76 yıllık şüphe
- GİRİŞ05.10.2025 09:24
- GÜNCELLEME05.10.2025 09:24
1890 yılında doğdu.
Gagavuz Türklerinden bir aileye mensuptu. Büyük dedesi 1783 yılında Kırım’ın Ruslar tarafından işgali üzerine muhacir olmuş, önce Balkanlara ardından Kastamonu’nun Abana ilçesine yerleşmişlerdi. Babası Nafia Nezaretinde çalışan bir memurdu. Manastır’a tayin edilmiş, doğumu bu tayin esnasında gerçekleşmişti. Nüfus kaydındaki ismi Mustafa Nuri idi...
Amcası Halil Bey gibi ağabeyi Enver Bey de askerdi. İlerleyen yıllarda her ikisi de tarihin önemli isimleri haline gelecek, amcası Birinci Dünya Harbinin en büyük zaferlerinden biri olan Kût’ül-Amâre’nin muzaffer Paşası olacak, ağabeyi Harbiye Nazırlığına kadar yükselip devletin kaderine hükmedecekti.
Mustafa Nuri belki onların da etkisiyle asker oldu. 1909 yılında Harp Okulunu bitirip teğmen olarak orduya katıldı. En büyük özelliği çok iyi nişancı olmasıydı. Asla boşa atmaz, hangi mesafeden olursa olsun hedefini mutlaka vururdu. Avusturya’da yapılan bir atış müsabakasına ülkemizi temsilen gönderilmiş, birinci olup gelmişti.
İlk savaş tecrübesini Trablusgarp Cephesinde yaşadı. İtalyan işgalini durdurmak üzere aralarında amcası Halil, ağabeyi Enver’den başka Fethi, Mustafa Kemal, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Cevat Abbas gibi isimlerin de bulunduğu genç subaylarla birlikte gönüllü olarak savaşa katıldı. Derne, Bingazi, Tobruk, Homs ve Mısrata bölgelerinde İtalyanlara karşı mücadele etti.
Trablusgarp Savaşı sürerken Balkan Savaşları patlamış, cepheler çökmüş, Edirne düşmüş, Bulgarlar Çatalca önlerine kadar gelmişlerdi. Gönüllü subaylar alelacele İstanbul’a döndüler. Üzerlerindeki tozu silkelemeye bile fırsat bulamadan Balkan Cephesine koştular.
Teğmen Nuri Bey, Çatalca savunma hattında görev aldı. Burada gösterdiği başarıdan dolayı rütbesi yüzbaşılığa yükseltildi.
Dünya Harbi çıktığında İstanbul’da, Harbiye Nezaretinde görevliydi. Bölgedeki tecrübesi de dikkate alınarak yeniden Trablusgarp’a gönderildi. “Afrika Grupları Komutanı” olarak Şubat 1915’ten, Ocak 1918’e kadar burada kaldı. Yerel direnişçilerden kurduğu derme çatma orduyla bir yandan İngilizlere karşı savaştı, diğer yandan İtalyanlara... Hem Kanal Harekâtına destek olmak için uğraştı hem de İtalyan birliklerini Trablus’tan söküp atmak için...
Bu mücadele esnasında en büyük sıkıntısı silah ve mühimmat eksikliğiydi. Bu eksikliği İtalyan cephaneliklerine yaptığı baskınlarla gidermeye çalışır, tomruklardan sahte toplar yapıp siperlere yerleştirir, cephedeki boş kovanları toplatıp barut doldurarak mermi haline getirirdi.
İman, cesaret, fedakârlık... Hepsi tamamdı. Ama düşmanın silah gücü ve teknolojik üstünlüğü karşısında çoğu zaman çaresiz kalıyordu. Bu çaresizliği hiçbir zaman unutmayacak, yıllar sonra silah fabrikası kurmaya karar verdiğinde bir ülkenin bağımsızlığının kendi silahını üretmekten geçtiğini söyleyecekti.
Kıt imkânlarla yürütülen mücadele Trablusgarp’ı kurtarmaya yetmedi. Zaten Dünya Harbinde sona yaklaşılmış, yenilginin solgun yüzü kendini göstermeye başlamıştı.
Başarılarından dolayı iki rütbe birden alıp Yarbaylığa yükselen Nuri Bey, Ocak 1918’de İstanbul’a çağrıldı. Bolşevik devrimiyle savaştan çekilen Moskova yeniden toparlanmış, Sovyet Ordusu Bakü’ye saldırmış, Azeri topraklarında güç sahibi olmak isteyen İngiltere Ermenileri sahaya sürmüştü. Osmanlı Hükümeti kayıplar ve yenilgiler yaşasa da Azerbaycan ve Dağıstan’dan yükselen yardım çağrılarına kayıtsız kalmadı. Bölgenin Türk ve Müslüman halklarını zulüm ve işgalden kurtarmak için harekete geçti.
Halil Paşa, Şark Orduları Grup Komutanlığına getirilirken Nuri Bey de “Kafkas İslam Ordusu” adıyla kurulacak birliğin başına komutan olarak atandı. Padişah fermanıyla “Yaverân-ı Hazret-i Şehriyari” unvanı ve fahri paşalık rütbesi verilerek Kafkas dağlarına doğru yola çıkarıldı.
Gence’ye geldiğinde takvimler 25 Mayıs 1918’i gösteriyordu. Üç gün sonra bağımsız Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurulduğunu açıkladı. Şark Cephesinden kaydırdığı düzenli birliklerle yerel halktan oluşan milis güçlerini birleştirerek Kafkas İslam Ordusunu kurdu.
Sıkı bir şekilde eğittiği bu orduyla adeta destan yazdı. 15 Eylül 1918’de Bolşevik güçlerini, İngiliz ordusunu ve Ermeni çetelerini önüne katarak Bakü’den söküp attı.
Bu zaferden bir buçuk ay sonra Dünya Harbi sona erdi. İttifak devletleriyle birlikte Osmanlı da savaştan mağlup ayrıldı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Başta ağabeyi Enver Paşa olmak üzere İttihatçı Kabine ülkeyi terk etti.
İngilizlerin, Nuri Paşa bölgede kaldıkça Azerbaycan’ı tanımayacaklarını söylemeleri üzerine İstanbul’a doğru yola çıktı. Batum’da tutuklandı. Yargılanmak üzere götürülerken 9 Ekim 1919’da Kafkas milis güçleri tarafından kurtarıldı.
Bir müddet Dağıstan’da kaldı. 1920 Haziran’ında Milli Mücadeleye katılmak üzere bir süvari alayı ve topçu bataryası ile birlikte Erzurum’a gelip Karabekir Paşanın emrine girdi. Hem cephede hem de cephe gerisinde büyük yararlılıklar gösterdi.
1922 yılında geçirdiği ağır bir rahatsızlıktan dolayı tedavi için Almanya’ya gitti. İki yıllık bir tedavinin ardından İstanbul’a döndü.
Trablus çöllerinde başlayıp Kafkas dağlarında sona eren onbir yıllık savaş nihayet sona ermişti.
Yeni haritalar çizilmiş, yeni dengeler oluşmuş, yeni bir dünya kurulmuştu. Bu düzende muktedir olup bağımsız kalmak en büyük mücadeleydi.
Kenarda durup sessizce bekleyecek biri değildi.
Kolları sıvayıp işe koyuldu.
Almanya’da bulunduğu yıllarda çinicilik üzerine çalışmalar yapmıştı. 1925 yılında bu işin anavatanı olan Kütahya’da çini ve seramik üretimi üzerine bir şirket kurarak iş hayatına atıldı. Oradan edindiği sermayeyle 1931 yılında silah sanayiine yöneldi. Gençlik yıllarından itibaren cepheden cepheye koşmuş, silah ve teçhizat yokluğunun ıstırabını yaşamış, bunca hezimetin bundan kaynaklandığına inanmıştı.
Zeytinburnu’nda bir fabrika kurup matara, gaz maskesi, çelik başlık, askerî teçhizat, mermi ve tapa imalatına başladı. 1938 yılında Sütlüce’deki kok kömürü üreten bir şirketi satın alıp Madeni Eşya Fabrikasına dönüştürerek buraya taşındı. Daha öncekilere ek olarak tabanca, havan mermisi, uçaksavar mermisi, uçak bombası ve tahrip kalıpları üretti. “Killigil” tabancası olarak bilinen kendi tasarımı tabancanın seri üretimine geçti. Bu arada soyadı kanunu çıkınca atalarının Kırım Göçü sonrası Balkanlarda yaşadıkları şehri hatırlatması için “Killigil” soyadını almış, ürettiği tabancaya bu adı vermişti.
Fabrika kısa zamanda büyüyüp dünyanın sayılı silah üretim tesisleri arasına girdi. Onunla birlikte milli harp sanayiimiz de hızla gelişmeye başladı. 1938’den 1941 yılına kadar kara, deniz ve hava kuvvetlerinin ihtiyaç duyduğu, top, mermi, tabanca ve bomba başta olmak üzere birçok askerî mühimmat buradan karşılandı. Zira hem yerli ve milli üretimdi hem de dünyadaki örneklerinden çok daha kaliteli ve ucuzdu. Üstelik İkinci Dünya Savaşı kapımızdaydı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan “soğuk savaş” yıllarında Türkiye’nin ağır sanayi yatırımlarından vazgeçmek şartıyla Marshall Planına dâhil edilmesi her şeyi ters yüz etti. Söz konusu planın hayata geçmesi, ordunun silah ve mühimmat ihtiyacının artık ABD’den sağlanacağı anlamına geliyordu. Bu gelişme üzerine Nuri Killigil tüm gücüyle dış pazarlara yöneldi. Uluslararası fuarlara katılıp rakipleriyle boy ölçüşmeye, Mısır, Pakistan, Suriye ve Yunanistan gibi ülkelerden peş peşe siparişler almaya başladı.
1948 yılında İsrail Devletinin kurulduğu açıklandı. Asırlardır Müslüman yurdu olan ve nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Filistin topraklarında bu kararın alınması bölgeyi ateşe vermek demekti. Öyle oldu. Üç dinin kutsal mekânlarını barındıran topraklar bir daha huzur görmedi. Ardından Arap-İsrail savaşları başladı.
Hem eski bir Osmanlı Paşası hem de bölgenin en önemli silah üreticilerinden biri olan Nuri Killigil, hiç tereddüt etmeden Filistin halkının yanında durduğunu açıkladı. Açıklamaların yanında Arap ülkelerinin en büyük silah tedarikçisi haline geldi. Mısır ve Suriye başta olmak üzere Müslüman ülkelerle art arda anlaşmalar yaptı. Bu durum başta ABD olmak üzere Batılı devletleri rahatsız etti. Bir yandan hükümete baskı yapmaya bir yandan da Nuri Paşayı zora düşürecek girişimlere başladılar. 1949 yılının Ocak ayında çıktığı bir Avrupa seyahatinden dönüşte Yunanistan’da yediği bir yemekten zehirlenmesi bu girişimlerden biri olarak değerlendirildi. Bir süreliğine hafızasını yitirip hastaneye kaldırıldı.
Tam da o günlerde ilginç bir olay oldu. Killigil Fabrikasında inceleme yapan İşçi Sigortaları Kurumunun müfettişleri silah üretimi yapılmadığı yönünde bir tutanak tutarak kamuoyuna açıkladılar. Buna kimse bir anlam veremedi. Ya Nuri Paşa devleti aldatıp silah üretimini gizlemeye başlamıştı ya da dış baskılara karşı devletle el ele verip bir oyun oynuyordu.
Fabrikanın depoları Suriye ve Mısır için üretilmiş binlerce bomba ve silahla doluyken müfettişlerin bunu görmemesi mümkün müydü?
Bu soru belki uzunca bir süre tartışılabilirdi ancak o meşum hadise daha fazlasına fırsat vermedi.
2 Mart 1949 Çarşamba günü, saat 16.50 sularında Sütlüce sahilinden art arda iki patlama sesi yükseldi.
Ses o kadar şiddetli, sarsıntı o kadar güçlüydü ki İstanbul’lular adeta kıyamet kopuyor zannettiler.
Patlamada Türkiye’nin ilk silah fabrikası enkaza dönerken 27 kişi hayatını kaybetti. Ölenlerden biri de Nuri Killigil’di. Cesedine ulaşılamamış, patlamanın şiddetinden adeta yok olmuştu.
Patlama anında Haliç’e savrulduğu düşünüldüğünden sandallar ve dalgıçlar tarafından günlerce aransa da sonuç alınamadı. Sadece vücudundan bazı parçaların deniz yüzeyinden toplandığı söylendi.
Patlamadan yirmi gün sonra cesedin ana gövdesi kendiliğinden su yüzüne çıktı. Ailesi ve yakınları ona yakışır bir cenaze töreni yapmak için yetkililere müracaat ettiler. Ancak İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen, fetva niteliğinde bir açıklama yaparak bu namazın kılınamayacağını söyledi.
Son Posta Gazetesi bu açıklamayı şöyle duyurdu:
“Müftülük sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınamayacağını beyan etmiştir. Müftünün bu mütalaası üzerine cenaze töreni yapılmaktan vazgeçilmiştir.”
Bu karara rağmen sevenleri vazgeçmediler. Vücudundan geriye kalan son parçayı küçük bir tabuta koyup üzerini Türk bayrağıyla sardılar ve fabrika enkazının kuytu bir köşesinde toplanıp tekbir aldılar.
Bu namazdan dört gün sonra Türkiye bir açıklama yaparak İsrail Devletini tanıdığını söyledi.
...................
Patlama sabotaj mıydı yoksa kaza mı?
Aradan 76 yıl geçse de bu soru cevap bulmadı.
Ancak fabrikada çalışan 30 Yahudi’nin o gün işe gelmemesi, konuyla ilgili Meclis görüşmesinin gizli celsede yapılması derin bir şüphe olarak zihinlerde çakılı kaldı.
Osmanlının kahraman paşası, Cumhuriyetin örnek müteşebbisine saygıyla...
Mekanı cennet olsun.
Yorumlar7