Olmak ve Yapmak Üzerine
- GİRİŞ10.11.2025 09:02
- GÜNCELLEME10.11.2025 09:02
Sanırım 2012 yılında Mısır’da başlayan toplumsal olayların ertesi yıl daha da ivmelendiği bahar aylarıydı. Tahrir Meydanında ve başka bazı büyük şehirlerde toplumsal olaylarda atılan sloganlar arasında Türkiye sloganları da vardı. Heyecanlı bir dostum ile konuşurken “Dostum Tahrir’de Türkiye sloganları yükseliyor. Türkiye ne yapmalı sence?” diye sordu. Aslında o dönem Mısır konusunda yoğunlaşmıştık.
Zihinsel olarak Mısır’da cereyan eden olaylar, kişiler, olayların bölgesel etkileri ile meşguldük daha çok. Türkiye olarak çok iyi gittiğimize inanıyor, büyük hayaller de kuruyorduk. Bölgede büyük etkimiz olduğuna dair kesin yargılarımız vardı.” O yüzden, bu hayallerimize ve düşüncelerimize uygun bir cevap bekliyordu benden.
Doğrusu ben de öyle cevap verme eğilimindeydim. Ama ağzımdan gayrı ihtiyari “Bir şey yapmaktan daha önemli ve öncelikli olan husus bir şey olmaktır.” sözleri çıkıverdi. Dostum da şaşırdı. “Bu nasıl bir cevap?” dedi. “Bize yönelmiş bir teveccühün olduğunu basın yazıyor, devlet ricali söylüyor. İşte önümüzde bizi bekleyen Ortadoğulu toplumlar, milletler var. Hemen sınırımızdan dışarı çıksak kadim şehirleri fethetmek işten bile değil!”
O dostuma Mehmet Emin Zeki Bey’in vurgusuyla “Siyasi bilgelik, akıl ve fikriyle yönetim icra etmek” gibi hususları anlattım. Önce “olmak” sonra “yapmak” gerekir dedim. Bu olumlu dalgalanmanın kabul edilebilir bir liderlik, bunu taşıyacak bir kapsamlı devlet ve millet kapasitesi olması gerektiğini, vs söyledim. İşte yazının başlığını o müteheyyiç dostumla yaptığımız o konuşmadan aldım. Tabi ki bu vurgulamam Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” ya da Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım!” sözleri düzeyinde bir ontolojik sorunsal içermiyor. Daha alt düzeyde bir zihinsel düzeyi, bir formasyonu ve tekamülü içeriyor. Ancak, bu sözlerden tamamıyla bağımsız ya da ilişkisiz değil.
Çünkü, en basit bir varlıktan en büyük ve karmaşık varlığa kadar herşey önce “olmak” ile vücuda gelirler. “O (cc) ol der ve herşey olur”. “Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur.” (Yasin/ 82). Bir kere varlık yaratıldı mı, o varlık bahşedilmesinden dolayı bizatihi bir sevinç, sürur, hareket, tekamül ve fiiller neşet eder. Yasin Suresinde ifade edilen bu olmak ve yaratılmak süreçleri de yine en üst düzey varlık sorunsalının parçalarıdır. Bu yazıya konu teşkil eden işte “olmak meselesinin” bir alt formasyonu olarak kastettiğim hayat dairemiz içinde “olmaktır”. İnsanın kendi iradesi, tercihleri ve bunlardan doğan fiilleri ile olmaktır.
Tarihi süreç içinde hiçbir topluluk veya millet yoktur ki, kendi iradesi ve tercihleri ile olgunlaşmadan tarih sahnesinde büyük işler yapmış olsun. Bireyler ve toplumlar özgün karakterleri ile yükselmeden, adeta kendilerini inşa etmeden dünya gücü haline gelemezler. Önce bütün zamanın toplulukları ötesinde ve üzerinde bir varoluş sürecini yaşarlar. Kendilerinin zaaflarını, hastalıklarını,kusurlarını ıslah etme iradesini gösterirler, kendilerini en üst düzeyde gerçekleştirmeye adarlar, ancak bundan sonra kendilerine ve çevrelerini değiştirme kudretli verilir ya da o kudrete sahip olurlar. Nitekim Kuranı Kerim’de. “…Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez…” (Rad/ 11) buyurulmaktadır. Bu hüküm ve hikmetten olsa gerek tekamüle giden yol gibi fesada ve yok oluşa giden yol da toplumların kendi iradeleriyle tercih edilmektedir. Öyle toplumlar vardır ki, sözleriyle iyiye ulaşacağız diye diye iradi ve devamlı kötülükleri nedeniyle korkunç bir hızla yok olmaya ve dağılmaya koşup gitmişlerdir.
Şeyh Edebalı’nın Osman Han'a nasihati bir anlamda ilahi hükümlerin yorumu gibidir: “Ey Oğul! Beysin! “ dedikten sonra “Ne olması gerektiğini” başta söylemektedir. Bu olması gerekenler başkalarına değil, Osman Han’ın bizatihi şahsına, kendi omuzları üzerine ve nefsine yüklenmiştir: “Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. “
Nasihatin ilerleyen kısımlarını okudukça “Olmak meselesinin daha da berrak hale getirildiğini görmekteyiz: “En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.
“ Nefsi tanımanın en temel gayesi “İnsanın kendini gerçekleştirmesi için tekamül ya da ıslah ettirilecek yönlerini bilmektir.” İnsan ancak kendini tanıyarak, kendini inşa ederek, insani meziyetlerinde yükseklere çıkarak büyük insan olabilir. Bu mesele insanın kendi içindeki kendi iç meselesidir. Eğer bu bir toplum boyutunda olursa bir toplumun kendi içindeki kendi iç toplumsal meselesidir. Bu yüzden, nitelikli insanlar ve toplumlar dürüstlüğü, adaleti, merhameti, bağışlamayı, vs başkalarından beklemezler; bunları bizatihi kendi omuzlarına ve nefislerine yüklerler. Oscar Wilde’ın zekasını yansıttığı, döneminin toplumunu eleştirdiği sözünün tersini yapar nitelikli insanlar: “Sorumluluk hep başkalarına yüklediğimizdir.” Erdemli insanlar ama özellikle de Erdemli yöneticiler sorumluluğu hep üstlenirler: sorumlulukta ve adaleti sağlamakta her ne pahasına olursa olsun bireysel inisiyatif sahibidirler… İnsanın bireysel tekamülü için Gazali “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır” demiştir. Ancak, toplumun tekamülü için alimlerce bunun tersi önerilmiştir. Delil olarak şu ayet merkezi bir yer tutmaktadır: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah (Allah'ın Elçisi) en güzel örnektir (Usve-i hasene).” (Ahzab/ 21). Bugün yaptıklarımızın ne kadar da aşırı uçta olduğunu görebiliyor muyuz?Olduktan sonra ise yapmak meselesi gelir. Bunu da Osman Gazi Han’ın oğlu Orhan’a nasihatinin manzum ifadesinden okuyalım (Bu manzum hitap, her ne kadar Osman Han’ın (1258- 1326) ağzıyla ve aklıyla söylenmiş gibi ise de muhtemelen o dönemin ruhunu ve heyecanını yansıtan ortak bir hayalin sonradan düzenlenmiş halidir. Bir anlamda siyasi vasiyettir.)
“Gönül kerestesiyle bin Yenişehir ü bazar yap Zulm eyleme rençberlere her ne dilersen var yap. Eski Yenişehri bari İnegöl’e dek hep varı Kırıp geçirip ağyarı Barsa’ya dek yık tekrar yap.
……….
Osman Ertuğrul oglısun Oğuz Karahan neslisün Hakkun bir Kenter kulısun İslambolı aç gülzar yap”. Kanaatimce bu iki “Siyasi Nasihat” arasındaki hiyerarşi ilgi çekicidir: Kurucu Han’a hitap edilen birincisinde “olmak”, ikincisinde ise “yapmak” vardır. Tabi ki iki nasihat şahıslara hitaben yapılmış gibi görünse de aslında devletin organizasyon ve hukukuna, siyasi ve sosyal hedeflerine, vs matuf bir kurumsal devlet belgesidir. Olmak ve yapmak üzerine en güzel tarihi anekdotlardan biri Yavuz’un Mısıra fethe giderken (1517) Akdeniz’in narenciye bahçelerini geçtikten sonra yaşandığı söylenen bir olayla ilgilidir. Portakal bahçelerinin boylu boyunca uzandığı şehirlerden geçtikten sonra padişah güya hastalanır (!). Hekimbaşı hastalığını teşhis eder, hastalığın tedavisinde portakal yemesinin yararlı olacağını söyler (!). Ancak, askerin tayınında portakal yoktur. Hekimbaşının tavsiyesiyle askerin tayını aranır, askerlere sorulur. Ancak, portakal bulunamaz. Bunu Yavuz’a arz ettiklerinde, Allah’a şükreder ve ben bu orduyla Mısır’a fethe giderim” der. Bu tarihi olayın da “faslına” bakmayı tercih etmişimdir.
Maddi ve Somut Çerçevede Olmak ve Yapmak
“Olmak” ve “yapmak” kavramlarını maddi süreçlere uyguladığımızda da hiyerarşi değişmemektedir. Hatta “olmak” kavramında daha da yoğunlaşmak esastır. Nisa/136. Ayetindeki “Ey iman edenler iman edin (inanın)…” hükmünü meal yazanlar “imanınızda sebat edin, gerçekten iman edin, inanın, hakkıyla inanın” gibi mana vermişlerdir. Anlıyoruz ki, önce olmak sonra da yapmak söz konusudur. Hatta bizatihi olmanın içinde bir yapmak manası ve fonksiyonu mündemiçtir. Meseleyi bireysel ve toplumsal tekamülden siyaset ve güç alanına taşıdığımızda aynı hiyerarşiye uymak rasyonel düşünmenin gereğidir. Ne yazık ki, sık karşılaştığımız sorunlar “olmak” ile “yapmak” kavramları hiyerarşisinin tam anlaşılmamasından kaynaklanan sorunlardır. Yapmak için yeterli hazırlığımızın, gücümüzün olmadığını ifade ettiğimizde, yapılmasını istemiyorsunuz ithamlarıyla karşı karşıya kalıyoruz bazen. Bu muhataplarımıza iki kavramı ve iki kavram arasındaki ilişkiyi ve farkı tam aktaramadığımızın bir göstergesidir. Olmak dediğimizde sahip olduğumuz güç/ birikim/ donanım kastedilmektedir.
Yapmak ise sabit güç/ birikim / ve donanımın aksiyona dönüşmesidir. Tarihte ve gerçek olguların müşahedesinde gördüğümüz şudur ki, belirli bir seviyede olan güçler ya bütün varlık ve birikimlerinin doğal halleriyle ya da siyasi, askeri ve ekonomik kararlarıyla genişleme, büyüme tasarrufunda bulunmaktadırlar. Yani büyüyen güç formasyonuyla davranmaktadırlar, gerekli olan tüm eylemleri yapmaktadırlar. Mesela belirli bir çekim gücü oluşturan güçler çoğunlukla savaş yapmadan savaşlar kazanmakta, ittifakların çekim gücü olmakta, ticaret ağlarının merkezi olmaktadırlar. Bu dolunayın çekim gücünün artması gibi bizatihi “olmanın” tahrik ettiği harekettir, güçtür, sabitmiş gibi görünen varlığın dinamizmidir.
Bu meselenin farkında olmak her aktör için önem taşımaktadır. Mesela günümüz rekabet ve savaş politikalarında kendi gücümüzü bilmek kadar rakip aktörlerin gücünü bilmek de önemlidir. Eğer rakip güç özgün bir bilimsel, teknolojik ve organizasyonel kapasiteye sahip ise gerilim ve rekabetten kaçınılmaktadır. Özellikle ekonomik alanda rakip şirketler kendi öz güçleri ve Ar-Ge departmanlarıyla üretim yapıyorlarsa onların ürününden daha iyi bir ürün üretimi yapılmadan rekabete girilmemektedir. Savaşın kahramanlık sayıldığı yüzyıllarda bile İstanbul’a serhat boylarından “Alaman tüfeklerinin menzilinin daha uzun oluşu” şikayetleri gelmeye başlamıştır. Artık Barbaros’un “Düşman toplarının gülleri bizim gemilerin önüne düşüyordu” dediği çağ geride kalmıştır. Hatta Lepanto’da (İnebahtı) 1571’de Kutsal İttifak Armada’sının toplarının menzili daha uzundur. Preveze Deniz Savaşının 1538’de kazanıldığını düşünürsek, 33 yıl içinde denge değişmiştir ya da bu tarih aralığı kritik bir aralıktır. Ayrıca bu durum değişimin nasıl da büyük bir dinamizme sahip olduğunu göstermektedir. Şaşılacak olan bu dinamizmin olması gerektiği gibi idrak edilememesidir.
Bu bağlamda, güncel bir öneride bulunmak gerekirse, savunma sanayii de dahil olmak üzere bütün üretim sektörlerimizde kurumsal yetkinlik, üretim kalitesi, rekabet kapasitesi açısından mukayeseli yaklaşımlarımız olmalıdır. Yani bu alanlarda ekonomik ve üretim istihbaratına önem vermeliyiz. Daha da önemlisi bu istihbarat verilerinin analizi, değerlendirmesi ve yorumlanması için yetkin kadroların olmasına çalışmalıyız. Özellikle devletin dış siyasetinde ve askeri sınamalarında karar mercii olan devlet adamlarını doğru ve gerçekçi bilgilendirecek yetkin teknik ve istişari bürokratik arayüzün varlığı zorunludur. Zira burada bir kapasite ya da oran takdirindeki eksiklik hayati derecede olumsuz sonuçlar doğurabilir. Pakistan- Hindistan Savaşında uzun menzilli Çin füzelerinin Pakistan uçaklarında kullanılması Hindistan gibi bir askeri gücü utanç verici kayıplara maruz bırakmıştır. Herhalde birçok okurumuz Sinop faciasında (1853) bizim top menzilimizin dışından koskoca donanmamızı uzun menzilli toplarıyla batıran Rus donanmasının zaferini hatırlayacaklardır. Özellikle savunma sanayiindeki öngörü eksikliklerinin yarattığı tahribatın sınırları bilinmemektedir.
Zikrettiğimiz yetkin teknik ve istişari bürokratik arayüzün eksikliği tarihimizde büyük facialara neden olmuştur. İnebahtı (1571) bu arayüzün sistemsel olarak iptali, 2. Viyana Muhasarası ve hezimeti (1683) ise arayüzün makam sahibinin iradesiyle iptali nedeniyle yaşanan büyük ve yön değiştirici yenilgilerdir. Balkanlar’dan çıkmamızı netice veren 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşında (93 Harbi) “Biz Rusları yenebiliriz” algısını dillendiren merkez bürokrasisinin tutumunu ibretle hatırlatmak isteriz.
Bazen kişisel olarak Bilge Kaan’ın veziri Tonyukuk’u (648-726), Melikşah’ın baş veziri Nizamülmülk’ü (1018- 1092), Yavuz’un büyük dönemeçlerde önemli bir kılavuzu görevini icra eden nihayet baş vezirliğini yapan Piri Mehmet Paşa (1548- 1532), Kanije’de unutulmaz ve kapsamlı bir destan inşa eden Tiryaki Hasan Paşa (1521- 1611) gibi oyun değiştirici büyük devlet adamlarını özlüyorum. Elbette ki, bu özlediğim büyük insanların önünü açan, fikirlerine müracaat eden büyük liderlerini de hatırlatmak gerekir.
Olmak ve Yapmak Matriksi
Olmak ve yapmak üzerine farklı ihtimaliyat hesapları ve senaryolar üzerinde de durmak gerekir. Tarihteki her olay ne yazık ki değişmez rasyonel hesaplamalara ve kararlara göre cereyan etmemektedir. Çok sayıda doğru karar ve tutum olduğu kadar aksi de mümkündür. Bu olayların analizinde ve değerlendirilmesinde yapılan hatalar eş zamanlı idrak edilemediği gibi aradan asırlar geçmesine rağmen sonradan da doğru değerlendirilememekte, idrak edilememektedir. Bu kusurun neden olduğu en önemli sorun bugünün olaylarının, olgularının idrak edilememesidir kuşkusuz. Bu kusur büyük kayıplara ve felaketlere yol açabilir niteliktedir.
Bu kısımda bazı yanılsamalara, bu kusurların yol açabileceği sonuçlara, vs dikkat çekeceğiz. İlk değinmek istediğimiz husus, “olmak” konusuna önem vermekle ve bunun bilincine sahip olmakla beraber, bu konuda çaba göstermek yerine “olmuş gibi” bir algı yaratarak savaş, yıpratıcı rekabet gibi ciddi kararlar almaktır. Bu tür kararların sonunda hezimet ve hüsran olduğu tarihin ciddi tahlilinden anlaşılmaktadır. Bunu gaflet, idaraksizlik ve basiretsizlik ile tanımlamak mümkündür. Bunun kadar kötü sonuçlar doğuran diğer bir senaryo ise belirleyici bir güce ulaşmışlık algısını etbaına kabul ettiren ancak arka planda devleti ve milleti açısından stratejik tavizler verme halidir. Bunu tarihten muhtemel ihanet ve tehlikeli mürailik, vs ağır kavramlarla tanımlamak ihtimali vardır. Diğer bir ihtimal ise bir büyük güç etkisiyle ve stratejisidahilinde hareket ederek, büyük güç zaferlerini ve kazanımlarını bizatihi kendi
devletinin kazanımları, zaferleri gibi gösterme, inandırma halidir. Bu “tehlikeli mürailik” tanımın ötesindedir: İhanet ve münafıklık. “Yapmak” elbette “olmak”tan sonra gelir; ancak, yapmanın hem hakikatteki hem de maddi sahadaki yeri özgündür. Her oluş bir hareket, bir eylem doğurur. Taş gibi, metal gibi maddi cisimler bile gökyüzündeki yıldızlar örneğinde olduğu gibi bir çekim gücü yaratmaktan bazı ışınlar yaymaya kadar pekçok etkiler doğururlar. Hatta böylesi donmuş varlıkların bizatihi içlerinde kaynamalar, var oluşlar, vs vardır. Bir jeoloji profesöründen naklen dinlemiştim: “Kulak verin, yerin altındaki kayalar daimi hareket ediyor kaynıyor, adeta şarkı söylüyorlar”. Bu maddenin bizatihi içindeki hareketi, cevelânıdır ki, İslam alimleri bunu varlıkların zikri, şükrü, aşkı ve hamdü senası olarak ifade etmişlerdir. Bu ne güzel ve hayat dolu bir yorum ve idraktir… İnsan söz konusu olduğunda ise “yapmak” olgusu daha da gereklilik ve kıymet kazanmaktadır. Nitekim Kuranı Kerim’de birçok surede “İman ve salih amel” birbirini takip etmektedir. Bu mana çerçevesini maddi hayat alanında da örnek almak mümkündür. İfade ettiğimiz gibi zaten “olmak” bir şey yapmayı, taşmayı kendi içinden gerekli kılar, doğallığında temin eder. Tıpkı Schopenhauer’in deha tarifinde dediği gibi “Deha bir zorlama veya bir ödül için üretmez; o kendi doğallığı içinde hangi sahada dahi ise o sahada gayrı ihtiyari eser verir, üretir”. Toplumlar ve devletler de bireyler gibidirler; oldukları hal üzere tesir sahibidirler. Ancak, içinde var oldukları olayları ve ortamı yönetmeleri için aynı zamanda doğru stratejiler doğrultusunda harekete geçmeleri, inisiyatif almaları ve bir eylemde bulunmaları gerekir. Eylemsiz olmak anlamlı değildir. İdeal ölçü yani altın oran “olmak ile yapmak arasındaki doğru ve dengeli ilişki ve birbirine hayat veren etkileşimlerdir”.
Dünyada büyük dönüşümler ve değişimler yaşadığımız bu dönemde doğru ve isabetli kararlar almamız gereken konuların başında “olmak ve yapmak” kavramlarının içlerinin uygun bir şekilde doldurulması, iki kavramın da altın oranda birbirini takip etmesi ve doğurgan bir etkileşimde bulunması elzemdir. Zira iki kavramın ayrı kefelerinde olduğu terazinin dik durması için eşit ve doğru ağırlıkta olmaları rasyonalitenin gereğidir.
Prensipleri konuşmak olayları ve kişileri konuşmak kadar eğlenceli olmayabilir. Ama prensipler hayatımızı ve içinde yaşadığımız olayları yönlendirir, biçimlendirir. Olmak ve yapmak dengesine ilişkin ölçüler ise en hayati olanıdır. 2013 yılında Mısır’daki olaylar üzerine konuştuğum dostumla bugün konuşmuş olsaydım “olmak” üzerine daha fazla yoğunlaşırdım.
Allah’ım bizlere dosdoğru olmayı; emrettiğin iyilik ve güzelliklerin mazharı olmayı; olduğumuz gibi yapmayı ve yaptığımız gibi olmayı; olduğumuz ve yaptığımızdan daha az konuşmayı; eşyanın hakikatinin idrakinde olmayı nasip eyle.
Mehmet Ali BAL - Haber7
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol