Avrupa Rusya gerilimi ve savaşın geleceği

  • GİRİŞ19.09.2025 09:05
  • GÜNCELLEME19.09.2025 09:05

Avrupa ile Rusya arasındaki gerilim yalnızca güncel siyasetin ürünü değildir; aksine, kökleri derin bir tarihsel sürekliliğe dayanır. Çarlık Rusyası’ndan Sovyetler Birliği’ne, Soğuk Savaş’tan günümüz Ukrayna krizine kadar uzanan uzun çizgide temel mesele hep aynı kalmıştır.

Rusya açısından Avrupa, daima hem kültürel bir cazibe merkezi hem de varoluşsal bir tehdit kaynağı olmuştur. 19. yüzyılda Napolyon’un Moskova’ya yürüyüşü, 20. yüzyılda Nazi Almanyası’nın işgali, Rusya’nın zihninde derin bir “Batı’dan gelen tehlike” algısını pekiştirmiştir. Bu hafıza, Moskova’nın dış politikada tampon bölgeler yaratma arzusunu ve kendi sınırlarının ötesinde nüfuz alanı tesis etme çabasını açıklayan en güçlü motivasyonlardan biridir. Bu motivasyon, sadece askeri değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel bir zeminde de şekillenmiştir.

Avrupa ise Rusya’yı tarih boyunca ikircikli bir biçimde algılamıştır. Bir yandan enerji, hammadde ve ticaret bakımından vazgeçilmez bir ortak; diğer yandan demokratik değerler, insan hakları ve uluslararası hukuk açısından potansiyel bir meydan okuma kaynağı olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında NATO aracılığıyla kurulan güvenlik mimarisi, aslında yalnızca Sovyetler Birliği’ni dengelemeyi değil, aynı zamanda Avrupa’nın kendi içinde güven duygusunu yeniden tesis etmeyi amaçlamıştır. Ancak bu yapı Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da varlığını sürdürmüş, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi Rusya açısından “Batı’nın taarruzunun yeni biçimi” olarak yorumlanmıştır.

Bu tarihsel süreç, 21. yüzyılda Ukrayna meselesi üzerinden daha somut bir çatışmaya evrilmiştir. 2004’teki Turuncu Devrim, 2014’te Kırım’ın ilhakı ve Donbas’taki çatışmalar, Avrupa-Rusya geriliminin yeni evreleri olarak okunmalıdır. Her biri, aslında kökleri 19. yüzyıldan bu yana uzanan güvenlik ikileminin güncellenmiş yansımalarıdır. Avrupa, sınırlarının doğusunda “istikrarsızlık kuşağı” istemezken; Rusya da kendi sınırlarında NATO ve AB bayraklarını görmekten kaçınmaktadır. Bu iki beklenti, kaçınılmaz olarak birbirine çarpmakta ve krizleri beslemektedir.

Polonya Hava Sahası İhlali ve Avrupa’nın Teyakkuzu

Rus insansız hava araçlarının Polonya hava sahasını ihlali, Avrupa-Rusya ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası olarak kayda geçti. 9-10 Eylül gecesi, Rusya’dan havalanan ve Ukrayna’yı hedef aldığı düşünülen onlarca İHA, Polonya’nın doğu sınırlarını aşarak Avrupa Birliği ve NATO topraklarına girdi. Polonya hava kuvvetleri, müttefik destek unsurlarıyla birlikte bu araçların önemli bir kısmını düşürdü; ancak olayın sembolik boyutu, teknik başarıdan çok daha ağırdı. Avrupa için bu, Rusya’nın artık yalnızca Ukrayna ile değil, NATO üyesi bir ülkenin güvenliğiyle de doğrudan oynadığı mesajını barındırıyordu.

Polonya, ertesi gün NATO’nun meşhur 4. Madde mekanizmasını devreye sokarak “müttefiklerle acil istişare” talep etti. Bu gelişme, Soğuk Savaş sonrası dönemde defalarca sınanan ama hiçbir zaman tamamen işletilmemiş güvenlik garantilerinin tekrar ön plana çıkmasına yol açtı. Avrupa Birliği, olayı “provokatif ve kabul edilemez” olarak nitelendirdi. Polonya’nın doğusundaki havaalanlarının geçici olarak kapatılması, sivil seyrüseferin etkilenmesi, sınır bölgelerinde sirenlerin çalması ise Avrupa kamuoyunun, savaşın artık yalnızca Ukrayna topraklarında kalmadığı yönündeki kaygılarını güçlendirdi.

Bu kriz, Avrupa’nın güvenlik reflekslerini test eden kritik bir andı. Rusya, olayın “yanlışlıkla” gerçekleştiğini ya da “kontrol kaybı” olduğunu öne sürerek sorumluluğu minimize etmeye çalıştı. Ancak Moskova’nın bu tür açıklamaları, geçmişte yaşanan benzer sınır ihlalleriyle karşılaştırıldığında ikna edici bulunmadı. 20. yüzyıl boyunca defalarca gözlemlenen “hata” ve “yanlış yönlendirme” gerekçeleri, aslında jeopolitik baskı kurmanın geleneksel araçlarından biri olarak okunagelmiştir. Bu nedenle Avrupa başkentlerinde asıl soru, “Rusya bir hata mı yaptı, yoksa stratejik bir mesaj mı verdi?” sorusuydu.

Olayın ardından Avrupa’da savunma harcamalarının artışı, ortak hava savunma sistemlerinin entegrasyonu ve doğu sınırlarının güçlendirilmesi yeniden gündeme taşındı. Almanya, Fransa ve İskandinav ülkeleri, Polonya’ya askeri ve teknik destek taahhütlerini açıkladı. Bu noktada dikkat çekici bir unsur, Avrupa’nın güvenliğinin artık sadece NATO şemsiyesi altında değil, aynı zamanda kendi kolektif kapasitesini geliştirme ihtiyacına dayandırılmasıdır. İHA’ların sivil yaşamı hedef alma potansiyeli, Avrupa toplumlarının savunma konusundaki duyarlılığını da artırmış, güvenliğin yalnızca ordulara bırakılacak bir mesele olmadığı, toplumları doğrudan etkileyen bir mesele olduğu yeniden görülmüştür.

Geleneksel bakış açısından değerlendirildiğinde bu olay, Avrupa’nın yüzyıllardır karşı karşıya kaldığı sınır ihlalleri ve provokasyonların güncellenmiş bir versiyonu olarak okunabilir. Orta Çağ’dan 20. yüzyıla uzanan dönemde kıtanın doğusunda yaşanan her sınır aşımı, Batı ile Doğu arasındaki güç mücadelesinin küçük ama sembolik bir yansıması olmuştur. Bugün insansız hava araçlarıyla yaşanan ihlal, aslında aynı jeopolitik satrancın modern bir hamlesidir. Avrupa için mesele, sadece teknolojik bir tehdit değil, tarihsel hafızasında yer etmiş güvenlik kaygılarının yeniden canlanmasıdır.

Bu bağlamda Polonya hava sahası krizi, Avrupa-Rusya geriliminin yalnızca Ukrayna merkezli bir sorun olmadığını; doğrudan NATO ve Avrupa Birliği’nin güvenlik dokusuna nüfuz eden çok katmanlı bir meydan okuma haline geldiğini göstermektedir. Olay, Avrupa’yı teyakkuz halinde tutmakla kalmamış, aynı zamanda kıtanın gelecekteki güvenlik mimarisinin ne yönde şekilleneceği konusunda da yeni sorular ortaya çıkarmıştır.

Trump–Putin Görüşmesi ve Müzakerelerin Askıya Alınması

Alaska’da gerçekleşen Trump–Putin görüşmesi, uzun süredir tıkanan Ukrayna–Rusya müzakereleri için bir umut ışığı olarak görülmüştü. Washington yönetimi, bu görüşmeden kısmi bir ateşkes veya en azından müzakerelerin yeni bir takvimle ivme kazanmasını bekliyordu. Avrupa başkentlerinde ise Trump’ın Moskova’ya fazla yakın durabileceği endişesi hâkimdi. Ancak Kremlin’in 12 Eylül’de yaptığı açıklama, bu beklentileri bir anda boşa çıkardı: barış görüşmeleri süresiz olarak “askıya alınmıştı.”

Kremlin, kararın gerekçesini “Avrupa’nın yapıcı olmayan tavrı” ve “Ukrayna’ya verilen aşırı güvenlik garantileri” ile açıkladı. Moskova, özellikle NATO ülkelerinin Ukrayna’nın gelecekteki güvenliğini garanti altına alacak yeni bir formül üzerinde ısrar etmesini, kendi çıkarlarına yönelik doğrudan bir tehdit olarak tanımladı. Bu noktada mesele yalnızca Ukrayna’nın statüsü değil, Avrupa güvenlik mimarisinin hangi temeller üzerine inşa edileceği sorusuydu. Kremlin, görüşmeleri askıya alarak hem sahadaki avantajlarını sürdürmek hem de Batı’nın kendi içinde bir ayrışma yaşamasını ummak istemiş görünmektedir.

Ukrayna açısından bu gelişme büyük bir hayal kırıklığı anlamına geliyordu. Çünkü Kiev yönetimi, müzakereler aracılığıyla en azından insani meselelerde ilerleme kaydetmeyi umut ediyordu. Oysa Moskova’nın tek taraflı hamlesi, bu alanlarda dahi ilerleme imkânını neredeyse ortadan kaldırdı. Dahası, müzakerelerin askıya alınması, savaşın daha uzun süreceğine dair güçlü bir işaretti.

Bu tablo, barış müzakerelerinin yapısal sorunlarını da gözler önüne sermektedir. Öncelikle, tarafların “kırmızı çizgileri” birbirine tamamen zıt durumdadır: Rusya, ilhak ettiği topraklar üzerindeki egemenliğini tartışmaya açmak istemezken; Ukrayna, bu bölgelerin iadesi olmaksızın kalıcı bir barışı kabul etmeyeceğini ilan etmektedir. İkinci olarak, güvenlik garantileri meselesi, yalnızca Ukrayna’nın geleceğini değil, NATO ve Avrupa güvenliğinin bütünüyle nasıl yeniden kurgulanacağını belirleyecek kadar geniş bir boyut taşımaktadır. Son olarak, büyük güçler arasındaki çıkar dengeleri, müzakerelerin seyrini doğrudan etkilemektedir. ABD’nin Avrupa’dan farklılaşan stratejik yaklaşımı, bu kırılgan denklemi daha da karmaşık hale getirmektedir.

Şimdi aklımızda birkaç soru var; Rusya masaya ne zaman ve hangi koşullarda döner? ABD ile Avrupa’nın çıkarları yeniden örtüşebilir mi? Ve en önemlisi, Ukrayna kendi geleceğini ne ölçüde tayin edebilecek bir özne olarak kalacaktır?

Yorumlar1

  • Murat 2 saat önce Şikayet Et
    Natonun o madde nıye pkk karşı bizi korumak için hiç devreye girmedi bir de Nato onu açıklasın
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat