İsrail’in Uluslararası İzolasyonu

  • GİRİŞ26.09.2025 08:43
  • GÜNCELLEME26.09.2025 08:43

Son yıllarda Gazze’de yaşanan ağır insani kriz, yalnızca bölgesel bir çatışma olarak değil, aynı zamanda uluslararası vicdanın sınandığı bir küresel mesele olarak ortaya çıkmaktadır. Filistin’de yaşanan kitlesel sivil kayıplar, altyapının sistematik biçimde tahrip edilmesi ve temel insani ihtiyaçların karşılanamaz hale gelmesi, devletlerin, uluslararası örgütlerin ve kamuoyunun sessiz kalamayacağı bir eşiği aşmıştır.

Uluslararası toplumun krizlere verdiği tepkiler çoğunlukla siyasi ve diplomatik düzeyde görülür. Ancak İsrail’in Gazze’deki soykırımı karşısında yalnızca diplomatik tepkiler değil, kültürel ve ekonomik boykot çağrıları da giderek yükselmektedir. Eurovision Şarkı Yarışması gibi popüler kültür alanlarında başlayan tartışmalar, aslında uluslararası sistemde “yumuşak güç” araçlarının nasıl bir baskı unsuru olarak devreye sokulduğunu göstermektedir. Benzer şekilde uluslararası spor müsabakalarında da boykot ihtimalleri dillendirilmekte, bu durum uluslararası izolasyonun yalnızca devletlerarası ilişkilerde değil, toplumlar arası etkileşim düzeyinde de işlediğini göstermektedir.

Bu eğilimin en görünür örneklerinden biri Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşanmıştır. İspanya’nın devlet yayıncısı RTVE, 2026’da yapılacak yarışmaya İsrail’in katılımı durumunda çekileceğini açıklamış; Hollanda, İrlanda, Slovenya ve İzlanda gibi ülkeler de benzer bir tutum sergilemişlerdir. Böylece, daha çok eğlence ve kültürel diplomasi platformu olarak bilinen Eurovision, uluslararası vicdanın yüksek sesle dile getirildiği bir sahneye dönüşmüştür. Eurovision örneği, popüler kültürün yalnızca estetik bir faaliyet olmadığını, aynı zamanda uluslararası sistemde ahlaki ve politik bir baskı aracına evrilebileceğini göstermektedir.

Benzer bir süreç spor alanında da şekillenmeye başlamıştır. Henüz somut kararlar alınmasa da, çeşitli ülkelerdeki spor federasyonları ve kamuoyunda İsrail’in uluslararası müsabakalara katılımının meşruiyeti tartışılmaktadır. Olimpiyat Oyunları, futbol turnuvaları veya basketbol ligleri gibi küresel ölçekte görünür organizasyonlarda İsrail’in dışlanması ihtimali, uluslararası prestijine yönelik ciddi bir darbe anlamına gelecektir. Bu noktada sporun sembolik gücü hatırlatılmalıdır: Güney Afrika, apartheid döneminde uluslararası spor müsabakalarından dışlandığında bu durum, rejimin meşruiyet kaybını hızlandıran en önemli unsurlardan biri olmuştu.

Kültürel ve sportif boykotlar, ekonomik yaptırımlardan farklı olarak doğrudan hükümetlerin değil, toplumların vicdanının yansıması niteliğindedir. Bu yönüyle, sivil toplum örgütlerinin, sanatçıların, sporcuların ve kitlelerin baskısı, devletlerin aldığı resmi kararları tamamlayıcı bir işlev görmektedir. İsrail’in kültürel ve sportif platformlardan dışlanması, yalnızca hükümetlerin kararlarına değil, aynı zamanda halkların vicdani reflekslerine dayanan bir izolasyon sürecinin habercisidir.

Avrupa Birliği ve Ekonomik Yaptırımlar

Avrupa Birliği’nin tepkisi, önceki dönemlerdeki temkinli söylemlerden farklı olarak, artık somut yaptırım kararlarına evrilmiştir. AB Komisyonu’nun açıkladığı paket ile İsrail’e yönelik ticari imtiyazların askıya alınması, yerleşim bölgelerindeki bazı aktörlere ekonomik kısıtlamalar getirilmesi ve belirli kişi ve kurumlara seyahat yasakları uygulanması, sürecin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bu tür yaptırımlar, yalnızca sembolik bir kınama olmanın ötesine geçerek, İsrail’in uluslararası ticari ve diplomatik ilişkilerini doğrudan etkileyen sonuçlar doğurmaktadır.

Avrupa Birliği, uluslararası hukuk çerçevesinde ekonomik yaptırımları uzun süredir bir baskı aracı olarak kullanmaktadır. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları sonrasında uygulanan kapsamlı yaptırımlar, AB’nin dış politikada kolektif hareket etme kapasitesini göstermiştir. İsrail’e yönelik atılan bu adımlar da, benzer bir uluslararası izolasyon stratejisinin başlangıcı olarak görülebilir. Ancak bu kez fark, yaptırımların yalnızca güvenlik veya enerji gibi çıkar temelli değil, aynı zamanda ahlaki gerekçelere dayandırılmasıdır.

Ekonomik yaptırımların etkinliği tartışmalı olsa da, uluslararası hukukta bu tür uygulamalar, devletlerin uluslararası normları ihlal eden davranışlarını sınırlamaya yönelik “barışçıl ama caydırıcı” araçlar arasında sayılmaktadır. İsrail açısından ise AB’nin bu adımları, sadece ekonomik maliyetler doğurmakla kalmamakta, aynı zamanda Avrupa kamuoyundaki meşruiyet kaybını derinleştirmektedir. Özellikle Avrupa’da güçlü Yahudi diasporasına rağmen bu tür yaptırımların kabul görmesi, Filistin meselesinin artık yalnızca bir dış politika konusu değil, aynı zamanda toplumsal bir vicdan meselesi haline geldiğini göstermektedir.

Bu süreçte dikkate değer bir husus da, AB’nin yaptırımlarının diğer aktörler tarafından nasıl karşılandığıdır. Birleşik Krallık, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin Filistin’i tanıma kararları, AB’nin ekonomik yaptırımlarını tamamlayıcı bir etki yaratmaktadır. Dolayısıyla İsrail, sadece Avrupa kıtasında değil, Batı dünyasının farklı coğrafyalarında da artan bir baskı ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu, İsrail’in uluslararası sistemdeki hareket alanını daraltmakta ve onu giderek daha yalnız bir aktör haline getirmektedir.

Filistin’in Diplomatik Tanınması ve BM’deki Gelişmeler

Filistin’in uluslararası statüsü, son yıllarda giderek daha fazla devletin tanıma kararlarıyla güç kazanmaktadır. Fransa, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Portekiz’in Filistin’i resmi olarak tanıdıklarını açıklamaları, yalnızca sembolik bir adım değil, aynı zamanda İsrail’in uluslararası arenadaki meşruiyetini sarsan bir gelişmedir. Tanıma, uluslararası hukukta devletlerin birbirini kabul etmesi anlamına gelmekte; bu kabul, Filistin’in diplomatik ilişkilerini derinleştirmesine, uluslararası örgütlerde daha güçlü bir temsil elde etmesine ve uluslararası hukuk mekanizmalarında taraf olabilmesine imkân tanımaktadır.

Birleşmiş Milletler sahnesinde de benzer bir eğilim gözlemlenmektedir. 80. Genel Kurul’da “Filistin rüzgârı” olarak nitelendirilebilecek güçlü bir atmosfer oluşmuş, çok sayıda devlet Filistin’in bağımsızlığına ve iki devletli çözüme destek veren konuşmalar yapmıştır. Genel Kurul kararlarının bağlayıcılığı sınırlı olmakla birlikte, bu tür deklarasyonlar, uluslararası normların oluşumunda ve kamuoyunun yönlendirilmesinde büyük önem taşımaktadır. BM sahnesinde yükselen Filistin desteği, İsrail’in giderek daha izole bir pozisyona itilmesine katkıda bulunmaktadır.

Bu noktada dikkat çekici olan husus, tanıma kararlarının yalnızca geleneksel olarak Filistin davasına yakın ülkelerden değil, Batı ittifakının merkezinde yer alan devletlerden gelmesidir. Bu durum, uluslararası ilişkilerde yeni bir kırılma hattına işaret etmektedir: İsrail’in güvenlik söylemi ile Batı dünyasının “evrensel değerler” vurgusu arasındaki çatışma giderek daha belirgin hale gelmektedir. Tanıma kararları aynı zamanda, uluslararası vicdanın devlet politikalarına yansımış somut tezahürleri olarak okunabilir.

Bununla birlikte ABD gibi İsrail’in en güçlü müttefiki olan ülkeler bu yönde bir adım atmamış, hatta birçok durumda süreci frenleyici bir rol üstlenmiştir. Ancak genel eğilim, uluslararası toplumda Filistin’in bağımsız devlet olarak kabul edilmesine doğru bir ivmenin oluştuğunu göstermektedir. Bu ivme, yalnızca diplomatik sahada değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve normatif düzen açısından da yeni bir dönemin kapılarını aralamaktadır.

 

Yorumlar1

  • msdos 10 saat önce Şikayet Et
    sadece müslüman ülkeler bile hava kara deniz yolunu israil pasaportu taşıyanların geçişine engellense israil pes ederdi
    Cevapla Toplam 5 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat