Gazze Ateşkesi Sonrası Mısır Zirvesi

  • GİRİŞ16.10.2025 09:28
  • GÜNCELLEME16.10.2025 09:28

Gazze, iki yıl boyunca yalnızca bombaların değil, sessizliğin de hedefi oldu. Uydu görüntülerinde griye dönen mahalleler, yerle bir olmuş hastaneler ve çadır kentlerde büyüyen çocukların gözleri, bir medeniyetin insani sınavını yeniden sorgulattı.

Uluslararası hukuk literatüründe “soykırım” nitelemesinin artık yalnızca tartışmalı bir terim değil, somut bir gerçeklik olarak dillendirildiği bu dönemin ardından, nihayet bir ateşkesin sağlanmış olması, yıkılmış bir coğrafyada yeniden nefes almanın ötesinde bir anlam taşıyor. Bu ateşkes, yalnızca silahların susması değil, insanlığın kendi suskunluğuna karşı direnişinin ilk işareti olarak okunmalıdır.

Mısır’ın ev sahipliğinde düzenlenen Gazze Barış Zirvesi, bölgesel diplomasinin belki de son on yılındaki en kritik buluşmalarından biridir. Washington’dan Ankara’ya, Paris’ten Riyad’a kadar uzanan bir diplomatik koridorun kesişim noktasında toplanan bu zirve, yalnızca Gazze’nin geleceğini değil, Ortadoğu’nun jeopolitik yönelimini, hatta küresel düzenin vicdani meşruiyetini yeniden tanımlama potansiyeli taşımaktadır. Zirvede ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el-Sisi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve bölgeden yaklaşık yirmi lider yer aldı. Böylesine geniş katılımlı bir zirve, Ortadoğu’da barışın yalnızca bölgesel değil, küresel bir uzlaşı mimarisi gerektirdiğini göstermektedir.
Ancak şu soru hâlâ geçerliliğini korumaktadır: Bu zirve, gerçekten kalıcı bir barışın temellerini atabilir mi, yoksa İsrail’i geçici bir sükûnete razı edecek diplomatik bir dekor mu olacaktır? Bu ikilem, bölgeyi yakından izleyen tüm gözlemcilerin zihinlerinde yankılanan en temel sorudur. Çünkü Ortadoğu tarihinde her “ateşkes” anı, çoğu zaman yeni bir çatışma döngüsünün başlangıcına dönüşmüştür. Barışın dilini konuşmak, çoğu zaman savaşı unutturmaktan çok, onu geçici bir sessizlik perdesiyle gizlemek anlamına gelmiştir.

Tarihsel ve Bölgesel Arka Plan

Filistin meselesi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sadece bir toprak ve kimlik mücadelesi değil, aynı zamanda uluslararası düzenin ahlaki kapasitesini sınayan en uzun soluklu kriz haline gelmiştir. 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla başlayan süreç, milyonlarca Filistinlinin yerinden edilmesi, mülteci kamplarının kalıcı hale gelmesi ve bölgeye sinen bir adaletsizlik duygusuyla şekillendi. O günden bugüne her diplomatik girişim bir umut dalgası yaratmış, fakat hemen ardından aynı döngüde tükenmiştir. Bu döngü, bir anlamda uluslararası toplumun barış üretme kapasitesinin sınırını da göstermektedir.

Oslo Anlaşması (1993), modern Filistin diplomasisinin en kritik dönemeçlerinden biriydi. Ancak vaat edilen iki devletli çözüm, uygulamada bir güvenlik mimarisine ve statüko politikasına dönüşerek, Filistin’in siyasal iradesini sınırlandırdı. 2000’li yıllarda İsrail’in güvenlik duvarları, yerleşim politikaları ve askeri operasyonları, Oslo’nun öngördüğü siyasi çerçevenin fiilen çöktüğünü ilan etti. Gazze, bu çöküşün somut sembolü haline geldi: kuşatılmış bir kent, izole edilmiş bir halk, uluslararası hukukun istisna bölgesi.
Bu tarihsel arka plan, yalnızca Filistin’in trajedisini değil, bölgesel dengelerin kırılganlığını da anlamak için anahtardır. Arap dünyası, 1970’lerden itibaren İsrail’le ilişkilerinde bölünmüş bir stratejik hattın içine girdi. Mısır, 1979’da İsrail’le yaptığı Camp David Anlaşması’yla “barış yapan ilk Arap devleti” olarak tarihe geçti. Ancak bu barış, Arap dünyasında “ihanet” olarak okunmuş; Kahire, bir yandan Washington’la yakınlaşırken diğer yandan Arap kamuoyundaki itibarını kaybetmiştir. Buna rağmen Mısır, sonraki tüm dönemlerde “arabulucu devlet” rolünü sürdürmüş, Filistin-İsrail hattında diyalog kapısının kapanmamasını sağlayan tek aktör olmuştur.

2000’li yılların ortasından itibaren Gazze’nin yönetiminin Hamas’a geçmesi, bölgesel dengeleri daha da karmaşık hale getirdi. Bu dönemde Türkiye’nin ve Katar’ın yükselen diplomatik profili, Filistin dosyasına yeni bir dinamik kazandırdı. 

Uluslararası sistemde ise ABD, çatışmayı “yönetilebilir kriz” olarak görme eğilimini sürdürdü. Washington’un her barış planı, aslında çatışmayı dondurmayı amaçlayan bir “kontrollü istikrar” projesine dönüştü. Avrupa Birliği ise söylem düzeyinde insan haklarına vurgu yaparken, sahada belirleyici bir politik güç sergileyemedi. Rusya ve Çin’in bölgeye artan ilgisi, yeni bir çok kutupluluk görüntüsü verse de, henüz barışa dair yapıcı bir vizyon üretmiş değiller.

Zirveye Giden Yol

Katar, hem Hamas üzerindeki nüfuzu hem de Batı ile kurduğu pragmatik ilişki sayesinde iletişim kanalı işlevi gördü. ABD ise, doğrudan sahaya inmektense “koordinasyon diplomasisi” stratejisini tercih etti. Trump yönetimi açısından bu ateşkes, hem “barış getiren lider” imajını pekiştirme fırsatı hem de İran karşıtı bölgesel dengeyi koruma aracıdır.

Bu noktada, tarih bize güçlü bir hatırlatma sunar: 2005 Sharm El-Sheikh Zirvesi. O dönemde de İsrail ve Filistin tarafları, yıllar süren şiddet sarmalının ardından Mısır’da bir araya gelmiş, dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arabuluculuğunda ateşkes ilan edilmişti. Ancak o umutlu başlangıç, İsrail’in saldırgan politikaları nedeniyle kısa sürede çökmüştü. Bugün toplanacak yeni zirve, o tarihte yarım kalan barış denemesinin yankılarını taşır nitelikte..

Zirveye giden bu süreçte Mısır, adım adım “diplomatik merkez” haline geldi. Mısır’ın motivasyonu salt arabuluculuk değildi; ülke, iç istikrarını pekiştirmek, Körfez’le ilişkilerinde denge kurmak ve bölgesel liderliğini yeniden tesis etmek istiyordu. Sisi yönetimi, bu zirveyle hem Arap dünyasında hem de küresel düzeyde itibar tazeleme arayışındadır.

Türkiye’nin Konumu 

Bu çerçevede Türkiye’nin yeniden devreye girişi dikkat çekicidir. Son iki yılda Ankara-Kahire hattında yaşanan diplomatik normalleşme, Mısır Zirvesi’nin mümkün hale gelmesini sağlayan unsurlardan biridir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zirveye katılımı, Türkiye’nin yalnızca Filistin davasına ahlaki destek sunan değil, aynı zamanda aktif diplomatik oyuncu konumunun göstergesidir. 

Ankara, iki yıldır süren insanlık dramı boyunca hem diplomatik hem insani cephede kararlı bir duruş sergilemiştir. Bu duruşun merkezinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistin davasına ilişkin tarihsel ve ahlaki hassasiyeti yer almaktadır. Erdoğan, Filistin meselesini hiçbir zaman konjonktürel bir dış politika dosyası olarak değil, adalet ve insan onuru temelinde bir ilke meselesi olarak değerlendirmiştir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin barış masasında yer alış biçimini de diğer aktörlerden ayırmaktadır.

Ateşkesin sağlanmasında Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın’ın üstlendiği rol, Türk diplomasisinin yeni yüzünü temsil eder niteliktedir. Kahire, Doha ve Washington arasında yürütülen temaslarda, Kalın’ın koordinasyonunda Türkiye’nin çok taraflı, diyalog temelli yaklaşımı dikkat çekmiştir. Diplomasi kulislerinde “ateşkes masasında Kalın imzası” ifadesi boşuna kullanılmamaktadır; bu, Türkiye’nin yalnızca sesini değil, etkisini de yeniden duyurduğunun sembolüdür. Ateşkes anlaşmasının imzalanmasının ardından basına servis edilen görüntülerde, arka planda İbrahim Kalın’ın yer alması, yalnızca diplomatik bir detay değil, güçlü bir mesajdı. O kare, Türkiye’nin artık krizlerin seyircisi değil, çözümlerinin mimarı olduğunun sessiz ama etkileyici bir ilanıydı. Kalın’ın o sahnedeki varlığı, gerçek manada dosta güven, düşmana ise korku verdi.

İbrahim Kalın’ın üstlendiği rol, çağdaş çatışma çözümü literatüründe “çok katmanlı arabuluculuk” modeline örnek teşkil edecek niteliktedir. Sessiz ama etkili bir diplomasi yürütürken, Ankara’nın geleneksel normatif dış politika çizgisi ile sahadaki gerçekliği uyumlu hale getirmeyi başardı. Bu yönüyle Kalın, modern Türk diplomasisinin “stratejik sabır” kavramını somutlaştıran bir figür haline geldi. Ateşkesin mimarisinde yer alan bu entelektüel imza, Türkiye’nin kriz yönetiminden barış inşasına geçiş sürecindeki diplomatik dönüşümünü de sembolize ediyor. 

Türkiye’nin yeni dönemde üstleneceği “garantör ülke” rolü, hem pratik hem de sembolik anlamda kritik bir eşiktir. Garantörlük, sadece güvenlik teminatı sağlamak anlamına gelmez; aynı zamanda barışın sürekliliğini, insani yardımların sürdürülebilirliğini ve Gazze’nin yeniden inşasının uluslararası denetime açık biçimde yürütülmesini teminat altına almak demektir. Türkiye bu noktada, hem teknik kapasitesi hem de bölgesel meşruiyeti sayesinde benzersiz bir konumda bulunmaktadır.

Cihad İslam YILMAZ

 

Yorumlar5

  • Tevfik 12 saat önce Şikayet Et
    Allah razı olsun güzel bir tespit teşekkür ederim
    Cevapla
  • ali Faturaöder 12 saat önce Şikayet Et
    Amerika'nın imzası olan bir barış anlaşması anlaşma falan değildir. Amerika İsrail'in kuruluşundan bu güne kadar hep arkasında durdu.ve duracak. o yüzden bu anlaşmanın pek bir önemi yok. İsrail bir süre sonra bir bahane bulup yine katliamına devam edecektir.
    Cevapla
  • Değer miNETÖ için 12 saat önce Şikayet Et
    İsrail'den soykırım tazminatı için dünyanın her yerinde Filistin lilerin, USA, Almanya, İsrail ve ona silah veren ülkelere soykırım ve ortaklığından dava açması için özel mahkemeler kurulmalı. Türkiye bu işi başlatıp, tüm İslam örgütü ve Avrupa'daki ülkelerde çalışma başlatmalı.Ayrıca ucm nin soykırım suçludunu ülkesinde tutuklamsyan not edilip ilerde yargı yaptırımına tabii olacağı ilan
    Cevapla
  • Acil komisyon 12 saat önce Şikayet Et
    Derhal uluslararası insan hakları ve soykırım komisyonu kurulup, Filistin ve parçası Gazze'deki vahşi katliamlar ortaya çıkarılıp raporlanmalı. Trump ve İsrail e bu iş bırakılırsa delilleri yok etmek için hemen enkaz kaldırma işine geçerler. İzin verilmemeli.
    Cevapla
  • Resul 56 14 saat önce Şikayet Et
    Cihad Hocam tesbitleriniz teşekkür ederiz. Türkiyeyi bundan sonra hem sahada hemde masalarda göreceğiz inşallah.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat