100. yılında Milli Mücadele ruhu

  • GİRİŞ20.05.2019 10:09
  • GÜNCELLEME20.05.2019 10:09

1917 yılının ortalarına gelindiğinde Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımları ve muhtemel sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştı. İstanbul’da Osmanlı Hariciyesi Hukuk Müşavirliği harıl harıl çalışıyor, savaş sonrası Osmanlı hukukunun korunması için tezlerini hazırlıyorlardı. Ne de olsa savaşı başlatan Osmanlı Devleti değildi. Padişah ve etrafındakiler, Babıali’nin bürokratları, dört yıl boyunca yaşanan vahşete rağmen hala devletlerarası hukukun egemen olacağını ve bütün kayıplara rağmen masada adil paylaşım sağlanacağını düşünüyorlardı.

Aynı sıralarda savaşın diğer taraflarının bürokratları da faaliyet halindeydi. Alacakları sonucun sarhoşluğu ile ülkeler yıkıp-kuruyor bol keseden coğrafyalar bağışlıyorlardı.

Osmanlı Devleti’ni kafalarında çoktan bitirmişler, Anadolu coğrafyasının nerdeyse bin yıllık sakinleri olan Türkleri nereye hapsedeceklerinin hesapları ile meşguldüler. Osmanlı bürokratları Sevr Anlaşması’nın müsveddesi olan Berlin’i; Osmanlı’yı Kuzey Afrika’dan dışlayan Oshy’yi; Balkanlar’dan silen Atina ve Bükreş’i unutup sahte bir umuda kapılmışlardı. Bu umut 30 Ekim 1918’e kadar sürdü. Sözde savaşı sonlandıran Mondros Anlaşması, bütün devletlerarası teamülleri yok sayıp Osmanlı coğrafyasında ve Anadolu’da yeni ve topyekûn bir işgal başlattı.

Kasım ortalarında İngiltere Siyasi İstihbarat Dairesi tarafından hazırlanan bir rapor; yeni dünya haritasında “Türkiye’nin ve Arap Yarımadası’nın Yerleştirilmesi” başlığını taşıyordu. 25 sahifelik bu raporun tamamı adeta son yüzyıllık Batı mantalitesinin yol haritasını çiziyordu. Milli Mücadele’nin ve Kuva-yi Milliye ruhunun ne anlama geldiğini içimizde, ruhumuzun ta derinliklerinde ve tabi ki beynimizde hissetmek için burada bizi ilgilendiren kısımları paylaşalım.

Bugün herkesin erişimine açık olan o gizli belgeye göre; Osmanlı’nın ve Türklerin kaderi şöyle çiziliyordu:

- Türkiye Avrupası ve Anadolu, İstanbul’un kaderine sonra karar verilmek üzere birbirinden bağımsızlaştırılacak ve Anadolu taksim edilecektir.

- Karadeniz Boğazları: Osmanlı hakimiyetinde çıkarılacaktır.

- On iki Adalar İtalya’nın; Kıbrıs, ise İngilizlerin sorumluluğunda kalmaya devam edecektir.

- Ermenistan’da Berlin Anlaşması’nın hükümlerine göre bağımsız bir devlet oluşturulacaktır.

- İngiliz himayesindeki Arap yarımadası, Bahreyn ve Aden hariç diğer Osmanlı Arap Vilayetlerinde (Halep, Suriye, Lübnan vs) statü yeniden düzenlenecektir.

- Körfezdeki mütareke şeyhliklerinin (Uman, Kuveyt, Katar, Suud ailesi vs.) İngilizler tarafından belirlenen konumları korunacaktır.

- Kendisini Arap Kralı olarak gören Şerif Hüseyin’in, sadece Hicaz Krallığı muhafaza edilecektir.

- El Cezire, Sincar ve Musul dahil İngilizlerin Mezopotamya’daki hakları diğer devletlere taahhüt ettirilecektir.

- Botan nehri, Doğu Dicle ve Hamrin dağı arasında bir Kürdistan yaratılacaktır.

- İngiltere’nin Siyonistlere verdiği taahhütler baki kalmak şartıyla, Filistin’de bir Arap devleti kurulabilecektir.

- Hilafet korunacak ama dolaylı olarak İngilizlerin etkisinde Müslüman Dünyası tarafından seçilecektir.

Nitekim, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasından altı ay önce Paris Anlaşması’na götürülen bu maddeler arasında Türkler ve Türkiye’nin sadece “Eski Türkiye toprakları” olarak anılması manidardır. Osmanlı’nın bütün müktesebatını sonlandıran, Türkleri yok sayan bu anlayış; Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinin ve 19 Mayıs 1919’da başlayan Milli Mücadele’nin ne anlama geldiğini açıkça göstermektedir. Uslu durmaları şartıyla Türklere Ankara’nın doğusunda lütfedilen topraklarda kalmalarına izin veren bu planları yok eden ve imparatorluğun küllerinden yeniden bir Türkiye yaratan Kuva-yi Milliye ruhunu anlamamak için vicdansız, kalpsiz ve esaret müptelası soysuz olmak gerekmektedir.

Son bir asırda Milli Mücadele azmi ve Kuva-yi Milliye ruhunu korumak uğruna elbette yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız; koruduklarımız ve koruyamadıklarımız var. Bağımsızlık sevdamızı koruyup millet olduk, devlet kurduk. Cumhuriyeti koruma kararlılığı gösterdik. Dünya bizi ötekileştirirken biz dünyaya eklemlenmeyi, gerektiğinde rekabet etmeyi hedefleyen başarılar ortaya koyduk. Nüfusumuzu on katına çıkardık. Okulsuz mekan, üniversitesiz şehir bırakmadık. Anadolu’da kalabilmenin şartının diplomasi kadar savunma sanayii olduğunu idrak ettik.

Lakin, bütün bunları yaptıran tarihimize karşı lakayt kaldık.Sahiplendiğimiz Türkiye Cumhuriyetini ötekileştirip, Osmanlı’nın alternatifi sandık. Zamanımızı ve enerjimizi çekirdek kabuğunu doldurmayan ipe-sapa gelmez anlatılar, rivayetler ve efsaneler ile harcadık. Milli kahramanlarımızın arasına, aslı-astarı olmayan nifaklar sokup, onlar adına taraftar toplamaya kalktık. Günlük siyaseti asırlık kazanımlara tercih edip koca şanlı tarihimizi israf ettik.

Artık uyanma zamanıdır. Akbabalar gibi bireysel menfaatler konusunda işbirliği yapabilen ama tarihi söz konusu olunca ayrışan bir milletin iflah olması mümkün değildir. Yol ayrımına taşındığımız bugünlerde, son yüz yılı bir kere daha düşünüp geleceğimizi eski ruhla ve hep birlikte yeniden inşa etmek zorundayız.

Ancak bu sayede, 1000. yılında da bizi burada tutacak olan Milli Mücadele ateşi sönmeyecektir. Ve ancak bu sayede, bütün dünyaya inat, Devlet-i ebet müddetin mirası olan Türkiye Cumhuriyeti ilelebet ayakta kalacaktır.

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat