Sevr'in 105. yılı
- GİRİŞ10.08.2025 09:03
- GÜNCELLEME11.08.2025 10:35
1920 yılının 10 Ağustos’uydu.
Paris’in güneybatısındaki kenar mahallelerden biri olan Sevr, Doğu-Batı savaşının tarihi bir anına tanıklık ediyordu.
Büyücek bir porselen fabrikasının toplantı salonuna kurulmuş olan masanın etrafı, Birinci Dünya Savaşını galip bitiren devletlerin temsilcileriyle çevrelenmişti.
Önlerinde, asırlardır hayalini kurup en az elli yıldır üzerinde çalıştıkları, gizli anlaşma ve görüşmelerle şekillendirdikleri tasfiye planının metni vardı.
Karşılarına Osmanlı Devletini temsilen üç kişilik bir heyet gelmişti. Ayan Meclisi üyelerinden Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis Bey...
Toplantı kısa sürdü. Taslak metin önceden paylaşıldığı, mahiyeti taraflarca bilindiği için ne tartışma oldu ne de müzakere... Osmanlı delegeleri kibirli bakışların ve müstehzi gülüşlerin gözetimi altında salona girdiler, imzalarını atıp çıktılar.
Saatler öğleden sonra dört civarını gösteriyordu.
Heyet üyeleri binadan ayrılıp otellerine dönerlerken ne hissettiler bilinmez. Ancak tarihin en utanç verici belgelerinden birini imzalamış olmanın ağır sorumluluğu altındaydılar.
On iki bölüm ve 433 maddeden oluşan antlaşmanın şartları oldukça ağırdı ve bir yenilgi belgesinin ötesindeydi. Her satırına asırların kini sinmişti. Türkiye’yi tümüyle Avrupa’dan atmakla yetinmiyor, ülkenin her karışını taksime açıp yok etmeyi amaçlıyordu.
Osmanlı Devleti, Asya ve Kuzey Afrika topraklarındaki bütün haklarını kaybediyordu. İngiltere, Irak ve Filistin’de, Fransa, Suriye’de mandater oluyordu. İstanbul dışındaki bütün Rumeli ve İzmir Yunanistan’a, Güney ve Güneydoğu vilayetleri İtalya ile Fransa’ya bırakılıyordu. Rusya hududunda bir Ermenistan devleti kuruluyor, sınırlarının tespiti ABD Başkanı Wilson’a bırakılıyordu. Kürtler bir yıl içinde isterlerse Doğuda bir devlet kurabileceklerdi. Boğazların yönetimi uluslararası bir komisyonu bırakılmıştı.
Kapitülasyonlar yeniden ihdas edilmiş, gayrimüslim cemaatlere okullar, dini ve sosyal kuruluşlar açma hakkı tanınmıştı. Her türlü mali karar, müttefiklerin oluşturacağı bir komisyon tarafından denetlenecek, Gümrükler Genel Müdürü yine komisyon tarafından belirlenecekti. Ticaret filosunun yanında askeri gücü de sınırlanan Osmanlı Devleti top ve ağır silahlardan mahrum bırakılmış, her türlü uçak kullanımı yasaklanmıştı.
Dahası, antlaşma metni savaş sonrası imzalanan bir barış antlaşmasında olmaması gereken emredici maddelerle doluydu. Kazı yapma izninin sadece deneyimli kişilere verilmesi, tarihi eser bulanların ödüllendirilmesi, beyaz kadın ticaretinin yasaklanması, müstehcen yayınların önlenmesi, tarıma yararlı kuşların korunması, tren vagonlarındaki fren sistemlerinin düzgün işletilmesi gibi hükümler bunlardan bazılarıydı. Türk halkı, adeta ehlileştirilmesi gereken bir topluluk olarak değerlendirilmişti.
Oysa Dünya savaşının diğer mağlupları ile yapılan anlaşmalar ortadaydı. Onlara da ağır şartlar dayatılmıştı. Almanya çökertilmiş, Avusturya-Macaristan yıkılmış, Bulgaristan zapt-u rapt altına alınmıştı. Ama hiçbiri böylesine aşağılanmamış, onurları böylesine zedelenmemişti.
Aslında sonucun böyle olacağı aylar öncesinden belliydi.
Antlaşmanın esası, San Remo Konferansında belirlenip müsvedde olarak 11 Mayıs 1920’de Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya verildiğinden beri yapılan tüm itirazlar kulak ardı edilmiş, alaycı bir dille reddedilmişti.
İngiliz Kralı V. George, Sultan Vahdettin’in “biraz daha insaflı olunmasını” istediği telgrafına, “Kaderinize razı olun” cevabını vermişti. Damat Ferit Paşanın İngiliz Dışişleri Bakanına yazıp Bern Sefiri Reşat Bey vasıtasıyla elden gönderdiği mektup kabul edilmemiş, “güvenli bir şehir postasına verilmesi” tavsiyesiyle yüzgeri edilmişti.
Ardından müttefiklerin tehdit dolu cevabı gelmişti:
“Osmanlı devleti, Çanakkale’yi kapatarak bir yandan Rusya ve Romanya’nın öte yandan bunların batısındaki müttefiklerin ulaşımını kesmekle savaşın en az iki yıl uzamasına ve bizim milyonlara varan insan yaşamı ve yüzlerce milyarlık kayba uğramamıza sebep oldu. Bu kayıp, vereceğiniz tazminatın çok üstündedir. Müttefik hükümetler olarak Türk çoğunluğunun oturmakta olduğu toprakları Türk boyunduruğundan kurtarmaya kararlıyız. Eğer antlaşma bu koşullar altında imza edilmezse gerekli tedbirleri alacağız.”
Bu tehdit, hükümeti korkutmuş, 22 Temmuz 1920 günü Saltanat Şurası bu meseleyi görüşmek ve karar almak üzere toplanmıştı. Toplantıya Sultan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Veliaht Abdülmecit Efendi, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah ve diğer devlet görevlileri katılmışlardı. Görüşme uzun sürmüş, kararların kabul edilmesi, aksi takdirde devletin tümüyle yok olacağı görüşü ağır basmıştı. Sadrazam, imzaya taraftarlar olanların ayağa kalkmasını, aksini düşünenlerin yerlerinde oturmasını istemiş, bir anda heyetin tamamı ayağa kalkmıştı.
Tarihin ağır hükmüne maruz kalan heyetin Sevr yoluna düşmesi, işte bu karar sonrasıydı.
Saltanat Şurasının bu teslimiyetçi yaklaşımını değerlendirenler, galip devletlerden özellikle de İngiltere’den takdir görme hissinin, yapılması istenilen her şeyi yerine getirmiş uslu bir çocuk edasının egemen olduğunu söylerler. Kimileri de azgınlaşan saldırılar karşısında zaman kazanıldığını düşünürler.
En azından Sultan Vahdettin bu görüştedir. Yıllar sonra Avni Paşaya dikte ettirdiği hatıralarında şöyle demiştir:
“Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şurası’nı da zaten her türlü sorumluluğu üstlenerek galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil ettirmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerden biraz zaman kazanmaya çalıştım. Çünkü olayların gidişatını normale çevirebilecek tek şey zamandı.”
...................
Antlaşmanın imzalandığı haberi Osmanlı topraklarında duyulunca büyük infial uyandırdı.
12 Ağustos günü İstanbul’da yayınlanan Vakit ve Peyam-ı Sabah gazeteleri haberi siyah çerçeve içine alıp, “Bugün Milli Matem Günüdür” başlığıyla duyurdular. Halk, Sultanahmet Meydanında toplanıp günlerce süren mitingler yaptı.
Antlaşmaya Ankara Hükümetinin tepkisi de sert oldu. Antlaşmanın Türkiye açısından yok hükmünde olduğunu söyledi. Ardından Ankara İstiklal Mahkemesini topladı. Sadrazam Damat Ferit Paşa ile birlikte antlaşmaya imza atan delegeleri idama mahkûm etti.
Bu arada Sevr Antlaşması İslam dünyasını da telaşlandırmıştı. Hint Hilafet Komitesi antlaşmanın kabul edilmemesi için Padişah’a çağrıda bulunmuş, o da; “Bugünkü muameleler zevahiri kurtarmak ve vakit kazanmak içindir. Müsterih olun...” cevabını vermişti.
.............
Sevr Antlaşması, Batı emperyalizminin karanlık yüzünü ve Türkiye’ye yönelik emellerini açığa koymaktan öte bir anlam taşımadı. Hiçbir zaman da geçerlilik kazanmadı. Devletler hukukuna göre bunun olabilmesi, her ülkenin kendi iç hukukundaki kurallar ve yöntemlere göre onaylanmasına bağlıydı. O günkü anayasaya göre önce Meclis-i Mebusan tarafından onaylanacak, ondan sonra padişahın onayına sunulacaktı. Hâlbuki Meclis-i Mebusan dört ay önce 11 Nisan’da kapatılmıştı.
Kaldı ki antlaşma Yunanistan dışında İtilaf Devletleri ve müttefiklerinin parlamentoları tarafından da onaylanmadı.
Zamanla derinleşen paylaşım kavgası, işgalciler arasındaki ayrılıkları artırmış, Büyük Millet Meclisinde vücut bulan muazzam Anadolu direnişi bütün hesapları bozmuştu.
Aradan geçen 105 yıla rağmen ne Sevr’in tartışması bitti ne de emperyalizmin oyunları...
Zekeriya Yıldız / Haber7
Yorumlar7