Trump’ın Küresel Dengeleri Sarsan Yeni Doktrini
- GİRİŞ08.12.2025 09:00
- GÜNCELLEME08.12.2025 09:00
ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi, diplomatik bir çerçeveden çok, küresel mimarinin temellerini sarsan kırılma niteliğinde bir belge. Kâğıt üzerinde 29 sayfalık diplomatik bir metin gibi görünse de özünde çok daha fazlasını barındırıyor: Dünyanın mevcut rotasının tek taraflı olarak değiştirilmesi anlamına geliyor.
Belge, ABD dış politikasında uzun süredir tartışılan bir dönüşümü resmileştirmiş durumda: İlişkiler artık değerler üzerinden değil, çıkarlar üzerinden belirlenecek. “Güç yoluyla barış” anlayışıyla ABD’nin geleneksel müttefiklik sistemi kökten değiştiriliyor. Uluslararası ilişkilerin güvene değil, pazarlığa dayalı bir döneme girildiği açıkça ilan ediliyor.
“Şahin” olmadan güçlü ve “güvercin” olmadan ölçülü olunduğu iddiasındaki belge, hem kullandığı ton hem de tercih ettiği kavramlarla ABD’nin küresel rolünü yeniden tanımladığını gösteriyor.
Yalnızca Amerikan çıkarlarına öncelik veren strateji, insan hakları, küresel refah, çok taraflı çözüm, adalet ve dayanışma gibi kavramların yerine “kontrol”, “kimlik” ve “egemenlik” gibi sert kavramları koyuyor.
“Barışı” değil, “güç” ve “caydırıcılık” anlayışını merkeze alan bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerde güvenliği değil, tehdidi ve rekabeti artıran bir vizyon ortaya koyuyor.
Belgede, Amerikan varlıkları ve müttefiklerini korumak için dünyanın en güçlü modern nükleer caydırıcılık sistemleri ile “Altın Kubbe” dâhil yeni nesil füze savunma sistemlerinin önemine dikkat çekiliyor.
Savunma ve saldırı kapasitesinin güçlendirilmesini önceleyen bu vizyon, dünyayı yeni bir silahlanma yarışına ve sıcak çatışma ihtimalinin arttığı bir döneme sürükleyebilir. Bu durum yalnızca ABD için değil, dünya için de tehlike işaretleri taşıyor.
AVRUPA’YA SERT GÖNDERMELER: TRANSATLANTİK FAY HATTI SARSILIYOR
Belgenin en sert bölümlerinden biri Avrupa’ya ayrılmış durumda. Kıtanın göç politikalarından kültürel kimliğine, demokratik standartlarından ifade özgürlüğüne kadar pek çok alanda sert eleştiriler yer alıyor.
ABD ilk kez bu kadar açık konuşarak “Avrupa kültürel bir erozyon yaşıyor; göç, nüfus değişimi ve kimlik kaybı ciddi bir risk” vurgusu yapıyor.
Kıtanın “20 yıl veya daha kısa bir sürede tanınmaz hâle geleceği” ileri sürülen belgede, ekonomik gerileme yaşayan Avrupa’nın “medeniyetin silinmesi gibi gerçek ve daha çarpıcı bir olasılığın” gölgesinde olduğu belirtiliyor.
Trump yönetimi açıkça şu mesajı veriyor: “Avrupa bir medeniyet krizi yaşıyor. Kimliğini kaybediyor. Kendini toparlamazsa tarih sahnesinden silinecek.” Belge, “vatansever Avrupa partileri” olarak övdüğü aşırı sağ hareketlere de dolaylı destek veriyor.
“En geç birkaç on yıl içinde bazı NATO üyelerinin çoğunluğunun Avrupalı olmamasının olası olduğu” değerlendirmesi yapılan belgede, NATO’nun sürekli genişleyen bir ittifak olduğu algısına son verilmesi gerektiği belirtiliyor. Avrupa’ya verilen mesaj net: “Ya savunmaya daha çok para ayır ya da ABD’nin gölgesine güvenme.”
Bu ifadeler yalnızca diplomatik bir uyarı değil; aynı zamanda ideolojik bir duruşun ve küresel rekabetin yansıması.
Avrupa’da birçok siyasetçi belgeyi iç işlerine müdahale olarak değerlendirirken, stratejinin ittifak ilişkilerini sarsabileceğini ve NATO’nun güvenilirliğini zedeleyebileceğini dile getiriyor.
ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun Avrupa karşıtı açıklamaları da eklendiğinde, 70 yıldır süren transatlantik mimaride ciddi sarsıntılar yaşandığı görülüyor.
MONROE DOKTRİNİ 2.0: AMERİKA ARKA BAHÇESİNİ KUŞATIYOR
Stratejinin en tartışmalı başlıklarından biri, ABD’nin küresel liderlikten bölgesel hegemonya planına geçişine işaret eden Monroe Doktrini’nin yeniden canlandırılması.
İsmini, 1817-1825 yılları arasında görev yapan ABD Başkanı James Monroe’dan alan ve Batı yarımkürede Avrupa sömürgeciliğine karşı çıkan bu vizyon yeniden gündeme taşınıyor.
Belgeyle ABD, arka bahçe olarak gördüğü Batı yarımküresine dış aktörlerin müdahalesini “düşmanca bir eylem” olarak nitelendiriyor. Latin Amerika’dan Karayipler’e, Meksika’dan Kanada’ya kadar uzanan geniş coğrafyayı askerî güç yoğunluğunu artırarak yeniden kontrol altına almayı hedefliyor.
Bölge ülkelerinin Çin ve Rusya gibi aktörlerle ilişkilerini zayıflatmayı amaçlayan bu yaklaşım, yüksek tansiyonlu bir stratejik dönemin kapısını aralıyor.
Venezuela’ya uçak gemileri, denizaltılar ve hava güçleriyle yapılan son kuşatma, bu stratejinin sahadaki ilk örneklerinden biri olarak değerlendiriliyor.
ABD Savaş Bakanı Pete Hegseth’in “Hasımlarımızın kabiliyetlerini yarımküremizde konuşlandırmalarına izin vermeyeceğiz. Monroe Doktrini yürürlüktedir ve her zamankinden daha güçlüdür” sözleri bu yaklaşımı açıkça ilan ediyor.
Uyuşturucu, sınır güvenliği ve göç kontrolü gibi gerekçeler, bu stratejiyi uygulamak için meşruiyet aracı olarak kullanılıyor.
Petrolden nadir elementlere, enerjiden ticari hesaplara kadar çıkar temelli bu yaklaşım, 20. yüzyılın emperyal reflekslerinin 21. yüzyılda yeniden canlandırıldığını gösteriyor. Yani ABD “küresel polislikten bölgesel hâkimiyete” yönelerek yakın çevresini kontrol altına alma peşinde.
Trump’ın göreve geldiğinde Panama, Kanada ve Grönland çıkışları ile bugün Venezuela’ya yönelik hamleleri, bu stratejinin ilk sinyalleri olarak görülüyor. Görünen o ki ABD, kıta genelindeki yayılmacı ve hegemonik niyetlerini sürdürmeye kararlı.
PASİFİKTE SESSİZ FIRTINA
“Önce Amerika” motivasyonunu yansıtan belge, dünyanın farklı bölgelerine yönelik stratejilere de yer veriyor. ABD için asıl büyük sahnenin Çin ve Hint-Pasifik bölgesi olduğu belirtiliyor. Washington, Pekin’i artık “ideolojik tehdit” değil, uzun vadeli ekonomik ve teknolojik rakip olarak tanımlıyor.
Tayvan’da statükonun korunması vurgulanırken ABD bu yükü tek başına taşımak istemediğini açıkça belirtiyor. Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Avustralya gibi bölgesel aktörlere “daha büyük sorumluluk” yükleniyor.
Belgede “Batı Pasifik’teki askerî varlığımızı sertleştirip güçlendireceğiz. Tayvan ve Avustralya ile ilişkilerimizde savunma harcamalarının artırılması konusundaki kararlı söylemimizi sürdüreceğiz.” deniliyor.
ABD’nin Pasifik rekabetini yalnızca askerî değil; ekonomik ve tedarik zinciri güvenliği ekseninde de şekillendirdiği görülüyor.
Rusya ile stratejik istikrarın yeniden tesis edilmesi gerektiği belirtilirken, Avrupa’nın herhangi bir düşman gücün egemenliği altına girmeden uyumlu egemen uluslardan oluşan bir grup olarak faaliyet gösterebilmesinin önemine vurgu yapılıyor.
Ortadoğu artık rejim değişikliği operasyonlarının sahnesi değil; enerji, yatırım ve güvenlik eksenli pragmatik ilişkilerin merkezi olarak görülüyor.
Belgede, Trump’ın girişimiyle İsrail’in soykırım yaptığı Gazze Şeridi’ndeki “savaşın sona erdiğinin” iddia edilmesi dikkat çekiyor. Çatışmaların küresel savaşlara dönüşmeden durdurulmasının öncelik olduğu belirtiliyor.
Suriye’nin potansiyel bir sorun olmaya devam ettiği; Amerikan, Arap, İsrail ve Türkiye desteğiyle istikrar kazanabileceği ve bu şekilde bölgede “ayrılmaz ve olumlu bir oyuncu” olarak yerini yeniden alabileceği ifade ediliyor.
AMERİKA GÜÇ MİMARİSİNİN YENİDEN İNŞASI
Stratejinin merkezinde bir başka kritik dönüşüm daha bulunuyor: Amerikan güç mimarisinin yeniden inşası.
Savunma sanayii, yüksek teknoloji, enerji bağımsızlığı ve tedarik zinciri güvenliği artık dış politikanın değil, doğrudan ulusal güvenliğin temel bileşenleri olarak tanımlanıyor. Bu yaklaşım, dünyanın her noktasına asker göndermek yerine her noktada ekonomik ve teknolojik üstünlük kurma hedefini içeriyor.
Eski dünya düzeni çözülürken, yeni güç dengelerinin oluşacağına işaret eden belge, ABD’nin çok taraflı karmaşık düzen yerine kendi çıkarlarını, kimliğini ve güvenliğini temel alan daha doğrudan bir dış politika çizgisine yöneldiğini gösteriyor.
“Stratejik otonomi” vurgusuyla Çin’e bağımlılığın azaltılması hedefleniyor; devletin etkinliğinin artırılması, stratejik sektörlere yoğunlaşılması ve teknolojik rekabet için akılcı adımlar atılması gerektiği belirtiliyor.
Öte yandan, belge gücü merkezileştiren, göçmen karşıtı ve diplomasiyi zayıflatan bir siyasal mimariye işaret ediyor. Belge, göçmenlik sistemini reforme etmekten çok, “kapatmak, geri çevirmek ve dışlamak” üzerine kurulu.
Amerikan tarihinin kurucu unsurlarından biri olan göçmen emeği, bir güvenlik tehdidi gibi çerçeveleniyor. Bu yaklaşım, uzun vadede ülkenin demografik ve ekonomik yapısını zedeleyebilir.
Yeni stratejiyle yıllardır kullanılan demokrasi, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi kavramlar vitrindeki sembolik ifadeler olmaktan çıkarılıyor.
ORTAK DEĞERLER DEĞİL GÜÇ VE ÇIKARLAR ÇAĞI
Strateji belgesi yalnızca Amerika’nın değil, dünyanın geleceğine dair bir turnusol kâğıdı niteliğinde. Artık hiçbir uluslararası kurum, ortak değer veya çok taraflı anlaşma güvence olarak görülmüyor.
Yeni dönemin tek ölçüsü var: Güç.
Bu güç yalnızca askerî değil; diplomasi, ekonomi, kültür ve teknoloji üzerinden de yeniden kurgulanıyor. Kimin sesinin çıktığı değil, kimin yumruğunun daha ağır olduğu belirleyici olacak. Bu ise yeni krizlerin, bloklaşmaların ve gerilimlerin habercisi.
Yeni strateji, çok taraflı sisteme, uluslararası kurumlara ve ittifaklara olan güvenin daha da zayıflayacağı; ortak değerlerin yerini çıkar hesaplarının alacağı yeni düzenin manifestosu niteliğinde. Bu durum yalnızca diplomatik değil; aynı zamanda jeopolitik belirsizlik anlamına geliyor.
Bölgeler arası rekabet, yeni milliyetçi ataklar, güç bloklaşmaları ve silahlanma yarışları yeniden gündeme gelebilir. Ek olarak göç, kimlik ve demografi gibi hassas konuların stratejik güvenlik perspektifine alınması; insan hakları, azınlık hakları ve demokratik değerlerin geri plana itilmesi riskini barındırıyor.
Trump’ın strateji belgesi bir yol haritası değil; bir dünya tasarımı. Ve bu tasarım, insanlık adına umut vaat etmiyor.
Belge; barışı değil caydırıcılığı, iş birliğini değil rekabeti, değerleri değil çıkarları, düzeni değil belirsizliği merkezine koyuyor. Dünya, ABD’nin yeni stratejisinin gölgesinde daha gergin, daha parçalı ve daha öngörülemez bir döneme giriyor.
Yorumlar3