İmtiyazlı kast sistemi talebine karşı demokrasinin onurunu savunmak…
- GİRİŞ23.06.2025 08:55
- GÜNCELLEME23.06.2025 10:56
Türkiye, demokratikleşme sürecini sadece sandığa indirgemeyen, aynı zamanda kamu hizmetlerinin yaygınlaştırılması, sosyal devletin kurumsallaşması ve milli iradenin kurucu aktör hâline gelmesiyle genişleten ender ülkelerden biridir.
Bu gerçekliğe rağmen, muhalefetin kendi mensuplarının öznesi olduğu yolsuzluk operasyonlarına karşı geliştirdiği benimsediği yaklaşımlar, giriştiği eylemler, dile getirdiği söylemler dikkatle değerlendirilmelidir.
Kuşkusuz, zirve zırva, Özgür Özel’in ağzından “yargı kararlarını tanımayacakları, ne olursa olsun kararlara uymayacakları” beyanı olmuştur.
Bunu takip eden aşama ise soruşturmayı yürüten başsavcıyı doğrudan hedefe alması, hakkında iftira ve isnata varan iddialarda bulunması, güvenliğini tehdit anlamına gelecek birtakım bilgileri kamuoyu ile paylaşma çabasıdır…
CHP, yolsuzluk operasyonlarından kendisini sıyırmanın en kolay yolu olan hukukun üstünlüğü prensibine saygı yerine; hukuku değersizleştirme ve yolsuzluk ve yozlaştırmayı meşrulaştırma ve demokrasinin olmazsa olmazı konuları sulandırma, bulandırma girişimleri ile pekiştirmektedir…
Yolsuzlukla mücadele için hukuksal süreçlerin işlemesini “darbe”, “cunta” veya “otoriterleşme”, “diktatörlük” gibi sözcükler içeren cümlelerle ithamlar, yalnızca siyasi meşruiyeti değil, aynı zamanda devletin demokratik reflekslerini de hedef almaktadır. Oysa mesele gayet açıktır, Türkiye, darbeci, cuntacı, müdahaleci tüm refleksleri yenmiş, sandığın ve milletin iradesinin üstünlüğünü tesis etmiş, hesap verebilir bir devleti ve sağlıklı işleyen bir demokrasiyi işlevsel kılmış bir ülkedir.
Demokratik devletlerde yolsuzlukla ve yozlaşmayla mücadele, halkın devlete olan güveninin temel taşıdır. Bu mücadele, yargının bağımsız ve tarafsız biçimde işlemesini, kamusal güç ve imkân kullananların hesap verebilmesini, kamusal kaynakların denetlenmesini ve kamu vicdanının rahatlatılmasını amaçlar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere bazı CHP’li belediyelerde yürütülen operasyonlar da bu çerçevede, hukukun çizdiği sınırlarda ve delillere dayalı olarak yürütülmektedir.
Hiçbir demokraside yolsuzluk soruşturmaları, “yargısal darbe” veya “siyasi darbe” olarak nitelendirilemez. Aksi takdirde, yolsuzluk yapanların dokunulmazlığı ilan edilmiş olur. Bu, hukuk devleti ilkesine değil, imtiyazlı kast sistemine kapı aralamaktır. Türkiye, böyle bir yozlaşmaya hiçbir şekilde göz yumamaz…
Muhalefetin sıklıkla tekrarladığı “seçimle geldik, bize dokunamazsınız” anlayışı demokratik sistemin doğasına aykırıdır. Sandık, yöneticilere meşruiyet sağlar; fakat bu meşruiyet, sınırsız bir dokunulmazlık anlamına gelmez. Seçimle gelen yöneticiler de hukukun, etik kuralların ve kamunun denetimine tabidir.
Bir belediye başkanı, halkın oyuyla seçilmiş olsa da kamu kaynaklarını şahsi ikbali veya siyasi çıkarları için kullandığında, artık yalnızca bir yerel yönetici değil; hukuk karşısında sorumlu ve hesap vermesi gereken bir kamu görevlisidir.
Türkiye, ne seçilmişleri kutsayan bir demokrasi dışı dokunulmazlık sistemine, ne de her yolsuzluk soruşturmasında rejimi suçlayan kırılgan siyaset diline mahkûmdur.
Türkiye’nin son 20 yılı, ekonomik, askeri, diplomatik alanda olduğu gibi demokratik kültürde de ciddi bir birikim oluşturmuştur. Tek partili dönemden çok partili sisteme, darbe dönemlerinden sivil siyasetin yükselişine; vesayetçi yapılardan reformcu anayasa süreçlerine kadar Türkiye, her yönüyle olgunlaşan bir demokrasi örneğidir.
Bu bağlamda, AK Parti’nin öncülüğünde kurumsallaşan reform dalgaları – yargı reformlarından kamu yönetimi reformlarına, şeffaflık yasalarından bilgi edinme hakkına kadar – Türkiye'yi “otoriterleşme” değil, tam tersine “hesap verilebilirlik” zeminine taşımıştır. Zira, devlet, korkulan değil, sorgulanan bir yapı olmak zorundadır, bu dönüşüm, otoriterleşme değil, demokratikleşmeye götürür bizi.
Bugün muhalefetin başvurduğu “darbe” söylemi, yersiz ve anlamsızdır… Siyasi meşruiyet krizine düşen bir muhalefet, halkın gündeminden kopuk şekilde yolsuzluk iddialarına karşı “tehdit” retoriği üretmektedir. Bu retoriğin içi boştur; çünkü ortada siyasi veya silahlı bir müdahale yoktur, sivil siyaseti tasfiye eden bir yapı hiç yoktur, yargının iradesine el koyan bir vesayet sistemi yoktur.
Tam aksine, Türkiye’de yargı bugün ilk kez bu kadar cesur, şeffaf ve bağımsız şekilde hareket edebilmektedir.
Asıl darbe, yargıya “sadece iktidarı denetle” dayatması yapan muhalefetin hukuk tanımaz yaklaşımıdır. Yargı herkes için vardır; iktidarı da muhalefeti de denetleyecektir.
Türkiye, seçimle yöneticisini seçebilen, yöneticisini sorgulayabilen, yasama-yürütme-yargı ayrımını gözeten, ifade özgürlüğünü ve medya çoğulculuğunu geliştirmiş bir demokrasidir.
Demokrasilerde yolsuzlukla, yozlaşmayla mücadele, temiz toplum ve yönetim arzusu ve çabası sistemin sağlığını koruyan bir bağışıklık sistemidir. Muhalefet, hukuki yapıları, kurumları, süreçleri itibarsızlaştırmak yerine, yolsuzlukla arasına net çizgiler çekmeli ve şeffaflıkta yarışmalıdır.
Türkiye'nin istikbali, ancak millet iradesinin, hukuk devleti anlayışının ve siyasi ahlakın birleştiği bir çizgide güvence altına alınabilir. Türkiye, millet iradesiyle yükselen, hukukun üstünlüğü ile güçlenen, kurumsal kapasitesiyle ilerleyen bir demokrasidir.
Demokratik düzenin saygınlığı, sadece seçim günü sandığa gitmekle değil, her gün hesap verebilir olmakla korunur.
Yolsuzlukla mücadele eden savcıya iftira, isnat, hakaret olmaz, özel hayatı, konutu ifşa edilerek tehdide yeltenilemez; devlete “diktatörlük” izafe edilemez, hesap soran yapıya “cunta” denemez. Bu kavramları yerli yerinde kullanmak, hem siyasal olgunluk hem de entelektüel dürüstlük gerektirir.
Prof. Dr. Zakir Avşar / Haber7
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol