Amerika geçmişini yeniden izlerken…
- GİRİŞ22.10.2025 08:54
- GÜNCELLEME22.10.2025 09:31
Amerikan sinemasının en klişe öğelerinden biri, film sırasında geçmişe yapılan referanslarda kullanılan “Bir zamanlar…” kalıbıdır. Bu ifade ekranda belirdiğinde, izleyiciye tarih ile masal arasında kurulacak bir bağın işareti verilmiş olur. Bazen bir tarihsel arka plana, bazen ise bir döngüye işaret eder yönetmen. Sergio Lenone Once Upon a Time üçlemesi ile belki de bunun ulaştığı en yüksek noktadır. Nostaljik bir anlatı ile Vahşi Batı ve Amerikan Mafyasını bile romantize etmiştir.
Amerika özelinde, bu klişe aslında siyasetten sosyolojiye birçok alanı da ciddi bir şekilde etkilemiştir — özellikle de kriz anlarında. Böyle anlarda “Bir Zamanlar Amerika”, bir film klişesinin ötesine geçerek siyasi bir sembol, bir slogan, bir temenni, bir hedef hâline dönüşürken; daha riskli bir biçimde, siyasi analizlerin de temelini oluşturabiliyor. Melankolik milliyetçilik ve fazlasıyla romantize edilmiş geçmiş yerini agresif tarihsel hesaplaşmaları ve aşırıcı hayaletleri uyandırmaya bırakabiliyor.
Amerika’daki krizli dönemlerin ortak bir özelliği kriz ile ilgili yapılan tarihsel analojilerdir. Büyük bir gelişme oldu mu en kolay yol tarihi bir benzerini bulup karşılaştırma yapmaktır. 2008 krizinin patlak vermesinden hemen sonra herkes 1929’daki Büyük Buhran ile paralellikler üzerinden yorum yapmaya başlamışlardı. Kriz boyunca iktisat tarihçilerinin birçoğu 29 krizinin ortaya çıkmasına neden olan sebepler ile 2008 yol açan sebepleri araştırmaya çalışırken ekonomik analistler de sürekli olarak bu iki krizin sonucunun ne olabileceği konusunda yorumlar yapmaya çalıştılar.
Bu sırada diğerleri de iki krizin ortaya çıkarabileceği sosyolojik dinamikler ve siyasi hareketlenmeler hakkında konuşmaya başladı. İşin ilginç yanı, hem krizi kucağında bulan Obama’nın seçtiği ekonomik danışmanların hem de dönemin Amerikan Merkez Bankası başkanının akademik uzmanlık alanlarının Büyük Buhran olmasıydı. Bunun da etkisiyle Obama, konuşmalarında sık sık 1929 krizine vurgu yaptı. Dahası, 2008 ekonomik krizinin neden ortaya çıktığını araştırmakla görevlendirilen Kongre Komisyonu’nun da en çok altını çizdiği unsurlardan biri, Büyük Buhran’ın ortaya çıkışı sırasında yaşananlardı.
Krizin derinliğinin kendini gösterdiği bir noktada herkes, bir şekilde tarihsel paralelliklere sığınmak istemişti. Olayı anlamak isteyenler için en kestirme yol, tarihsel olarak yapılan hatalar ve bunların sonuçları üzerine odaklanmaktı. İktidarı övmek isteyen de, yermek isteyen de tarihsel referansların peşine düşmüştü.
Bunun bir benzeri bugünlerde Amerika’da yaşanıyor. Her ne kadar bazılarına göre tam anlamıyla bir kriz olmasa da, Amerika’da bugün yaşananlar düşük yoğunluklu bir tektonik hareketlenme aslında. Başkan Trump ile başlamayan, ancak Trump’ın ilk döneminde adı konulmaya başlayan ve bir türlü tam olarak patlak vermeyen bir içten yanma durumu söz konusu. Bugünlerde artık bu sürecin en kritik noktasında Amerika.
Son onbeş yıldır, federal devlete duyulan güvenin ortadan kalkmasıyla başlayan bu süreç, toplumun kutuplaşmasıyla daha da ciddi bir boyuta dönüştü. Önceleri adı konulamayan bir “yeni Amerika” olduğu sanılan bu dönem, sonrasında yeni bir sosyal mutabakat olmadığı fark edilince “birleşik devletlerin bölünmüş hali” olarak anılmaya başladı. Bu sırada akademisyeninden siyasetçisine, gazetecisinden analistine kadar hemen herkes bu durumun sonuçlarının ne olacağı konusunda bir şeyler söylüyor. Kimilerine göre Amerika, yaratıcı bir yıkım sürecinde; kimilerine göre ise yaşananlar, emperyal anlamda bir küresel güç olarak Amerika’nın sonunu işaret ediyor. En temkinliler ise hâlâ “henüz bir şey söylemek için erken” diyor.
Son iki üç haftadır Amerika’da yaşanan gelişmeler aslında bu durumun en güzel örneği. İlk olarak geçtiğimiz hafta yeniden başlatıldığı düşünülen ticaret savaşları var. Şimdilik piyasalar bunu Trump’ın sosyal medya hesaplarından takip ediyor. Çin ile yaşanan gerilim haricinde, Rusya’ya uygulanmak istendiği düşünülen yaptırımlar, nadir toprak elementleri konusunda yaşanan gelişmeler ve IMF toplantısı sırasında ortaya konulan kaygılar ekonominin geleceği konusunda ciddi endişeler ortaya koyuyor. İlk dönemlerin aksine artık öngörülemezlik bilinçli bir strateji olarak görülmüyor. Trump’ın başlatıp ertelediği sonrasında vazgeçtiği tarife savaşları ve başta müttefik olmak üzere birçok ülkeyle içine girdiği ticari gerginlikler artık bir rutin olarak görülmeye başladı.
Hemen hemen her sektörde Trump yönetiminin ekonomi politikasının ne olduğunu anlama konusunda yaşanan zorluk var. Durum böyle olunca ilk adres yeniden tarihsel referanslar oluyor. Ekonomik korumacılık ve tarife savaşları dendi mi olaydan kaygı duyanlar için tarihsel paralellik olarak en çok 1930’larda uygulanan ticari korumacılık çabaları akla geliyor. Trump için de durum farklı değil. O da tarihsel örnekleri en önemli araç olarak görüyor. Tarife savaşlarını ekonomi politikalarının merkezine koymuş olan Başkan McKinley gibi tarihsel karakterlerin portrelerini Beyaz Saray’a koyarak da bu pozisyonunun altını çiziyor. 1930 dönemini referans gösterenler, ticaret savaşlarının ABD ekonomisine ne kadar zarar vereceğini savunurken; daha önceki ticaret savaşlarına odaklanan Trump ve çevresi, buradan bir başarı hikâyesi çıkabileceği sinyali veriyor.
Aynı şekilde geçtiğimiz hafta sonu tüm Amerika çapında gerçekleştirilen No Kings Day protestoları sonrasında yapılan yorumların birçoğunda da tarihsel referanslar ağırlık merkezindeydi. ABD’de toplumsal kutuplaşmaların uzun ve karmaşık bir tarihi olması bunu daha da kolaylaştırdı. Protestolar sırasında iki taraf arasında yaşanan gerginlikler ve sosyal medyada yapılan atıflar aslında gelinen kutuplaşmanın ciddi bir boyuta ulaştığını gözler önüne serdi. 1861-1865 arası yaşanan iç savaştan- hatta daha da öncesinden- bu yana kutuplaşma ABD’de çok sık ortaya çıkan bir olguydu. En son bu çapta belki de Vietnam Savaşı karşıtlığı ve Sivil haklar temelinde gerçekleşmişti.
Fırtınalı 1960’lar ve 1970’ler yeniden birçokları için tarihsel anlamda geçtiğimiz hafta sonu yaşananları anlatma çabasının bir parçası oluverdi. Trump taraftarları için protestolar, “Amerika’dan nefret edenlerin” eylemlerinden ibaretti; ülkenin çıkarlarına ve değerlerine yönelik bir saldırı izlenimi taşıyordu — tıpkı 1970’lerde yaşanan protestolar ve bayrak yakma olayları gibi. Trump’I destekleyen analistlere göre o dönemde Soğuk Savaş atmosferini anlamayan naif liberallerin yaptığı gibi şimdi de Amerika’da en önemli dönüşüm yaşanırken aynı kitleler peşine sürüklediği farklı kesimlerle bu dönüşümü geciktirmeye çalışıyordu. Trump karşıtları için ise yaşananlar eşine tarihte rastlanabilen bir siyasi uyanış hareketiydi. ABD’de benzer krizler ve hükümetin uyguladığı nobranlıklar hep kitleleri hareketr geçirmişti. Tıpkı 1970’lerde federal devlete ve başkana güvenin azaldığı, muhalefetin etkisiz kaldığı bir dönemde vatandaşın ipi yeniden eline alması gibi Amerikan halkı yeniden tepkisini sokaklarda gösteriyordu.
Bu tarihsel analojiler, bir yandan meselenin hissedilmesi için uygun bir zemin oluştururken; diğer yandan yaşananların tam olarak anlaşılmasının da önünü kapatıyor. Analizlerdeki tarihsel indirgemecilikler, yeni dönemin ortaya çıkardığı bazı sorunların derinlemesine kavranmasını ve tartışılmasını zorlaştırıyor. Amerikan ekonomisinde yaşanan güven bunalımı, altının aşırı değer kazanması, merkez bankası politikaları üzerinden hararetlenen tartışmalar ve Çin gibi Amerika’nın rakip olarak gördüğü ülkelerin attığı adımlar, aslında tarihsel analojilerin ötesinde bir analiz gerektiriyor.
Meseleyi yalnızca ticaret savaşlarına indirgemek isteyenlerin, uzun vadede küresel ölçekte ülkeye duyulan güveni hiç olmadığı kadar zedelediği yeterince fark edilmiyor. Dahası, teknolojik anlamda yaşanan tarife savaşlarının tam olarak neyle sonuçlanacağı üzerine de sağduyulu ve kapsamlı bir tartışma ortamı henüz ufukta görünmüyor. Seçmeni 1929 Buhranı ile korkutmak ya da ticaret zaferleri ile umutlandırmak ise, mevcut koşullarda yaşananları hem iktidar hem muhalefet açısından fazlasıyla basitleştirmekten öteye geçemiyor.
Aynı şekilde, toplumsal kutuplaşmanın 1970’ler özelinde bir tartışmaya hapsedilmesi, ABD’de son yıllarda ortaya çıkan toplumsal fay hatları konusunda da sosyal indirgemeciliğe yol açıyor. Her ne kadar ABD tarihinde toplumsal bölünmeler sıkça yaşanmış olsa da, yeni dönemin ortaya çıkardığı yeni tartışmalar, yeni kimlik nosyonları ve yeni hassasiyetler dikkat çekiyor. Yalnızca son seçimler sırasında kadın ve erkek seçmenlerin oy verme davranışları arasındaki derinleşen farklılık bile, meselenin ne kadar çok yönlü ve katmanlı olduğunu açıkça gösteriyor.
Her ne kadar bazen tarihsel hayaletleri uyandırmak Amerika gibi ülkelerde hem krizleri anlamlandırmak hem de onlar üzerinden siyaset yapmaya çalışanların işini kolaylaştırsa da kitlelerin tam olarak yaşananları anlamasını zorlaştırabiliyor. ABD’de yaşananların her anlamda tarihi gelişmeler olduğu konusunda artık bir tartışma yok. Dahası ABD’de yaşananların tüm dünyayı da dönüştürebileceği konusunda ortaya çıkan güçlü bir ihtimal de bulunuyor. Ancak bunun sadece tarihi referanslarla anlaşılamayacağı da açık bir gerçek.
Son iki haftadır ekonomi ve toplumsal hareketler üzerinde yapılan tartışmalar ve tarihe sığınma çabaları Amerika’da yaşananların sebep ve sonuçları konusunda daha ciddi bir tartışma yapılmasının gerekliliğini ortaya koyuyor. Mark Twain’e atfedilen bir sözde olduğu gibi tarih çoğu kez kendini tekrar etmiyor sadece kafiyeli de konuşabiliyor. Belki de Amerika’nın çıkmazı bugün kendi geleceği ile yüzleşmek yerine bu ezbere kafiyeyi fazlasıyla tekrar etmeyi tercih etmesi.
Doç. Dr. Kılıç Buğra Kanat - Haber7
Yorumlar3