Geleceğin Türkiyesi nasıl olmalı?
- GİRİŞ31.07.2025 09:08
- GÜNCELLEME31.07.2025 09:08
Bazı partiler, kurumlar kişiselleşmiş olsa da, yolsuzluk ve hırsızlık zanlılarını kurtarma topluluğuna dönüşse de bizlerin ülkemize ve milletimize karşı sorumluluğumuz devam ediyor. Geleceği düşünmek ve yarınlara yönelik çalışmak zorundayız.
Şikayet ettiğimiz ne varsa yarınlarda olmaması için başka da bir şansımız yok…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ekonomik bağımsızlık ve milli kalkınma, devletin temel hedeflerinden biri olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği üzere, “Siyasi bağımsızlık ancak iktisadi bağımsızlıkla birlikte anlam kazanır.” Bu temel anlayış, 1920’lerden itibaren başlayan sanayileşme planlamaları ve özellikle savunma sanayiinde dışa bağımlılığın azaltılması yönündeki girişimlerde kendini göstermiştir.
Ancak tarihsel süreç, bu milli kalkınma vizyonunun önünde engellerin olduğunu da göstermiştir. Erken Cumhuriyet döneminde birçok yerli girişimci, özellikle savunma sanayii alanında attıkları adımlarla Türkiye’nin kendi kendine yeterliliği yolunda umut vadetmiş; fakat içerden ve dışardan sistematik tasfiye operasyonlarına maruz kalmışlardır…
Örnekler çoktur… 1925 yılında kurulan ilk özel savunma sanayi şirketi olarak Şakir Zümre’nin girişimi, o dönemde Türkiye’nin mühimmat ihtiyacını karşılamak amacıyla el bombası, deniz mayını ve uçaksavar mühimmatı üretmiştir. Bu girişim, büyük teknik başarı olduğu gibi, aynı zamanda bağımsızlık perspektifinin somutlaşmasıydı. Ne var ki, 1940’ların başında uygulanan ithalat politikaları, yerli üreticilerin önünü tıkamış, bu alandaki girişimler büyük oranda geri plana itilmiştir. Şakir Zümre’nin savunma sanayi fabrikası soba fabrikasına dönüşmüştür…
Benzer şekilde, Nuri Killigil tarafından İstanbul Sütlüce’de kurulan silah ve mühimmat fabrikası, 1949’da yaşanan şüpheli patlama ve Killigil’in ölümüyle gölgelenmiştir. Dönemin belgelerinde dış kaynaklı sabotaj iddialarının yer alması, sadece teknik veya ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik güç mücadelelerinin de yerli girişimlerin önünü kesmek için kullanıldığını göstermektedir.
Havacılık alanında ise Nuri Demirağ’ın 1936’da kurduğu uçak fabrikası ve geliştirdiği Nu.D.36 ile Nu.D.38 modelleri, Türkiye’nin sivil havacılık kapasitesini geliştirme yönünde önemli bir adım olmuştur. Ancak Türk Hava Kurumu’nun sipariş iptal kararları ve fabrikanın kapanışı, yerli havacılığın büyümesinin sistematik biçimde engellendiğine dair somut kanıtlar sunmaktadır.
Vecihi Hürkuş’un yaşadığı lisans alamama ve projelerinin reddedilmesi, bu sürecin sembolü haline gelmiştir. Hürkuş’un havacılık tarihimizden silinmesi, sadece bir bireyin kaderi değil, aynı zamanda milli sanayi hafızasının kasıtlı olarak zayıflatılmasıdır.
1950 ve 60’lı yıllar, yerli sanayi için bir umut dönemi olmasına rağmen, bu umutlar çoğu zaman dış ve iç siyasi dinamikler nedeniyle suya düşmüştür. Necmettin Erbakan’ın öncülüğünde hayata geçirilen Gümüş Motor projesi, Almanya’ya motor ihracatı yapabilecek kapasiteye ulaşmışken, mali baskılar ve kamu desteğinin yetersizliği nedeniyle sona ermiştir.
Benzer şekilde, yine Necmettin Erbakan’ın fikri ile gelişen, gerçekleşen, 1961 yılında 129 gün içinde üretilen Devrim Otomobili, yerli otomotiv sanayi açısından dönüm noktası olmuş, ancak deposuna benzin konulmaması krizi ve kamuoyundaki yerli sanayiye güvensizlik atmosferi projenin başarısızlığa uğramasına yol açmıştır. Bu süreç, psikolojik savaş ve ekonomik manipülasyonların milli kalkınmaya nasıl zarar verdiğinin dramatik bir örneğidir.
1970’ler ise ağır sanayi hamlesi açısından önemli bir dönemdir. Erbakan’ın 1975–77 yıllarında temelini attığı 300’e yakın fabrikadan ancak yetmişi hayat bulmuş; bunlar da milli sanayinin gelişimi için kritik altyapılar oluşturmuştur.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte bu projelerin kesintiye uğraması ve sonrasında uygulanan IMF dayatmaları, bürokratik engellerle birleşerek millî sanayinin çökertilmesini beraberinde getirmiştir.
Her dönemde yaşananlar, milli kalkınma projelerinin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi dirençle de karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunun içindir ki, Nuri Demirağ da, Necmettin Erbakan da bu siyasi öngörüsüzlük, kötü niyet ve vesayeti aşmak için bizzat siyasete girmeyi, parti kurmayı bir yol olarak benimsemişlerdir… Çok partili hayata geçişte ilk kurulan parti Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi’dir ama başarılı olamamıştır. Rahmetli Erbakan ise Milli Nizam Partisi ile başladığı siyaset yolculuğunda Refah Partisi’ni iktidara taşıyarak Başbakan olmuştur…
1990’lar ve 2000’ler ise Türkiye’nin küresel ekonomi ile entegrasyonu sürecinde, savunma sanayinde dışa bağımlılığın kritik bir sorun haline geldiği yıllar olmuştur. İthalat lobilerinin etkinliği, dış baskılar ve ambargolar özellikle TSK’nın modernizasyonunda belirleyici hale gelmiştir. Örneğin, S-400 krizinden önce yaşanan Patriot ambargosu, Türkiye’nin stratejik özerkliğini sınayan önemli bir olaydır. Buna karşın, Baykar, Roketsan ve Havelsan gibi yerli savunma sanayi kuruluşlarının yeniden yükselişe geçmesi, sessiz ama kararlı bir direnişin göstergesidir.
2016 yılındaki 15 Temmuz darbe girişimi, devlet içindeki vesayet yapılarını ifşa etmiş ve savunma sanayinde paradigma değişimini hızlandırmıştır. FETÖ’nün bürokratik tahakkümü ve teknolojik sabotajları, milli savunma kapasitesinin artırılmasını zaruri kılmıştır. Bu bağlamda, Bayraktar TB2 ve Akıncı gibi SİHA’lar ile Karabağ Savaşı’nda sergilenen başarılar, yeni dönemin sembolleri olmuştur. Aynı şekilde, TCG Anadolu, Gökbey, Hürjet ve KAAN projeleri, çok eksenli ilerlemenin ve teknoloji bağımsızlığının göstergesidir.
“Terörsüz Türkiye” vizyonu, iç güvenlikte milli kapasitenin artırılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Özellikle el yapımı patlayıcılara karşı geliştirilen zırhlı araçlar ve ASELSAN radar sistemleri, terörle mücadelede etkinliği yükseltmiştir. İHA ve SİHA koordinasyonunun sınır güvenliğinde etkin kullanımı, Irak-Suriye hattında güvenli bölgelerin oluşturulması, bölgesel liderlik stratejisinin operasyonel boyutunu yansıtmaktadır. Bu çerçevede, uluslararası iş birlikleri ve bölgesel entegrasyon, Türkiye’nin terörle mücadelede çok boyutlu yaklaşımının parçası olmuştur.
Geleceğin Türkiye’si, stratejik sektörlerde bağımsızlık arayışını derinleştirerek uzay ajansı, milli uydu sistemleri, yapay zekâ ve savunma bilişimi gibi alanlarda öncü projeleri hayata geçirmektedir. Lityum, bor ve nadir toprak elementlerinin millîleştirilmesi ise, stratejik kaynakların ulusal kontrolünün sağlanması açısından kritik bir adımdır. Bununla birlikte milli finans, enerji ve haberleşme altyapısının güçlendirilmesi, ekonomik ve teknolojik bağımsızlığın sürdürülebilir kılınması için temel gerekliliklerdir.
Bu günlere kolay gelinmemiştir. Hepimizin büyük bir fedakarlık ve başarı hikayesi olarak hemfikir olduğumuz Baykar’ın başarısını anlatırken unutmamamız gereken bir diyalog vardır. Merhum Başbakanımız Necmettin Erbakan ile öğrencisi olan Baykar’ın kurucusu Özdemir Bayraktar arasında… Veysel Eroğlu’ndan alıntılayarak aktarayım: “ Özdemir Bey; Erbakan Hocamıza bu teknolojiyi ülkemize kazandırmak adına çok mücadeleler verdiğinden bahsetmiştir. Erbakan Hocamız da kendisine, 'Özdemir Bey, sistemin önünden geçen borular var ve onların önünde de tıkaçlar var, senin de benim de görevim o tıkaçları patlatmak' demiş. O da 'evet, ben o tıkaçları patlattım ama iki tane de aort damarı patlattım bu sebepten' diye cevap vermiş. Erbakan hoca da 'çektiğin sıkıntıları biliyorum ama senin bu işi yapman farzı ayndır' demiş.” Allah ikisine de gani gani rehmet eylesin…
Türkiye’nin geleceği, geçmişte engellenmiş olan milli sanayi hafızasının diriltilmesi ve yerli aklın gücünün merkezi konuma getirilmesiyle şekillenecektir. Tarihsel süreçte yaşanan sabotajlar ve dışa bağımlılık politikaları, bugün atılan adımların önemini ve anlamını derinleştirmektedir. Bu dönüşüm salt siyasi bir değişim değil, epistemolojik bir devrimdir; gücün ve bağımsızlığın merkezine yerli ve milli aklın yerleşmesi, Türkiye’nin gerçek anlamda kendi geleceğini inşa etmesinin ön şartıdır…
Prof. Dr. Zakir Avşar
Yorumlar21