Suriye satrancı sarmala dönerken Şah kim vezir kim?
- GİRİŞ01.12.2025 08:35
- GÜNCELLEME01.12.2025 08:35
Suriye’de geçtiğimiz günler içinde yaşanan olayların ( İsrail’in İdlip’i bombalaması, Alevi toplum ile Şara yönetimi arasındaki çatışmaları, provokasyonları ve kapsamlı toplumsal gösterileri, Şara Yönetimi ile SDG yönetimi arasındaki uzlaşmazlığı, İsrail’in Güneyde devam eden operasyonlarını, vb) vahameti bir yana olayların seyri açısından analiz edilmesinde yarar vardır. 15 Mart 2011 tarihinde Beşşar Esed rejimine karşı ülke genelinde büyük protestolar ile başlayan Suriye İç Savaşı ( El harbu el ehliyye es Suriyye) başlangıcından itibaren büyük değişimler, sürprizler, beklentiler, hayal kırıklıkları, travmalar, kayıplar, yeni riskler, yeni sorular ve sorgulamalar ve tahmin edilemeyecek açılımlarla devam ediyor. Daha da ötesi Suriye Savaşı adeta bölgesel ve küresel savaşın işletim sistemindeki bir virüs gibi işlev görerek her bir güce kendi savaşını transfer ediyor. Ortadoğu arenasını bir aynalar labirentine çeviren bu Suriye Savaşında aynaların yanıltmasından birçok güç kurtulamıyor. Bir bakıyoruz savaşın yükü bir güçten diğerine transfer edilmiş, bir bakıyoruz Suriye Savaşı başka bölgesel güçlerin tam merkezine yerleşmiş. Acaba Suriye mi savaşıyor veya başka bir gücün içinde mi savaş cereyan ediyor? Galip kim, mağlup kim? Satranç tahtasında kim şah kim vezir kimler piyon?
Satrancı kim oynuyor? Veziri kim sürüyor? Taşlar bağımsız mı? Suriye savaşının başından beri içimde olan bir his şu ki, bütün bu olan bitenler bize anlatılanlar kadar basit değil.
Savaş ve Barış Dönemleri Modellemesi
Barış zamanlarının iyimserliği ile savaş zamanlarının karamsarlığını dengeleyecek ne olabilir? Keza savaş zamanlarının irrasyonel algıları ile barış zamanlarının aklın sonsuza kadar egemen olacağına dair naif inancı da asla itidal seviyesi bulunamayacak aşırılıklardan. Her ne durumda olursak olalım, toplumlar ve insanlar bir ana duygunun anaforuna kapıldıklarında başka bir dünyanın varlığını kolay kolay düşünemezler. Mesela barışta var olan aşırı kar hırsı, finansal mabetlerin yıkılmayacağı duygusu, sonsuza kadar yaşanacağı arzusu ve statülerin hiç değişmeyeceği önyargısı o derece yıkılmaz duvarlar inşa ederler ki, içinde yaşayan insanlar bütün bunların yıkılıp gittiği günleri hayal bile edemezler. Keza savaşlarda taktik beceriler bir şekilde gelişse de stratejik düşünme hatta basit bir paradigmatik yaklaşım bile çok zor olabilir. Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa toplumlarındaki iyimserliği, kendilerine özgüveni, barışın bir daha savaşları hiç olmayacak şekilde arka plana attığı Güzel Çağı “Belle Epoque” ne güzel anlatır S. Zweig. Ancak, bu iyimser havanın iki hafta içinde toplum tarafından anlaşılmaz şekilde gazeteler üzerinden nasıl tersine çevrildiğini de anlatır. Büyük şaşkınlığını aile içinden aktarır, “teyzemin aşçı olan kocası Avusturya Macaristan İmparatorluğunun güvenliği Bosna’dan başlar” demekteydi. Halbuki der Zweig, eniştemin Balkanlar haritasını hiç bilmediği bir gerçekti. Herkesin bir stratejist, herkesin bir askeri uzman kesildiğini anlatır. Buna benim ilavem şudur ki, bu bilginler topluluğunda olması gereken kişiler, yani askeri yöneticiler yoktur! Olmadığı için de genç Sırbistan Prensliği tarafından utanç verici bir bozguna uğratılırlar. Asker toplamak için imparatorluk bir seferberlik emri yayınlar, bu emir 17 dilde hazırlanmıştır. İmparatorluk kendi içinde bir birlik değildir.Bundan daha inanılmaz olanı aynı duruma İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında düşülmüş olmasıdır. Cepheye Alman askerleri sevk edilirken savaşın sadece üç beş ay süreceği kanaati hakimdir. Buna ilaveten basına yansıyan ilhak ve işgal haberleri hem Alman üretim devlerinin (Alman kapitalistlerinin) hem de kamuoyunun duygularını okşamaktadır. Almanya içinde müreffeh yaşayan toplum, sınır ötesinde devasa hayat alanlarına (F. Ratzel’in “Lebensraum” kavramı) kavuşacaktır. Yetenekli Çek’lerden Südet Almanları (Sudetenland, Sudety) imparatorluğa katılmıştır! Ardından Viyana Alman Reich’ının sınırları içine girmiştir. Polonya'nın Yıldırım Harekatı ile fetih ise daha anlamlıdır. Hem yeni topraklar kazanılmış hem de eski hesaplar görülmüştür. Benelüks ülkelerinin, Fransa’nın işgali ise Alman kapitalistlerine, Nazi kurumlarına, geniş parti sempatizanlarına hatta toplumdaki orta halli vatandaşlara bile gurur yaşatmıştır. Ta ki cephelerden mağlubiyet haberleri ve ekonomi ve günlük yaşamda kısıtlamalar ve savaş kayıpları gözleninceye ve yaşanıncaya kadar. Filmin son bölümlerini çok iyi biliyorsunuz…
Şunu da unutmamak gerekir ki her devlet ve her millet kendi önyargılarıyla sınanır. Merkezi devlet aklına sahip Fransa aşılmaz zannettiği, adını Savunma Bakanlığı müsteşarı André Maginot’dan alan Maginot Hattının Alman Ordularının saldırı stratejisi karşısında işe yaramaması ile sınanır. Savaşın hemen başında koskoca devlet ve ordu teslim olur. İngiltere ise geçmiş yüzyılın süper gücü olmanın, yüksek üretim kapasitesinin sarhoşluğuyla ve askeri teknolojiler ile üretime yeterince önem vermediği için başlangıçta ağır bir bedel öder. Savaşa hazır olmak kadar aşırı bir şekilde yani savunma üretimini destekleyici oransal büyüklükte kaynak ve sivil üretim eksikliği olmasına rağmen salt askeri donanıma sahip olmanın gururuna sahip olmanın bedelini ödeyen güçler de vardır.
Zaibatsu’nun bütün gücüne rağmen Japonya başlangıçtaki fetihleri kadar hatta daha fazlası bir büyüklükte mağlubiyet ve zillet yaşar, “Güneşin oğulları” Komodor Perry’e teslimiyetlerinden daha ağır bir anlaşma yapmak zorunda kalırlar. Barış ve savaş dönemlerinin en hafif tonundan en ağır haline kadar milletleri yöneten duyguları, önyargıları ve algıları kısaca modellemiş olduk.
Suriye Krizinde Tutumlar, Kazanımlar, Kayıplar
Suriye iç savaşı çıktığında Türkiye olarak bugüne nispetle az da olsa ekonomik, askeri, siyasi, sosyal ve kurumsal salâbet açısından bir güç sahibiydik. Sadece Levant (BiladüşŞam) değil geniş Ortadoğu bölgesi bize hayranlık, bazı aktörleri kıskançlık, bazıları büyük beklentiler içinde bakmaktaydılar. Ticari performansımız, ülke içi üretim kapasitemiz, sosyal organizasyon kabiliyetimiz ve beşeri sermayemizin niteliği bölgesel gücün parametrelerinin de ötesine geçmekteydi. İşte böylesi bir dönemde ortaya çıkan krize bu özgüven ile müdahale ettik. Bu özgüven halinin bize ne yazık ki pozitif katkıları olması gerekirken negatif etkileri daha fazla oldu. Mesela aynalar labirentinde kendimizi olduğumuz gibi değil heyecanlarımızın yönettiği şekilde gördük. Krizi sadece Suriye’ye münhasır görmek ise bize en fazla zarar vereniydi. Suriye’nin dünya ölçeğinde küçük bir ülke olması bizi yanıltmamalıydı. Zira bu krizle değiştirilmek istenen sadece Suriye değil, dünya siyasetinin ve güç dengesinin Ortadoğu işletim sistemiydi.
Ne yazık ki hala bu konuya bakan yetkili veya uzmanlar Ortadoğu veya Suriye’nin donanım (Harward) unsurlarına bakmaktadırlar.Krize konvansiyonel anlamda müdahale ettiğimizde ise operasyonun software (yazılım) sistemi ne yazık ki tam anlamıyla bize ait değildi. Saha üzerinde oyuna giren aktörlere baktığımızda bu yazılımın kodlarını görebilirdik ancak özgüvenimiz ve büyük ölçekli siyaset yürütme tecrübemizin eksikliği buna mani oldu.
Bizler politik, askeri ve sosyal anlamda aynalar labirentinde Suriye Savaşını yönlendirmeye çalışırken paradokslar içinde kaldık. Şöyle ki, bazen savaşın hangi coğrafyada cereyan ettiğini bilmez olduk. Bir baktık ki, savaşın travması bizim yükümüz haline gelmiş. Bir farkına vardık ki, Suriye Savaşı sadece Suriye’yi bölmüyor, dizayn etmiyor Türkiye gibi bölge ülkelerini de de bölüyor dizayn ediyor. Hatta aynada seyrettiğimiz Suriye Savaşının tam da içimizde bizim savaşımız haline geldiğini, bizim iç mücadelemiz olarak cereyan ettiğini hakikat adesesi (merceği) altında fark ettik. Bir büyük gücün Suriye üzerinden bütün bir bölgeyi hatta küresel izdüşümleri olan güç kompozisyonunu şekillendirdiğini bugün açık bir şekilde anlıyoruz. Üç beş ayda fethedilecek Suriye şehirlerinin bugün hangi güçler tarafından yönetildiğini, bizim nerede durduğumuzu, nasıl bir gelecek imkanına sahip olduğumuzu idrak etmek de mümkün.
Başlangıçtaki hayallerimizin yerini artık realizm alıyor. Hala aynalar labirentinden çıkamamış devletlerin, güç paradokslarının hüsran yaşamaya devam edecekleri açık değil midir?
Kazanımlar kısmında aynalar labirentindeki şaşkın güçlerin durumlarını tahlil ederek işe başlayabiliriz. Suriye savaşında İran yenilmiş, Rusya ise çekilmeye mecbur olmuştur, anlaşmıştır. Ancak diğer bölgesel aktörlerin kazandığını söylemek çok zordur. Bunun istisnası süreci yöneten ABD’dir, savaş masraflarını Suriye petrolleri ile karşılamaktadır. Diğeri İngiltere’dir, hiç göze görünmeden Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki menfaatlerini taşeronları eliyle korumaya devam etmektedir. Bölgesel aktörler içinde sadece İsrail’in durumu farklıdır, İsrail sadece Suriye’de değil, Ortadoğu’da geçerli ve etkin olacak kazanımlar sağlamış durumdadır.
Türkiye’nin durumu ise şimdilik kayıplarda, uzun vadede ise hayli belirsizdir. Uzun vadeli, kalıcı, stratejik oyun kuramayışımızın yakın gelecekteki maliyeti çok yüksek olacaktır. ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün (Triumvira) Arap asıllı Ahmet Şara’yı (Gulani) tercih etmesi Suriye’nin Arap dünyasının bir parçası olarak kalmasını istediklerindendir. Ancak, bu yeni Suriye eski etkinliğinde olmayacak ve zinhar İsrail için tehdit oluşturmayacaktır.
Sadece Suriye değil, zaman içinde göreceğimiz gibi, bu savaşın parçası olan bölgesel güçler de İsrail için tehdit oluşturacak düzeyde ve güçte olmayacaktır. Kayıplar kısmında genel olarak ifade edersek, öncelikle bölgede çok taraflı bir savaş provoke edilerek, bölgeye ekonomik güçleriyle girmek isteyen aktörlerin girişi engellenmiştir. Savaşa ABD ve Rusya’nın doğrudan müdahil olması diğer bölgesel güçlerin ağırlık ve etkisini ciddi oranda düşürmüştür. Bu güç ve etki kaybı sadece Suriye ile de sınırlı kalmamıştır. Geniş Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz’de ve Kafkasya’da da etkisini hissettirmiştir. Son dönemde Kafkasya merkezli yaşanan olaylarda bu güç kaybını da dikkate almamızda yarar vardır.
Savaş bölgenin ekonomik gelişimini olumsuz etkilemiştir. Bölgesel üretim ve finans zincirlerinden birinin kırılması ile bölgenin diğer ülkelerine ağır mali yük binmiştir. Geçici Hükümet Başkanı Şara’nın ülkeye hayat verecek ölçüde finans temin etmek için yaptığı ziyaretler, özellikle ABD merkezindekileri büyük meşruiyet ve tanınmışlık bahşeden kabullere sahne olmuşken finans desteği konusunda henüz açık, somut ve oyun değiştirici bir tutum görülmemiştir. Yaptırımların 180 günlük kaldırılması önemli bir işaret olmakla birlikte ekonomi yeniden ayağa kalkma, yeniden yapılanma ve inşa çalışmaları için yeterli değildir. Katar, BAE ve S. Arabistan gibi bölge güçlerinin sağlayacağı finansman ise yine projenin asıl patronu ABD tarafından koordineli olarak paylaştırılacaktır. Suriye’de kurulmaya başlanan Amerikalı danışmanlık şirketlerinin ekonomik alanda düzenleyiciler ve gözetleyiciler olacağı anlaşılmaktadır. Bu vesileyle, yanlış anlaşılabilecek bir hususu burada tekrar etmek istiyorum. Ülkemizde birçok siyasetçi ve iş adamı Suriye’nin yeniden yapılanmasından Türkiye’nin büyük paylar alacağına, böylelikle Suriye’ye komşu illerimizde ekonominin canlanacağına inançlarını dile getirmektedirler. Şunu bilmek gerekir ki, Suriye veya başka bir ülkedeki benzeri krizler sonrası yararlanabilmek kolay değildir. Özellikle kötüleşen bir ekonomik yapı, ihracat pazarları daralan üretim, Ar-Ge payı azalmış sanayii ürünleriyle savaş bölgelerinde bile rekabet edebilmek çok zordur. Ayrıca, Türkiye’nin son yıllarda yaşanan göçler ve içerideki bazı sorunlardan dolayı cazibe merkezi olmaktan çıkmaya başlaması bir tehlike sinyalidir.
Halen bölgesel güçler arasındaki askeri rekabetten dolayı verimli ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirmek zor görünmektedir. Özellikle İsrail’in saldırganlığı tarihsel olarak bölgede Türkiye karşıtlığında ilerlemektedir. 1948’den günümüze sadece Ortadoğu’daki Araplar veya Humeyni sonrası Farslarla yaşadığı çatışmalarda İsrail yeni bir aşamaya gelmiş durumdadır. Artık, birçok Arap ülkesi Suriye dahil İsrail ile iyi ilişkiler ya da en azından çatışmasızlık süreci yaşamak istemektedir. Ancak, İsrail gerekli gördüğü hallerde uluslararası hukuku hiçe sayarak bu ülkelere saldırabilmektedir. Ancak bu saldırılar varlık sorunsalı bağlamında değil, olaylara ilişkin küçük kayıplar şeklinde zayiat ortaya çıkarmaktadır. Ancak Türkiye’nin Suriye’de şemaya çalıştığı pozisyona karşı İsrail’in ciddi bir tepkisi ve hazırlığı olduğu açıktır. Orta vadede İsrail ile ontolojik sorunlar doğuracak bir savaşın içine girebiliriz.
İçimize Taşınan Suriye Savaşına Karşı Tutumumuz Ne Olmalı?
İlk olarak başta yapamadığımızı en azından sonda yapabilmemiz gerekmektedir. Bu da Suriye’de tüm tarafları kapsayan kucaklayan güçlü bir hakem devlet rolünü oluşturmamız gerekmektedir. Zira bu konuda Türkiye’nin sahip çıkmadığı/ çıkamadığı alanları İsrail sahiplenmiş durumdadır (Suriye Alevileri hariç Dürziler, Kürtler, bazı küçük azınlık grupları). Akdeniz kıyısındaki eski rejim yanlısı nüfusa da başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri sahip çıkmaktadırlar.
Suriye’de pazarlıkların ve denge kurma çalışmalarının farklı grupların aşırı beklentilerinden dolayı bir türlü sona ermemesi Suriye’de kalıcı istikrarı engellediği gibi savaşın tarafı ülkeleri de olumsuz etkilemektedir. Bunun istisnasının yine ABD ve İsrail olduğunu düşünüyorum. Zira ABD’nin istikrarsızlık merkezli küresel politikalarında hala bir değişiklik olmuş değildir. İsrail de savaş ve kriz zamanlarında sürekli toprak genişlettiği için Suriye’deki savaşın uzamasından memnun görünmektedir. Ayrıca bu durum bir terör ve savaş devleti olarak kurulan İsrail’in genetik kodlarına uygundur.
Ancak, bölgedeki Arapların, Kürtlerin, Türkmenlerin, diğer azınlık gruplarının bizim insanımız olduğunu düşünürsek bölgede huzurun ve güvenliğin tesis edilmesine büyük ihtiyacımız bulunmaktadır. Diğer yandan savaş ekonomisi açısından bakarsak Türkiye’nin yükümlülükleri açısından devasa finansmana ihtiyacı olduğu, mevcut ekonomik durumumuz itibarıyla bu duruma daha uzun süre karşı duramayacağımız açıktır. Daha önceki yazılarda vurguladığım gibi Suriye üzerinde ABD’nin yarattığı istikrarsızlık ve cerahat başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin mali, sosyal, beşeri, siyasi ve askeri imkanlarını yutmaktadır. Görüşüm odur ki, ABD gerilim ve istikrarsızlık üzerinden bölgesel güçleri de yönetmektedir. Suriye ölçeğinde yerel güç odakları arasında bir uzlaşmanın olmamasını biraz da ABD’nin tutumunda ve İsrail’in saldırgan politikalarında aramak gerekir.
İstikrarsızlık arttıkça ve uzlaşma ihtimalleri azaldıkça ve bunların doğal sonucu olarak Suriye’de meşru ve herkesçe kabul edilen bir hükümet kabul edilmedikçe savaş Türkiye’ye doğru yayılmaktadır. Geçtiğimiz hafta içinde İsrail’in İdlip’i bombalaması tehlikeli bir yaklaşmadır. Çok açık bir şekilde Türkiye'ye meydan okumadır. Elbette ki Ortadoğu’nun bir çok devleti hala güvenliğinden emin değildir. Daha geçen hafta İsrail Lübnan’a bir hava harekatı düzenleyerek, çökertilen Hizbullah'ın yeni liderini öldürmüştür. Önümüzdeki süreçte Irak’taki Haşdi Şabi üzerinde bir yoğunlaşma olacaktır.
Keza güneyde Dürziler üzerinden İsrail’in saldırıları Şam otoritesinin oluşumunu engellemektedir. İsrail’in saldırganlığı, Türkiye’nin kararsızlığı ve Petrol zengini donör Arap ülkelerinin kendi ajandaları da Suriye’de istikrar için anlaşmayı zorlaştırmaktadır. Bu vesileyle bir kez daha vurgulamak istiyorum: Türkiye’nin İsrail ile karşılıklı pozisyonu devlet düzeyinde belirlenmelidir. Bununla halk arasındaki kafa karışıklığının önüne geçildiği gibi devlet kurumlarında İsrail’e karşı mücadele edecek özel kadroların eğitimini, mücadele politikalarının ve yöntemlerinin belirlenmesini, somut sonuç alacak operasyonel faaliyetlerin (Diplomatik, siyasi, askeri, organizasyonel, vb.) icrasını mümkün kılacaktır.
Görüldüğü üzere Suriye hem bölge devletlerinin müdahil olduğu hem de kendi içlerine taşıdıkları Ortadoğu kompozisyonunu da değiştirecek bir sorun haline gelmiştir. Bir örnek olarak ülkemize bakarsak, bir süredir yürütülen “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Süreciyle” ilgili olarak dolaşan bir söylenti dikkatimi çekti: “Sürecin yürütülmesinde nihai kararlar için Suriye’deki durumun netleşmesi bekleniyormuş”. Durumun nezaketini kabul etmekle birlikte şunu söyleyebilirim ki, ciddi bir devlet ve güç odağının içindeki düzenlemelerin iç dinamikler dikkate alınarak yapılmasında yarar vardır. Güç tekevvünü ve tanziminde merkezden muhite bir bir güzergah ve projeksiyon tercih edilir. Bu tercih ve icra söz konusu devletin ya gücün sınır ötesi milletler, dost sosyal gruplar ve diğer alakalı yapılarla ilişkilerini belirler ve saydığım aktörleri de biçimlendirir. Böyle olması beklenir. Sarmala Dönen Suriye Satrancında Şah Kim Vezir Kim?Bu sorunun cevabını ferasetli okurlarımıza bırakacağım. Ancak, Suriye satrancının içinde olan tüm aktörler için ama en çok da kendimiz için, içine girilen aynalar labirentinden çıkmayı öneriyorum. Bunun için de Suriye şahsında yaşanan olayları verilerini toplayabilmeyi, verileri doğru analiz ederek bilgiye dönüştürebilmeyi, nihayetinde de ne olduğunun ve ne olacağının bilincine sahip olabilmeyi gerekli görüyorum. O zaman şah kim vezir kim gerçekten bilebiliriz.
Mehmet Ali BAL - Haber7
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol