” kadar uzak iki tarafın birbirini anlamaya çalışması şeklinde açıklamaya çalışır. Ancak, bu halini anlayacak birisinin mutlaka var olduğuna inanır ve şöyle der: “Bu işin mutlaka bir hocası vardı, ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka manalar alemindeydi, ama nasıl bulmalı?”[14]

BÜYÜK KAPI MACERASI

Yıl, 1934. Yaş, otuz. Ve bir Cuma günü, Beyoğlu Ağa Camii’nde ilk karşılaşma. Abdülhakîm Arvâsî ile ilk konuşma ve derin izler bırakan yakıcı bir bakış. Onun durgunluğa ve dinginliğe ilk adımı: Deli dolu akan bir nehrin denizle vuslatı gibi. Aç meleyen kuzunun akşam ana sütüne kavuşması gibi: ‘Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız / Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.’

Necip Fazıl’ın bu metafizik arayışı, Allah’ı tanımanın ötesinde, yukardan aşağıya dini emir ve yasaklardan, varlık sahnesinde rol alan canlı-cansız bütün varlıklara (mevcudata) ve özellikle insan ve insana ilişkin sanattan siyasete, ahlaktan aile hayatına kadar uzanan bütün değerleri bir başka açıdan tanıma ve tanımlama sürecidir. ‘Bildiğini bilme’ bilgeliğine yürüyüşün, maddeden manaya ve ruha yükselişin adıdır bu: ‘Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik - çomakmış..’[15]

Necip Fazıl, otuz yaşına kadar yaşadığı, arayış dönemi dediğimiz buhran yıllarının sonunda, 1934 yılında, madde aleminde, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile tanıştı ve böylece her taş yerine oturdu. Mürşidinin 1943 yılında vefatından sonra da mana aleminde sürdü, bağlılığı. Müridlik hayatını anlattığı “O ve Ben” isimli eserinin ilk baskısının ismini, “Büyük Kapı” koydu.

Necip Fazıl’ın, Abdülhakîm Efendi’yi ve tasavvufu tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur, arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmanın ifadesi kavramlardı.  Abdülhakîm Efendi’yi tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve pek çok dini kavramlar arayışa cevap gibi görünür. İleri dönemdeki şiirlerinde -ve nesirlerinde- tasavvufi unsurlar başta olmak üzere İslami kavramları daha fazla özümsemiş bir şekilde detaylarıyla ele alır.  

Sonuç olarak diyebiliriz ki, “Deliler köyünden bir menzil” uzakta bulunan bu dahiye, delilikle dahilik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dahi yönünü kullanmasına imkan sağlayan tasavvuf olmuştur. Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinden tutarak kendisini Allah’ın ve Resulü’nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhakîm Arvâsî’ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ile sadakatini göstermiştir.

Necip Fazıl’ın manevi hikayesinin anlamı, aymazlıktan kurtulmak için Büyük Kapı’da İsmail olmaktır; aydınlığı arayan müridin, mürşide tam bir sadakat, sabır ve çileyle ayık hale gelmesi, hakikate ulaşmasıdır. Necip Fazıl’ın Büyük Kapı macerası, bir mürşidin eteklerine sarılarak delaletten hidayete, imandan ihsana sıçrama çabasıdır.

Necip Fazıl’ı boş sözlerle anmak yerine, onu iyi anlamak ve örnek almak gerek. Üstat Necip Fazıl’ı rahmetle anıyor, Allah’tan onu bağışlamasını, sevdiği, razı olduğu kullarının arasına katmasını diliyorum.




[1] Konuşmalar, s. 178.

[2] Tasavvufi düşünceye göre, önce "Nur-ı Muhammedi" var olmuş; Onu, varlığın ve kainatın öteki unsurları, "Anasır-ı Erba'a" (ateş, hava, su ve toprak) ile "Mevalid-i Selase" (maden, bitki, hayvan) ve son olarak da “İnsan” izlemiştir. Bu var oluş silsilesine tasavvufta "Seyr-i Nüzul" denmektedir. Ancak, insan için varlık kazanmanın amacı, "İnsan-ı Kamil" olmaktır. Tasavvufı anlamda "İnsan-ı Kamil" olmak "Bekabillah" a (sürekli olarak Allah'ın varlığında bulunma mertebesine) ulaşmakla olur. Bekabillah"ı "Fenafillah" (insan varlığının Allah varlığında yok olduğu, O'nunla bir olduğu makam) izler. İnsanın yeryüzünde varlık kazandıktan sonra tek varlık olan Allah'a ulaşmasına "Seyr-i Uruc" denir. Seyr-i Nüzul" ile "Seyr-i Uruc" un tamamına ise tasavvufta "Devriyye" sistemi denmiştir. "Seyr-i Nüzul" dan "Seyr-i Uruc "a insanın, "Şeriat", "Tarikat", "Ma'rifet" ve "Hakikat" basamaklarını çıkarak ulaşması gerekmektedir. Bu basamakların aşılabilmesi ise bir yol gösterici, yani bir "Mürşid"in yardımı ile olur". Mürşid"in yol gösterdiği kişiye de tasavvufta "Mürid" denir. Yukarıda sözünü ettiğimiz "Fenafillah" mertebesine ulaşmak için "Mürid" in benliğini yok ederek ilahi aşkla ruhunu yüceltmesi gerekmektedir.

[3] Babıâlî, s. 29.

[4] Babıâlî, s. 32.

[5] Kısakürek, Necip Fazıl, Çile,s. 35.

[6] O ve Ben, s. 66.

[7] O ve Ben, s. 67.

[8] Aynadaki Yalan, s. 14, 42.

[9] Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 78.

[10] O ve Ben, s. 74.

[11] O ve Ben, s. 39.

[12] O ve Ben, s. 40.

[13] Bu halini, Aynadaki Yalan’da bir hocaya giden Naci karakteri ile anlatmaya çalışır. Naci hocaya gider, ancak ne kendi halini anlatacak kelimeler bulur, ne de hoca onu anlayabilecek durumdadır. Bkz. s. 49.

[14] Aynadaki Yalan, s. 49.

[15] Çile, s.39

Mustafa Yürekli - Haber 7

mustafayurekli@gmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat