Yasak bir şarkının hikâyesi
- GİRİŞ21.09.2025 09:08
- GÜNCELLEME21.09.2025 09:08
Lemi Atlı, Klasik Türk Müziğinin en büyük bestekârlarından biriydi.
1869’da başlayıp 1945 yılında sona eren 78 yıllık ömründe, yakın tarihimizin en önemli olaylarına tanıklık etti. Padişahlığı, Meşrutiyeti, Cumhuriyeti ve tek parti dönemini yaşadı. Savaşlar, işgaller, devrimler, yokluklar gördü. Hassas ruhunda derin izler bırakan bu olayların etkisi eserlerine de yansıdı. Bestelediği birçok şarkının dillere düşmesinin belki de en önemli nedeni buydu.
300 civarındaki bestesinin yarısından fazlası unutulsa da önemli bir kısmı günümüze kadar ulaştı. Hatta içlerinden biri, siyasi bir mesaja konu olduğu için gazaba uğrayıp yasaklandı. Çeyrek asır süreyle yasaklı kaldı. Yasağa rağmen unutulmadı.
Gençlik yıllarındaki ilk bestelerinden biri olan bu şarkının sözleri, Lale Devri dönemi şairlerinden Nedim’e aitti. Ağır bir haksızlığa uğrayıp meramını kimseye anlatamayan çaresiz bir insanın duygularını dile getiren uşşak makamındaki şarkı çok beğenilmiş, kısa zamanda bütün ülkeye yayılmıştı.
“Bu imdidâd-ı cevre-ki bahtın şîtâbı var
Mihnet medâr olan feleğe intisâbı var
Eyler nesîm-i lütfu bize gird-bâd-gam
Bu rüzgâr-ı bi-mededin inkılabı var”
Şarkının bestelendiği dönemde devletin başında Sultan II. Abdülhamit Han vardı. Şiirin özellikle son mısrası İttihatçıların dikkatini çekmiş, Abdülhamit karşıtı hareketin parolası haline getirmişlerdi. Makedonya’da, Selanik’te ya da herhangi bir Balkan şehrinin kuytu bir köşesinde ne zaman bir araya gelseler bu şarkıyı dinler, rüzgârın tersine eseceği günlerin hayaliyle sözlerine eşlik ederlerdi.
Gün geldi hayalleri gerçek oldu. Meşrutiyeti ilan ettiler. Abdülhamit’i devirip iktidara geldiler.
İktidar dönemleri hem zor hem de sıkıntılı geçti.
Balkan Savaşları, Dünya Harbi derken koca ülke kartopu gibi eridi. Mütareke ve işgal yıllarında İttihatçı kadroların her biri bir yere savruldu. Kimi yurtdışına gidip Ermeni kurşunlarına hedef oldu, kimi Anadolu’ya çekilip direnişe geçti.
Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden toplandılar. Gidenler geri dönüp kalanların karşısına çıkarak iktidardan pay istediler.
Dönenlerden biri de Doktor Nazım’dı. İttihat ve Terakki’nin kurucu şeflerinden biriydi. Cemiyetin katip-umumiliğini, Talap Paşa Hükümetinin Maarif Nazırlığını yapmıştı. Kırgın ve küskün bir şekilde gelip İzmir’e yerleşmişti.
Bir zamanlar birlikte ihtilal şarkıları söyledikleri Mustafa Kemal Paşa’yı Talat’ın ölümünden sorumlu tuttuğu, “Eğer memlekete soksaydı Ermeniler onu öldüremezlerdi” dediği, tramvaylarda küfürlü konuşmalar yaptığı, “Gazi” kelimesini alaya alarak “Gazoz Paşa” dediği söyleniyordu. Arkadaşlarının her biri bir köşede muhalefete çekilmişlerdi.
Eski dostlar, 1926 yılının yazında derin bir hesaplaşmaya girdiler.
Bir zamanlar “Sarı Paşa” diyerek hafife aldıkları Mustafa Kemal Paşa, artık Reisicumhurdu ve ülkenin en kudretli adamıydı. İkinci Grupçular, Terakkiperverci Paşalar, Hilafetçiler ve tabi ki İttihatçılar... Şahsına yönelik İzmir’deki suikast teşebbüsünü bahane göstererek tüm muhalif unsurları bir torbaya doldurup başlarına demir bir yumruk gibi indi.
İstiklal Mahkemesi adeta bir giyotine dönüştü. Darağaçları bir zamanların en güçlü adamlarını art arda sallandırdı.
Asılanlardan biri de Doktor Nazım’dı.
İdamından önce son sözleri sorulduğunda hayali yıllar öncesine gitmiş, Selanik sokaklarında bir ağızdan söyledikleri ihtilal şarkısının sözlerini hatırlamıştı:
“Paşa’ya selam söyleyin. Bu rüzgâr-ı bi-mededin inkılabı var...”
Derler ki; Doktor Nazım’ın infaz edildiği haberi Gazi Paşa’ya ulaştığında radyodan bu şarkının sözleri yükseliyordu. Paşa, şarkının hatırlattıklarına mı üzülmüştü yoksa giderayak posta koyuşuna mı sinirlenmişti bilinmez... Eliyle radyoyu işaret edip “Kaldırın bu şarkıyı” diye emretti.
Ve...
Osmanlı tarihindeki zevk ve şetaret döneminin hercai şairi Nedim’in kim bilir hangi duygular içinde neyi düşünürken yazdığı, Boğaziçi Bülbülü Lemi Atlı’nın hüzün ve ümit yüklü bu şarkısı o gün yasaklandı.
Sadece radyo repertuarından değil müzik sesi duyulan tüm ortamlardan silindi.
Yasak uzun sürdü.
Ta ki... 1952 yılına kadar.
İki yıl önce yapılan ilk çok partili seçimlerde Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidar olmuştu.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü... DP kurucusu, yeni iktidarın en güçlü dört ismi Ziraat Bankası Genel Müdürü Mithat Dülge’nin evinde bir akşamüstü bir araya geldiler.
Refik Koraltan, dostlar arasındaki bu buluşmaya eşinin akrabası olan dönemin en ünlü sanatçılarından Alaaddin Yavaşça’yı da çağırmıştı.
Yemekler yendi, çaylar içildi, sohbetler edildi. Ardından Alaattin Yavaşça mini bir konser verdi. Konserin sonlarına doğru Başvekil Adnan Menderes sessizce ayağa kalktı. Ünlü sanatçıya bakarak hiç kimsenin beklemediği bir istekte bulundu:
“Bu rüzgâr-ı bi-mededin inkılabı var, şarkısını söyler misiniz?”
Alaaddin Yavaşça, hafif bir tebessümle karşılık verdi. Ardından sanki hiç yasaklanmamış, hiç unutulmamışçasına bir rahatlık içinde şarkıyı okumaya başladı. Ardından bir daha, bir daha okudu.
İsteğin Adnan Menderes’ten gelmesi boşuna değildi. Doktor Nazım, Menderes’in akrabasıydı. Üstelik aynı ailenin damatlarıydılar. Nazım Beyin eşi Beria Hanım gibi Adnan Beyin eşi Berin Hanım da Evliyazâde ailesinin kızlarıydılar. Tıpkı Nazım’ın asıldığı dönemde Hariciye Vekili olan Tevfik Rüştü Aras gibi...
Tevfik Rüştü Bey, bacanağının idamını engelleyememişti ama Adnan Bey çeyrek asrın ardından onun yasağını kaldırmayı başarmıştı...
Zekeriya Yıldız / Haber7
Yorumlar11