Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Küresel Adalet Vizyonu
- GİRİŞ25.09.2025 09:19
- GÜNCELLEME25.09.2025 09:41
Birleşmiş Milletler 80. Genel Kurulu, uluslararası düzenin büyük bir dönüşüm yaşadığı, güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde toplandı.
Ukrayna savaşı, Gazze’de süren insani felaket, büyük güç rekabetinin sertleşmesi, enerji ve gıda krizleri, küresel yönetişim mekanizmalarının sorgulanmasına yol açıyor.
Bu belirsizlik ortamında Türkiye’nin sesi, yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte dikkat çekici bir ağırlık kazanmış durumda.
Bazıları her ne kadar ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun dengesiz konuşmalarını Cumhurbaşkanımız ile ilişkilendirmeye ve güneşi balçıkla sıvamaya teşebbüs etseler, kıskançlıktan çatlamayı bırak kahrolsalar da, gerçekler ayan beyan ortada…
Dünyada kimsenin görmezden gelemeyeceği bir Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan hakikati var…
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın New York temasları ve Genel Kurul hitabı, bu yükselen profilin en somut göstergelerinden biri oldu. Erdoğan hem Washington’da yürüttüğü görüşmelerle Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir sayfa açmayı hedefledi, hem de BM kürsüsünden uluslararası sistemin adalet krizine dair kapsamlı bir çerçeve sundu.
Bu bağlamda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın temaslarını (1) değer odaklı söylem ve küresel adalet yaklaşımı, (2) bölgesel krizlerde aktif diplomasi ve arabuluculuk kapasitesi, (3) çok yönlü dış politika stratejisi ve güç dengesi arayışı ve (4) Türkiye-ABD ilişkilerinin yeni dönemi başlıkları altında ele almak doğru olacaktır.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Genel Kurul konuşmasının en çarpıcı yönü, Filistin meselesini merkeze koyması ve Gazze’de yaşananları “katliam” ve “soykırım” gibi güçlü ifadelerle nitelemesiydi. Bu dil, Türkiye’nin yalnızca kendi güvenlik kaygılarını değil, küresel vicdanı ilgilendiren sorunları da önceliklendirdiğini gösterdi.
“Gazze’de savaş yoktur, burada tek taraflı bir imha söz konusudur” vurgusu, uluslararası kamuoyuna bir uyarı niteliğindeydi. Erdoğan, Batılı aktörlerin büyük kısmının temkinli veya suskun kaldığı bir dönemde, insan hakları ve insancıl hukuk ekseninde net bir tutum ortaya koydu. Bu yaklaşım, Türkiye’nin dünya siyasetinde sadece çıkar odaklı değil, aynı zamanda ilkesel bir aktör olma iddiasını yansıtıyor.
Bu ilkesel duruş, Erdoğan’ın uzun süredir dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” söyleminin bir devamı niteliğinde. Türkiye, BM’nin yapısal sorunlarına işaret ederken yalnızca eleştiri getirmekle kalmıyor, karar alma süreçlerinde daha kapsayıcı ve adil bir model öneriyor.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarında öne çıkan bir diğer boyut, Türkiye’nin kriz bölgelerinde oynadığı kolaylaştırıcı ve arabulucu roldür.
Suriye: “8 Aralık devrimi” sonrası yeni döneme verilen destek, Ankara’nın Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi istikrarına öncelik verdiğini gösteriyor. Türkiye, terörle mücadelede kararlılığını korurken, mültecilerin onurlu geri dönüşüne zemin hazırlayacak bir çözüm için diplomatik çabalarını sürdürüyor.
Rusya-Ukrayna: İstanbul’da başlatılan görüşmelerin ve esir takaslarının hatırlatılması, Türkiye’nin hem Moskova hem Kiev’le diyalog kurabilen ender aktörlerden biri olduğunu teyit etti. Bu tutum, Ankara’ya tarafsız arabulucu kimliği kazandırıyor ve ülkenin diplomatik itibarını güçlendiriyor.
Kafkasya ve Afrika: Azerbaycan-Ermenistan barış sürecine verilen açık destek, Türkiye’nin Güney Kafkasya’da kalıcı barışa verdiği önemi ortaya koyuyor. Somali-Etiyopya krizinde devreye giren “Ankara Süreci” ise Türkiye’nin Afrika Boynuzu’nda bile istikrar üretmeye çalışan bir aktör olduğunu gösteriyor.
Bu hamleler, Türkiye’nin krizlerin pasif gözlemcisi değil, çözüm üreticisi bir ülke olduğunun altını çiziyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temasları, Türkiye’nin tek eksenli bir dış politika anlayışından uzaklaştığını, 360 derece ve çok yönlü bir strateji izlediğini bir kez daha gösterdi. Doğu Akdeniz, Irak, İran, Kıbrıs, Balkanlar ve Afrika’ya ilişkin yapılan vurgular, Ankara’nın aynı anda birçok bölgede etkinlik gösterebilen bir diplomatik kapasite geliştirdiğini kanıtlıyor.
Bu yaklaşım, klasik güç politikaları ile diplomasi arasında bir denge kuruyor. Örneğin Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin hak ve çıkarlarının korunacağı belirtilirken, aynı zamanda diyalog kanallarının açık tutulması ve bölgesel bir konferans önerisi dile getiriliyor. Bu, caydırıcılık ile uzlaşmacılığı birlikte kullanan esnek bir stratejiye işaret ediyor.
Erdoğan’ın 2053 net sıfır emisyon hedefi, sıfır atık hareketi ve dijital alanda çocuk haklarına yönelik yeni bir sözleşme çağrısı, Türkiye’nin sadece jeopolitik aktör değil, aynı zamanda küresel yönetişim süreçlerine katkı sunan bir aktör olmak istediğini gösteriyor.
New York’ta gerçekleşen görüşmeler, Türk-Amerikan ilişkilerinde gerilimli yılların ardından daha yapıcı bir dönemin başladığına işaret ediyor. Erdoğan’ın Trump yönetimiyle geliştirdiği kişisel diyalog, iki ülke arasındaki stratejik gündemin yeniden canlanmasına zemin hazırlıyor.
100 milyar dolarlık ticaret hacmi hedefi, savunma sanayiinde ortak üretim projeleri ve NATO içinde işbirliğinin güçlendirilmesi gibi adımlar, ilişkilerin “kriz yönetimi” safhasından “stratejik koordinasyon” safhasına geçtiğini gösteriyor.
Bu tablo, Türkiye’nin özerk bir dış politika çizgisini korurken, Batı ittifak sisteminin parçası olmaya devam ettiğini kanıtlıyor. Ankara, hem Moskova hem Washington’la temas kurabilen bir “denge aktörü” olarak konumunu pekiştiriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ve BM temasları, Türkiye’nin dış politikada iki temel hedefi aynı anda yürüttüğünü gösteriyor: kendi ulusal çıkarlarını korumak ve uluslararası sistemde daha adil bir düzen için ses yükseltmek.
Bu yaklaşım, Türkiye’yi yalnızca bölgesel bir aktör değil, küresel ölçekte söz söyleyen ve çözüm önerileri geliştiren bir ülke haline getiriyor. Erdoğan’ın 80. Genel Kurul konuşması, bir dış politika beyanı olmanın ötesinde, 21. yüzyılın uluslararası düzeni için önerilen bir vizyon metni niteliği taşıyor.
Türkiye, krizlerle şekillenen bu dönemde hem barış girişimlerine öncülük ediyor hem de uluslararası sistemin daha adil, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşması için çaba gösteriyor. Bu çaba, “Türkiye Yüzyılı” vizyonunun en önemli dış politika boyutunu oluşturuyor.
Prof. Dr. Zakir AVŞAR / Haber7
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol