Direnişin Kalbi: Gazze

  • GİRİŞ22.08.2025 09:04
  • GÜNCELLEME22.08.2025 09:17

Soykırım; yalnızca insanları öldürmekle sınırlı bir suç değildir. Bir halkın yalnız bugününü değil, geçmişini ve geleceğini de hedef alan sistematik bir yok etme iradesidir. 1948’den bu yana farklı biçimlerde süregelen İsrail işgali, son iki yılda Gazze’de artık bu tanımın sınırlarını aşan bir hâle bürünmüştür. Yıkımın ölçeği, süresi ve hedef aldığı toplumsal kesimler dikkate alındığında, yaşananların basit bir askeri operasyon olmadığı; bilakis uluslararası hukuka göre "soykırım" olarak tanımlanabilecek nitelikte bir imha süreci olduğu açıktır.

Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne göre bir eylemin soykırım sayılabilmesi için “bir etnik, dini ya da ulusal grubun tamamını ya da bir kısmını ortadan kaldırmaya yönelik kasıtlı eylemler” gerekir. Gazze’de son iki yılda yaşananlar, bu tanıma birebir uymaktadır. Sivillerin sistematik biçimde hedef alınması, temel yaşam altyapısının (hastaneler, su kaynakları, elektrik şebekeleri) kasten yok edilmesi ve Gazze’nin yaşanabilir bir alan olmaktan çıkarılması; bütün bu eylemlerin rastlantısal değil, bilinçli bir stratejinin parçası olduğunu göstermektedir.

Nuseyrat kampında yaşanan saldırı bu sistematik yok etmenin çarpıcı örneklerinden biridir. Su almak için sıraya giren çocuklar hedef alınmış, İsrail ordusu bu saldırıyı “teknik bir arıza” diye geçiştirmiştir. Oysa bu, bir ilk değildi. Refah’ta, yardım tırlarını bekleyen aç sivillerin üzerine ateş açılmış, yüzlerce insan parçalanarak hayatını kaybetmişti. Yine, BM’ye ait okulların ve hastanelerin hedef alınması; artık sivil-asker ayrımının, savaş etiği gibi kavramların tamamen rafa kaldırıldığını gösteriyor.

Bugün itibariyle Filistin Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, Gazze’de hayatını kaybedenlerin sayısı 58.000’i aştı. Bu sayının yaklaşık %70’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. On binlerce kişi yaralı, birçoğu kalıcı sakatlıkla yaşıyor. Sağ kalanlar ise kuşatma, açlık, susuzluk ve çaresizlikle mücadele ediyor. Her bir ölüm istatistikten ibaret değil; bir annenin feryadı, bir çocuğun düşü, bir babanın hatırası demektir.

İşin daha da vahim tarafı, uluslararası topluluğun bu katliamı neredeyse sessizlikle karşılamasıdır. “İsrail’in kendini savunma hakkı” söylemi, artık bir güvenlik tezinden çok bir örtbas stratejisine dönüşmüştür. Bu söylemle birlikte Filistinlilerin yaşama hakkı, meşru savunma hakları ve insanca yaşama umutları görmezden gelinmektedir.

Oysa tarih, yalnızca zalimleri değil; sessiz kalanları da yazacaktır. Bugün Gazze’de olan biteni soykırım olarak tanımlamak, sadece bir siyasi tutum değil; aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur. Bu tanımı yapmaktan imtina etmek, zalimin tarafında yer almakla eşdeğerdir.

Direnişin Psikolojisi ve Meşruiyeti

Gazze’deki direnişi anlamak için sadece bugüne değil, bu halkın tarih boyunca maruz kaldığı adaletsizliklere ve yalnızlığa bakmak gerekir. Direniş, Filistin halkı için bir siyasi tercih değil, mecbur bırakıldıkları bir hayatta kalma biçimidir. Yıllardır süren abluka, bombardımanlar, temel yaşam koşullarından yoksunluk, diplomatik alandaki yalnızlaştırma ve daha da önemlisi umutlarını bağladıkları uluslararası kurumların sessizliği; Gazze halkını kendi öz iradesiyle baş başa bırakmıştır. Ve bu irade, direnişi seçmiştir.

Hamas ve ona bağlı Kassam Tugayları, dışarıdan bakanlar için yalnızca bir askeri yapı gibi görülebilir. Oysa Gazze halkı için bu yapılar, işgal karşısında siper olmuş, halkla kader birliği etmiş yapılardır. Hamas sadece silahlı direnişle değil; aynı zamanda eğitim, sağlık, sosyal yardım gibi alanlardaki faaliyetleriyle de Gazze’nin toplumsal dokusunda kökleşmiştir. İnsanlar, sadece füzeler nedeniyle değil; aynı zamanda işgal karşısında yalnız bırakılmadıkları, terk edilmedikleri için Hamas’a bağlılık göstermektedir.

Bu bağlılık salt duygusal bir tepki değil, rasyonel bir halk iradesidir. Çünkü Mahmut Abbas Yönetimi halkın gözünde inandırıcılığını büyük ölçüde yitirmiştir. Abbas halktan çok dış güçlerin memnuniyetini önceleyen politikalarla anılmakta; masalarda verilen sözlerle sahadaki gerçekler arasındaki uçurum, direnişi daha da meşrulaştırmaktadır.

Gazze halkı, ne yaparsa yapsın cezalandırılan bir halktır. Sandıkla seçtikleri temsilciler terörist ilan edilmiştir. Direniş hakkı inkâr edilmiştir. Açlıkla, abluka ile, bombalarla hizaya sokulmak istenmişlerdir. Ama tüm bu baskılara rağmen halkın direnişe olan desteği azalmamış; tam tersine derinleşmiştir. Çünkü bu halk, kendilerini savunmayan değil; kendileriyle birlikte acı çeken, aynı sofrada aç kalan, aynı sokakta düşen öncülere inanmayı tercih etmektedir.

Abbas ve Filistin Yönetimi: Halktan Kopuş

Filistin davası, yalnızca bir işgal karşıtı mücadele değil; aynı zamanda bu mücadeleyi kimin ve nasıl yürüteceği sorusuyla da şekillenen çok katmanlı bir tarihi çatışmadır. Son iki yılda Gazze’de yaşanan soykırım, bu çatışmanın en keskin yüzünü bir kez daha gözler önüne serdi: Filistin halkının acısını, cesaretini ve direncini paylaşmak yerine, onu dışlayan ve küçümseyen bir siyasal tutum, ne yazık ki Filistin Yönetimi’nin tepe kadrolarında da karşılık bulmaktadır.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, “Hamas Gazze’yi bir daha yönetemeyecek” şeklindeki açıklaması, yalnızca bir politik tercihi değil; aynı zamanda halkın iradesine yöneltilmiş açık bir inkârı temsil etmektedir. Bu söylem, İsrail ve bazı Batılı aktörlerle aynı dili konuşan, direnişi bir “engel” olarak gören, Gazze halkının yaşadığı trajediyi “stratejik bir fırsata” çevirme arayışındaki bir yaklaşımın dışa vurumudur.

Oysa Hamas, 2006 yılında Filistin genelinde yapılan demokratik seçimlerde meşru olarak iktidara gelmiş, Batı Şeria’daki siyasi yapının aksine, silahlı direnişin yanı sıra sosyal hizmetlerde de etkin bir yapı kurmuştur. Bugün Gazze halkının ezici çoğunluğu, bu yapıyı yalnızca bir siyasi parti olarak değil; hayatını, onurunu ve geleceğini savunan bir temsil olarak görmektedir. Abbas ve çevresindeki elitler ise bu hakikati görmezden gelerek, Gazze’yi adeta siyasi bir yük gibi değerlendirmektedir.

Mahmud Abbas’ın tutumu, sadece Gazze halkını değil, Filistin davasını da zayıflatmaktadır. Oslo süreciyle başlayan barış yanılsaması, yıllar içinde halkın gözünde bir hayal kırıklığına dönüşmüştür. Abbas’ın İsrail ile diyalog kurma çabası, halkın yaşadığı gerçeklikten bîhaber bir tutumla maluldür. Bir yanda kuşatma, bombalar ve katliamlar varken; diğer yanda diplomatik masalarda alınan soyut kararlar, Filistin halkının gözünde giderek daha fazla meşruiyet kaybetmektedir.

Filistin Yönetimi ile Hamas arasındaki bu ayrışma, artık bir siyasi rekabetten öte bir zihniyet farkına işaret etmektedir. Biri Batı'nın hoşnutluğunu önceleyen, düzenin içinde kendine bir yer arayan; diğeri ise halkın direniş geleneğine yaslanarak ayakta kalan iki farklı anlayış. Ne yazık ki bugün Filistin’in resmi temsilcileri, halkın gerçek temsilcileriyle değil, onları dışlayan güçlerle uyum içinde hareket etmeyi tercih etmektedir.

Gazze’nin Geleceği Kimin Elinde?

Bugün Gazze'nin geleceği üzerine kararlar alınırken masada kimlerin olduğu kadar, kimlerin olmadığı da dikkat çekici bir göstergedir. Bir yanda, iki yıldır bombalanan, aç bırakılan, yerinden edilen Gazze halkı; diğer yanda, bu halkın kaderi üzerine kararlar almaya soyunan ve çoğu kez Batı başkentlerinin gölgesinde şekillenmiş diplomatik aktörler. Bu çelişki, Filistin davasının bugün geldiği kırılma noktasını anlamak açısından belirleyicidir.

Filistin halkının tarih boyunca gösterdiği direnç, kendi geleceğini tayin etme iradesine dayanır. Ne zaman dış müdahaleler bu iradeyi yok saymaya kalksa, halkın tepkisi bir kez daha direnişe yönelmiştir. Dolayısıyla Gazze’nin geleceğini belirleyecek olan asıl güç, herhangi bir barış konferansı ya da müzakere masası değil; bizzat Gazze halkının kendisidir. Bu halk, enkaz altından elleriyle çocuklarını çıkaran, ekmeğini tünellerden bulan, bombalara karşı siper olan bir halktır. Onların neyi, kimi seçeceği; kimin tarafından değil, hangi bedelle yanlarında durduğuyla belirlenir.

Hamas’ın Gazze üzerindeki etkisinin diplomatik yollarla, baskılarla ve finansal manipülasyonlarla sona erdirilmesi planlanırken; bu önerilerin kimler tarafından ve ne hakla dillendirildiği de sorulmalıdır. Gazze halkı Hamas’ı, savaşta evini açarak, aç kaldığında paylaşarak, cenazesinde birlikte ağlayarak seçmiştir. Şimdi bu tercihi geçersiz kılmak isteyenler, hangi meşruiyeti temsil ediyor? İsrail’in güvenlik endişeleri mi? Batı’nın sözde demokrasi anlayışı mı? Yoksa bölgeyi “yönetilebilir” hale getirmek isteyen çıkar odakları mı?

Hamas’ın varlığı ya da yokluğu, halkın onayıyla belirlenmelidir. Unutulmamalıdır ki; halkın iradesini yok sayan her çözüm, krizin sadece biçimini değiştirir ama ruhunu büyütür.

Cihad İslam Yılmaz

Yorumlar7

  • Esat 41 dakika önce Şikayet Et
    Bu yazı ve söylemler siyasetin ötesine geçmiyor. Eylem yoksa kuru gürültüye gerek yok. Gazze ölüyor ey Muhammed (sav) ümmeti.
    Cevapla
  • Aciz 4 saat önce Şikayet Et
    Aahh ahh, yorum yazmaya bile utandım
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Ezankaya Karahan 7 saat önce Şikayet Et
    Tek çare, dünayanın en büyük ve tek problemi olan yahudi teröristlere, Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed'in,Hz.Saad bin Muaz'ın beni kurayza yahudileri için verdiği kararın aynısını da bugünkü bütün yahudilere uygulayıp, yahudilerin lesşlerini Lût gölü'ne doldurmaktır, dünyanın kurtuluşunun başka hiçbir çaresi yoktur.
    Cevapla Toplam 5 beğeni
  • abdullah 7 saat önce Şikayet Et
    Allah razı olsun, bu şuurlu bir Müslüman bakışıdır. Bu şuur olmadan hayata müslümanca bakılmıyor
    Cevapla Toplam 4 beğeni
  • HAL BU 8 saat önce Şikayet Et
    bu ülkede en çok çalışan iki şey var pozitif olsun negatif olsun biri kalem diğeri dil
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat