Soykırımın Gölgesinde: Abraham Anlaşmaları

  • GİRİŞ26.08.2025 09:07
  • GÜNCELLEME26.08.2025 09:16

2020 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile diplomatik ilişkiler kurduğunu ilan ettiği Abraham Anlaşmaları, Ortadoğu tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak takdim edildi. Bu anlaşmalar, yalnızca diplomatik tanıma süreçleri değil; aynı zamanda güvenlik, ticaret, teknoloji ve istihbarat alanlarında kapsamlı iş birliklerini de içeriyordu. O dönemde ABD Başkanı Donald Trump’ın aktif arabuluculuğuyla şekillenen bu sürecin, “barışı” tesis edeceği iddia edilse de, bu barışın Filistin’in iradesi ve onayı dışında geliştiği açıktı.

Her ne kadar Batı basını bu adımları “cesur” ve “geleceğe dönük” olarak tanımlasa da, İslam dünyasının büyük bir kısmı bu normalleşmeyi bir ihanete eşdeğer gördü. Çünkü Filistin meselesi, İslam coğrafyasının sadece siyasal değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir meselesiydi. 20. yüzyıl boyunca Arap-İsrail çatışmaları, İsrail’in toprak işgalleri ve yüz binlerce insanın mülteciye dönüşmesiyle şekillenmişti. Oslo Anlaşmalarından itibaren yaşanan her “barış süreci” ise, Filistinlilere verilen sözlerin tutulmaması ve İsrail’in yerleşim politikalarını daha da genişletmesiyle sonuçlanmıştı. Bu bağlamda Abraham Anlaşmaları, yalnızca Filistin davasından değil, tarihten, hafızadan ve adaletten de kopuş anlamına geliyordu.

İsrail’in 2020’deki bu diplomatik atağı, onun bölgedeki yalnızlığını kırmak ve özellikle İran tehdidine karşı Sünni Arap devletleriyle stratejik bir cephe kurmak amacını taşıyordu. Ne var ki, bu anlaşmalar aynı zamanda Batı destekli “yeni Ortadoğu düzeni”nin bir inşasıydı ve bu düzenin merkezinde Filistinliler değil, onların göz ardı edilmesi vardı.

Abraham Anlaşmaları, adını Hz. İbrahim’in ortak atası olduğu iddiasından alsa da, gerçekte bu adın arkasında politik hesaplar, ekonomik çıkarlar ve stratejik denklemler gizliydi. Bir yanda İsrail’in yüksek teknoloji ve savunma sanayiine erişmek isteyen Körfez rejimleri, diğer yanda Filistin’in yalnızlaşması pahasına ABD’ye sadakatlerini yeniden teyit etmek isteyen hükümetler vardı. Oysa Hz. İbrahim’in mirası; merhamet, adalet, tevazu ve zulme karşı durma üzerine kurulu bir birlik fikrini temsil ederdi. Bu bağlamda anlaşmanın adıyla içeriği arasındaki derin çelişki, bu sürecin en çarpıcı göstergelerinden biridir.

Bugün bu anlaşmaların kapsamı genişletilmek istenirken, Filistin’de yaşanan trajedi hiç olmadığı kadar derinleşmiş durumda. Dolayısıyla Abraham Anlaşmaları’nın bugünkü anlamı, sadece diplomatik bir açılım değil; aynı zamanda tarihsel bir yarılmanın, ahlaki bir çöküşün ve vicdani bir kırılmanın ifadesidir. Bu bağlamda anlaşmanın evrimini anlamak, sadece İsrail’in diplomatik manevralarını değil; aynı zamanda İslam dünyasının yaşadığı çelişkili dönüşümleri de çözümlemek açısından kritik bir başlangıç noktasıdır.

İsrail’in Motivasyonu: Neden Şimdi ve Neden Bu Kadar Israrlı?

Gazze’de sivillerin topluca hedef alındığı, yardım koridorlarının bombalandığı ve uluslararası hukuk normlarının açıkça ihlal edildiği bir dönemde, İsrail’in Arap ülkeleriyle normalleşme sürecini ilerletmek istemesi ilk bakışta çelişkili görünebilir. Ancak bu çelişki, İsrail’in hem iç siyasetinde hem de bölgesel stratejisinde merkezi bir yere sahiptir. Çünkü İsrail açısından Abraham Anlaşmaları'nın genişletilmesi, yalnızca diplomatik bir başarı değil; aynı zamanda varoluşsal bir güvenlik ve meşruiyet meselesidir.

Öncelikle, İsrail’in bu anlaşmaları bir güvenlik kalkanı olarak gördüğü açıktır. İran’ın artan etkisi, Hizbullah’ın Lübnan’daki silah gücü ve Hamas’ın direniş hattı, İsrail’in uzun süredir tehdit olarak tanımladığı unsurlar arasında yer alır. Körfez ülkeleriyle kurulacak askeri ve istihbari iş birlikleri, İsrail’in bu tehditlere karşı daha geniş bir bölgesel ağ oluşturmasını sağlar. Öyle ki, Suudi Arabistan’ın bile normalleşme sürecine dâhil edilmesi, İran’a karşı stratejik denge kurmak açısından hayati önemdedir.

İkinci olarak, Netanyahu hükümeti iç politikada zayıflamış durumdadır. Uzun süredir devam eden yolsuzluk davaları, yargı reformları üzerinden toplumsal kutuplaşma ve Ekim 2023’te başlayan savaşın yarattığı derin insani krizin hükümete yönelttiği tepkiler, İsrail yönetimini ciddi bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. İşte tam bu noktada dış politika, iç siyasetin bir tür “kaçış alanı” olarak devreye sokulmaktadır. Arap dünyasından gelecek her diplomatik açılım, hem Batı kamuoyuna “hala istikrar sağlayabiliyoruz” mesajı verir, hem de iç kamuoyunda dikkatleri başka yöne çeker. Kısacası, dış başarılar iç yaraları pansuman etmenin politik bir aracı haline gelir.

Üçüncü ve belki de en stratejik motivasyon, Filistin meselesini “önemsizleştirme” planıdır. İsrail, özellikle Trump döneminde geliştirilen “Yeni Ortadoğu” vizyonunda Filistinlileri diplomasinin dışına iterek Arap dünyasıyla ikili ilişkiler kurmak istedi. “Önce barış, sonra Filistin” formülüyle hareket eden bu anlayış, Arap liderleri “ulusal çıkarlar” üzerinden ikna etmeye çalışırken, Filistin’i yalnızlaştırmayı hedeflemekteydi. Gazze’de yaşanan insani felaketin gölgesinde yürütülen bu diplomatik temaslar, tam da bu stratejinin süreklilik taşıdığını göstermektedir.

Son olarak, ekonomik motivasyonları göz ardı etmemek gerekir. İsrail, savunma teknolojilerinden tarımsal inovasyona kadar birçok alanda Körfez ülkeleriyle ortak projeler geliştirmenin peşindedir. BAE, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerle yapılacak yatırım ve teknoloji ortaklıkları, İsrail’in bölgesel ekonomik etkisini artıracağı gibi, bu ülkelerin de Batı ile olan ekonomik bağlantılarını sağlamlaştırır. Bu bağlamda, normalleşme süreci yalnızca bir barış değil, aynı zamanda bir “ticaret anlaşması” olarak da işlev görmektedir.

Bu çerçevede bakıldığında, İsrail’in Abraham Anlaşmaları’nı büyütme arzusu, çok katmanlı ve çok yönlü bir stratejinin sonucudur: Güvenlik garantileri, diplomatik meşruiyet, iç siyasal dengeyi koruma ve ekonomik açılım. Ancak bu stratejinin ahlaki bedeli, Gazze’deki her yıkılmış evde, yitip giden her canda ve Filistin halkının derinleşen yalnızlığında açıkça görünmektedir. İsrail’in neden bu kadar ısrarcı olduğunu anlamak, bu ısrarın ardında yatan kaygı, korku ve hedefleri de anlamayı gerektirir.

Arap Rejimlerinin Hesapları: Sessiz Diplomasi ve Toplumsal Gerilim

İsrail’in Abraham Anlaşmaları’nı genişletme ısrarı yalnızca kendi stratejik çıkarlarının değil, Arap yönetimlerinin giderek artan pragmatizminin de bir sonucudur. Körfez başta olmak üzere birçok Arap rejimi, Filistin meselesini ulusal çıkarlar karşısında ikinci plana atmaya gönüllüdür. Ancak bu “sessiz diplomasi”, halkların vicdanıyla derin bir çatışma halindedir ve bu çatışma, zamanla daha büyük toplumsal fay hatlarını tetikleyebilecek niteliktedir.

Körfez ülkelerinin özellikle İran’a karşı duydukları güvenlik kaygısı, onları İsrail’le aynı eksende buluşturan en güçlü sebeplerden biridir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi ülkeler, Şii nüfusun etkin olduğu bölgelerdeki huzursuzlukları, Yemen gibi çatışma alanlarını ve İran destekli milis grupları birincil tehdit olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in hem teknolojik hem de istihbari gücünden faydalanmak, bu tehditleri dengelemenin bir yolu olarak görülmektedir. İsrail ile kurulan iş birlikleri, Batı’dan alınan güvenlik garantilerini de pekiştirdiği için, bölge rejimleri açısından çift yönlü bir kazanç olarak algılanmaktadır.

Özellikle İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliamların bu denli açık ve belgeli olduğu bir dönemde, Arap başkentlerinde İsrail bayraklarının dalgalanması, birçoğuna göre tarihi bir utançtır. Bu sessiz kabulleniş, sadece Filistin’e değil, aynı zamanda Arap-İslam kimliğine ve onun tarihsel sorumluluğuna da bir ihanettir.

Bu bağlamda, Arap rejimlerinin hesapları ne kadar stratejik görünürse görünsün, bu sürecin toplumların vicdanında açtığı yaralar çok daha derindir. Diplomatik normalleşme, ahlaki normalleşme anlamına gelmediği gibi; mazlumun çığlığına kulak tıkayan her ittifak, bir gün toplumsal hafızada bir kırılma noktası olarak geri dönecektir.

Ortadoğu’nun kanayan yarası Filistin, yalnızca jeopolitik bir mesele değil; aynı zamanda İslam dünyasının ahlaki nabzıdır. Filistin’de yaşanan her saldırı, her yıkım ve her ölüm, Müslüman toplumların yalnızca siyasi değil, vicdani reflekslerini de sınamaktadır. İşte tam da bu noktada, Abraham Anlaşmaları’nın Filistin’in katledildiği bir ortamda yeniden gündeme getirilmesi, İslam coğrafyasının ahlaki duruşunu tartışmaya açmıştır.

Acıdır ki, İslam dünyasının önemli bir kısmı, Gazze’de yaşanan soykırıma karşın suskun kalmakta ya da sessiz diplomasi kisvesi altında gerçekte İsrail ile ilişkilerini güçlendirmektedir. Bu durum, iki temel eğilimi açığa çıkarmaktadır: Bir yanda "gerçekçilik" adına mazluma sırt çeviren siyasi elitler, diğer yanda ise hakikatin ve adaletin yanında durmaya çalışan halklar, kanaat önderleri ve bağımsız aydınlar.

Bu kırılma, yalnızca politik değil; aynı zamanda medeniyet ölçeğinde bir değer çözülmesini de beraberinde getiriyor. Çünkü İslam dünyasının temel kodlarında, adaletsizlik karşısında susmamak, zulme rıza göstermemek ve mazlumun yanında olmak vardır. Dolayısıyla bu değerleri bir kenara bırakarak şekillenen her diplomatik manevra, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür. Bu çöküş, Batı’nın çıkarcı reelpolitik anlayışının Doğu’ya ihraç edilmiş bir versiyonu gibidir ve İslam’ın adalet ve merhamet merkezli siyaset anlayışıyla derin bir çelişki içindedir.

Öte yandan, İslam dünyasının entelektüel vicdanı tamamen susmuş değildir. Malezya’dan Türkiye’ye, Endonezya’dan Lübnan’a kadar pek çok ülkenin sivil toplumunda, ilim çevrelerinde ve hatta sanat ve medya dünyasında yükselen bir “uyanış” sesi duyulmaktadır. Bu ses, sadece İsrail’in uyguladığı şiddeti değil; aynı zamanda ona sessiz kalan rejimleri de sorgulamakta, diplomatik konfor alanlarını terk etmeye çağırmaktadır. Filistin için yapılan protestolar, boykot çağrıları, akademik açıklamalar ve dua eylemleri, her ne kadar sonuç üretme açısından sınırlı gibi görünse de, İslam dünyasının hâlâ vicdanen yaşıyor olduğunu göstermektedir.

İşte bu noktada, “ahlaki çöküş mü, stratejik gerçekçilik mi?” sorusu, yalnızca politikacıların değil, ümmetin bütün fertlerinin önünde durmaktadır. Mesele, yalnızca İsrail’e karşı tavır almak değil; aynı zamanda Müslümanların kendilerine karşı sorumluluğudur. Çünkü eğer ahlak, sadece uygun zamanlarda hatırlanan bir değer haline gelirse; o toplumun medeniyet iddiası da kağıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.

Abraham Anlaşmaları’nın, Filistin halkının kanı kurumadan yeniden masaya getirilmesi, İslam dünyasında sadece siyasi bir refleks değil; aynı zamanda bir sınavdır. Ve bu sınav, iktidarların değil; halkların, kanaat önderlerinin, âlimlerin ve genç kuşakların iradesiyle verilecektir. Bugün susan her ses, yarın adalet talep ettiğinde daha az inandırıcı olacaktır.

Cihad İslam Yılmaz

Yorumlar8

  • Kul 47 dakika önce Şikayet Et
    İşin özeti...analizler süper...tebrik ederim
    Cevapla
  • OfliAhmet 1 saat önce Şikayet Et
    ÇOK GÜZEL BİR YORUM.AMA. MAALESEF ARAP ÜLKELERİNİN BAŞI NDAKİLER MÜSLÜMAN DEĞİL MÜNAFIK ONUN İÇİN ALLAH CELLE CELALÜ FİLİSTİNLİ KARDEŞLERİMİZE YARDIM ETSİN. amin
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • mst 1 saat önce Şikayet Et
    güzel bir yazı olmuş hz İbrahim in merhameti ve islam dininin adaleti ile bu sorunlar çözüme ulaşır
    Cevapla
  • Yusuf 2 saat önce Şikayet Et
    Şafak sökmek üzre zulüm Yüce ALLAHIN izniyle dağılacaktır İnşAllah
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Semih Acar 2 saat önce Şikayet Et
    Cihat gerekmektedir once itsoyuna sonra firavunlara ve zalimlere dost olanlara
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat