Gazze'nin Vicdan Muhasebesi

  • GİRİŞ15.08.2025 09:11
  • GÜNCELLEME16.08.2025 09:51

Gazze’de yaşanan zulüm artık tanklarla, bombalarla, mermilerle tarif edilemeyecek bir boyuta ulaştı. Artık ölüm, sessizce geliyor; bir dilim ekmeğin, bir yudum suyun yokluğunda. İsrail rejimi, yıllardır sürdürdüğü işgal politikasını yalnız askeri değil, aynı zamanda biyolojik ve psikolojik bir yok ediş stratejisiyle sürdürüyor. Son aylarda ise bu strateji, açlığı silaha dönüştürerek insanlık tarihine kara bir leke daha ekledi.

Gazze, dünyanın gözü önünde bir toplama kampına dönüşmüş durumda. İnsanlar bombalardan değil artık açlıktan ölüyor. Çocuklar yetersiz beslenme nedeniyle beyin gelişimini tamamlayamadan, kadınlar bebeklerine süt veremeden can veriyor. Anne karnında aç bırakılan nesillerden bahsediyoruz. Bu tablo, yalnızca bir savaşın değil; planlı, sistematik, hedefli bir soykırımın ilanıdır.

Abluka o kadar derinleştirildi ki, Gazze’ye yönelik insani yardım neredeyse tamamen durdu. Yüzlerce yardım tırı Mısır sınırında bekletiliyor, bazıları toprağa gömülüyor, bazıları geri çevriliyor. İsrail, bu yardımların Gazze halkına ulaşmasını engelleyerek, açlığı bilinçli ve stratejik bir araç olarak kullanıyor. Açlığın, bir “disiplin ve teslimiyet” yöntemi olarak kullanılmasını yalnızca faşist rejimlerin tarihinde görmüştük. Bugün aynı yöntemi siyonist İsrail devleti uyguluyor.

Bu süreçte Gazze’ye yardım ulaştırmaya çalışan Hanzala Gemisi gibi sembolik adımlar, insanlık onurunun henüz tamamen ölmediğini gösterse de, bu çabaların büyüklüğü, karşı karşıya olduğumuz felaketin yanında ne yazık ki cılız kalıyor. Kimi zaman deniz yoluyla gönderilen yardım gemileri ya rotadan çevriliyor ya da saldırıya uğruyor. Gazze'ye ulaşan her parça yardım, sadece bir erzak değil; aynı zamanda dünyanın suskun vicdanına karşı bir çığlık, bir utanç belgesidir.

Bugün açlık, yalnız mideyi değil, insanlık onurunu da tüketiyor. Çocukların kemikleri sayılıyor, anaların gözyaşları susmuyor. Ve tüm bunlar biz seyir halindeyken oluyor. Televizyonlarda, sosyal medyada, akademik raporlarda, her yerde gözümüzün önünde.

Sessizliğin İdeolojisi – Seyreden Toplum, Katılaşan Kalpler

Gazze bombalanırken yalnızca binalar yıkılmadı; bizim içimizdeki o eski titreyen vicdanlar da enkaz altında kaldı. Artık ölü çocuk fotoğrafları bizi ağlatmıyor. Hastane avlularında şehit edilen kadınların feryatları kulağımızda kalmıyor. Oysa bir zamanlar en küçük bir zulüm haberiyle sokaklara dökülen halklar, şimdi sadece ekran başında göz gezdiriyor, "beğen" tuşuna dokunup bir sonraki videoya geçiyor.

Bu suskunluk, sıradan bir ilgisizlik değil; modern çağın şekillendirdiği bir “sessizlik ideolojisi”dir. Konforla beslenmiş, dijital alışkanlıklarla uyuşmuş zihinler artık sadece izliyor, ama hiçbir şey hissetmiyor. Filistinli çocuklar açlıktan ölürken, bizler kahve bardaklarımızı sosyal medyada paylaşıyoruz. Bir tweet ile vicdan rahatlatıyor, bir hikâyeyle ahlaki sorumluluklarımızı geçiştiriyoruz. Oysa bu çağda zulme karşı durmanın en azından bir maliyeti olmalıydı.

Eskiden eylemler olurdu, protestolar düzenlenirdi. Meydanlara çıkan kalabalıklar vardı; belki etkisi sınırlıydı ama en azından bir direniş ruhu vardı. Boykotlar yapılır, kampanyalar yürütülürdü. Artık onlar da yok. Şimdi tepki, bir görseli profiline eklemekle sınırlı. “Dualarımız Gazze ile” demekle yetinmek, ahlaki görev zannediliyor. Oysa dua, fiili çabanın ardından gelir. Biz ise ne dua ediyoruz ne de harekete geçiyoruz.

Bu sessizlik, sadece dışsal bir tembellik değil; içsel bir çürümenin göstergesidir. Kalplerimiz katılaştı. Kur’an’ın ifadesiyle, sanki taştan da daha sert hâle geldiler. Bizi harekete geçirecek o merhamet duygusu, ümmet bilinci, iman sorumluluğu derin bir uykuya yatırıldı. Herkes kendi konforuna, kendi gündemine gömüldü.

Üstelik bu atalet yalnız bireysel değil, kolektif bir dağılmayı da beraberinde getiriyor. Cemaatler, STK’lar, akademik çevreler, kanaat önderleri herkes sessiz. Adeta vicdan, dış politika analizlerine kurban edildi.

Ve bu sessizlik aslında tarafsızlık değil, failliğin bir biçimidir. Zulme karşı sessiz kalmak, zalimin yanında saf tutmaktır. Her sessizlik, işlenen suça verilen zımni bir onaydır. İmam Şafii'nin dediği gibi: "Zalime karşı çıkmayan, mazluma zulmetmiş gibidir." Bugün bizler, çıkmadığımız her sesle mazluma yeni bir acı yüklüyoruz.

Toplum olarak içine düştüğümüz bu ataleti anlamadan, ne Gazze’yi anlayabiliriz ne de kendimizi. Çünkü Gazze sadece bir coğrafya değil; bizatihi ümmetin kalbidir. Kalbimiz ağrımıyorsa, demek ki artık atmaz olmuştur.

İslam’ın Direniş Ahlakı – Eylemsiz İman Sahih midir?

Zulmün ortasında susan bir ümmetin imanı ne kadar sahih olabilir? Bu soru bugün her Müslümanın kalbine saplanmalı. Çünkü Gazze’de akan kan sadece çocukların değil; bizim inancımızın, iddiamızın, ahlakımızın kanıdır. Herkesin bir tavır ortaya koyması gereken günlerden geçiyoruz. Zira "Zulme rıza, zulmün kendisidir."

İslam, zulme karşı duyarsızlığı kabul etmez. Hakkı ayakta tutmak, bâtıla karşı direnmek, müminin varlık gerekçesidir. Bu sadece siyasi ya da insani bir sorumluluk değil; doğrudan imanın tezahürüdür. Peygamber Efendimiz (sav), "Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin; buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle; ona da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz edin – ki bu, imanın en zayıf derecesidir" buyurur. Peki biz bugün kalbimizle bile buğz edebiliyor muyuz?

Açlıktan ölen çocuklara baktığımızda içimiz yanmıyorsa, inandığımız değerler sarsılmalı değil mi? Sessizlik, zamanla kabule dönüşüyor. Kabulleniş ise imanla bağdaşmaz. Çünkü zulme karşı çıkmak, yalnız mazluma yardım değil, zalimi durdurma sorumluluğudur. Ve bu, yalnızca cesaret değil, imanın bir göstergesidir.

Ebu Ubeyde’nin çarpıcı uyarısı, bu çağın en keskin uyarılarında biri: "Gazze'nin mazlumları yarın mahşer gününde sizlere hasım olacaklar." Bu söz, sadece bir tehdit değil; ilahi adaletin vicdanda açtığı bir çentiktir. O gün geldiğinde “Ama elimden bir şey gelmiyordu” demek, samimi bir mazeret olarak kabul görecek mi? Yoksa bu acziyeti bir bahane değil, bir ceza olarak mı önümüze koyacak Rabbimiz?

Bugün ümmet olarak sadece İsrail’in zulmüyle değil; suskunluğumuzun yarattığı sessizlik çölüyle de imtihan oluyoruz. Sessizlik, bu çağın en tehlikeli virüslerinden biri hâline geldi. Zalimler konuşmuyor, eylem yapıyor. Bizse konuşuyor, ama hiçbir şey yapmıyoruz. Aradaki fark artık ölümlerle ölçülüyor.

Ve unutulmamalı: İslam sadece namaz, oruç, hac, zekât değildir. İslam aynı zamanda mazlumu korumaktır. Zengine değil yetime taraf olmaktır. Adaletin yanında durmak, zalimin yüzüne hakkı haykırmaktır. Hakkı haykırmayan bir ümmet, artık ümmet değil, sürüdür. Ve Kur’an, o sürüleşmeye düşen toplumları helâk edilen kavimler olarak tasvir eder.

Bugün ahlaki bir ayrım çizgisindeyiz. Herkesin bir tercihi var: ya zulmün tarafında durmak ya da mazlumun yanında saf tutmak!

Artık mesele ne kadar güçlü olduğumuz değil; ne kadar kararlı olduğumuz. Çünkü zalimler, bizim gücümüzden değil, kararsızlığımızdan cesaret alıyor. İsrail rejimi yalnızca silahların değil, suskunluğumuzun, atalete teslim olmuş ümmet refleksinin de gücüne yaslanıyor. Dolayısıyla direniş, sadece fiziksel değil; önce ahlaki ve zihinsel bir yeniden doğuştur.

Öncelikle vicdanlar uyanmalı. Bu, soyut bir çağrı değil; somut bir sorumluluk. Her birey, her kurum, her topluluk kendi mecrasında yapabileceğinin en fazlasını yapmakla yükümlü. Çünkü “elimden bir şey gelmiyor” demek, çoğu zaman kendimizi kandırmanın en rahat kılıfıdır. Hâlbuki elimizden çok şey gelir.

Ve unutmamalıyız ki direniş sadece Gazze’de değil, burada, kalplerimizde de başlamak zorunda. Çünkü Gazze’ye yardım edemeyen bir toplum, kendi geleceğine de yardım edemez. Direniş bir hattı müdafaa değil, bir şuurun müdafaasıdır. Ahlaki bir bilinç hattı… Bu hat çökerse, sadece Filistin değil, Mekke de, Medine de, İstanbul da tehdit altındadır.

Bugün yapacağımız her eylem küçük görünse de, vicdanın yeniden filizlenmesi için bir tohumdur. Bu tohumlar bir gün, Allah’ın izniyle direnişin ormanına dönüşür. Ve bu direniş, sadece siyonizme değil, çürümüşlüğe, atalete, unutuşun karanlığına karşı da bir başkaldırıdır.

Gazze’yi unutmak, sadece bir şehri değil; ümmeti, tarihi ve geleceği yok saymaktır. O yüzden artık “ne yapabiliriz” sorusunu değil, “ben ne yapmalıyım” sorusunu sormak zorundayız. Herkes kendi safını belirlemeli: zulmün karşısında mı, yoksa sessizliğin tarafında mı?

Ortası yok bu meselenin. Tarafsız kalanlar, tarih boyunca hep zalimlerin lehine işlemiş adaletsizliklerin sessiz tanığı olmuşlardır. Oysa İslam, sadece tanık olmayı değil, şahitlik yapmayı emreder. Ve şahitlik, risktir. Bedel ister. Bu bedeli göze alamayan bir iman, ne kadar diri kalabilir?

Enes es-Şerif’in Ardından…

Gazze, yirmi birinci yüzyılın en yoğun kuşatma ve saldırılarına sahne olan bir coğrafya olarak, hem uluslararası hukukun hem de insan vicdanının sınandığı bir mekân hâline gelmiştir. Burada, yaşanan insani trajedinin dünya kamuoyuna aktarılmasında gazetecilerin rolü tartışmasız hayati önemdedir. Ancak bu rol, yüksek riskler ve ölüm tehlikesi ile iç içedir. Bu bağlamda, Filistinli gazeteci Enes es-Şerif, yalnızca bir haberci değil, aynı zamanda hakikatin tanığı, direnişin sesi ve insanlık onurunun savunucusu olarak tarihe geçmiştir.

Enes es-Şerif, Al Jazeera’nın Gazze muhabiri olarak, İsrail’in sistematik saldırılarını, sivillerin yaşadığı insani felaketi ve uluslararası toplumun sessizliğini en çarpıcı karelerle dünyaya aktarmıştır. O, savaş haberciliğini yalnızca bilgi aktarma pratiği olarak değil, ahlaki bir sorumluluk ve direniş biçimi olarak görmüştür. Sık sık iletişim hatlarının kesildiği, bombardımanların sürdüğü koşullarda, çatılara çıkarak sinyal araması, tehlikeye rağmen haber akışını sürdürmesi, onun habercilik anlayışının özünü ortaya koyar.

Şehadete Giden Süreç

Enes eş-Şerif, hayatının son gününde yine en tehlikeli noktadaydı: Gazze’nin yüreğinde, Şifa Hastanesi’nin yakınında. O gün, hastane çevresinde kurulan basın çadırında, dünyanın gözlerini Gazzelilerin dramına çevirecek haberleri iletmek için görev başındaydı. Ancak İsrail güçlerinin düzenlediği ani ve ağır saldırı, gazetecilerin bulunduğu alanı hedef aldı. Patlama, bir anda kameralara, mikrofonlara ve hakikati duyurma çabasına doğrultulmuş bir kurşun gibi, Enes’in bedenini ve hayatını aldı.

Bu saldırı, yalnızca bir gazetecinin ölümünden ibaret değildi; hakikati anlatan, zulmü kaydeden gözlerin susturulmasıydı. Uluslararası hukuk açıkça, savaş bölgelerinde gazetecilerin korunmasını zorunlu kılarken, bu saldırı bir kez daha Filistin’de hiçbir kuralın geçerli olmadığını dünyaya gösterdi. İsrail’in yıllardır süregelen gazetecileri hedef alma pratiği, yalnızca Enes’in değil, halkın gerçeklere ulaşma hakkının da doğrudan ihlalidir.

O gün, saldırının ardından yayılan görüntülerde, Enes’in meslektaşlarının gözyaşları ve öfke dolu çığlıkları duyuldu. Onlar biliyordu ki, Enes eş-Şerif’in şehadeti yalnızca bir hayatın sonu değil; Gazze’nin sesini kısmak için atılmış karanlık bir adımdı. Ama aynı zamanda, onun ardında bıraktığı hakikat mirası, her saldırıya rağmen daha gür bir şekilde yankılanacaktı.

Enes’in Vasiyeti ve Mesajı

Enes eş-Şerif’in ardından geriye yalnızca görüntüler, röportajlar ve haberler kalmadı; aynı zamanda yüreklere kazınan bir vasiyet bıraktı. Ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı sözlerinde, sahada yaşadığı acıyı ve buna rağmen vazgeçmediği hakikat arayışını şu cümlelerle dile getirmişti:
“Acıyı her detayıyla yaşadım… gerçeği çarpıtmadan ve saptırmadan olduğu gibi aktarmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim.”

Bu satırlar, onun mesleğe değil, hakikate adanmış bir hayat sürdüğünün en net kanıtıdır. Savaşın gölgesinde, bombaların arasında, yaralıların çığlıkları içinde bile Enes, kalemini ve kamerasını birer emanet olarak taşıdı. Onun için gazetecilik, yalnızca bilgi aktarmak değil; zulmün karşısında bir duruş, mazlumun yanında bir nöbetti.

Vasiyetinin en sarsıcı cümlesi ise, ardında bıraktığı emanetin boyutunu gözler önüne seriyordu:
“Filistin’i size emanet ediyorum… özgürlük ve onur güneşi ülkemizin üzerine doğana dek.”

Bu çağrı, yalnızca meslektaşlarına değil, tüm İslam dünyasına ve vicdan sahibi insanlara yönelmişti. Enes’in sesinde korku yoktu; aksine, yeryüzünün dört bir yanına yayılan bir davet vardı. O, Filistin’i yalnız bırakmamamız gerektiğini, suskunluğun en az saldırı kadar yaralayıcı olduğunu hatırlatıyordu.

Bugün onun vasiyeti, yaşayan bir söz, diri bir çağrı olarak önümüzde duruyor. Ve bu çağrıya kulak vermek, yalnızca bir vefa borcu değil; insanlık onurunun gereği.

Yorumlar1

  • Meltem 5 gün önce Şikayet Et
    Allah razı olsun . Çok güzel bir yazı
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat