Savaş Mekaniği
- GİRİŞ06.10.2025 09:21
- GÜNCELLEME06.10.2025 09:29
Savaşları başlatan olayları tarihin görünür kısmı olarak algılayıp buna büyük önem veririz. Bu olayların elbette yadsınamaz bir yerleri vardır. Bundan dolayıdır ki, diplomasi ile bu tür istenmeyen olayların önüne geçmek için azami dikkat sarfedilir. Ancak, bu olaylar ateşli patlayıcı aygıtı tetikleyen fünyeye benzerler. Fünyenin ateşlediği patlayıcıyı, patlayıcı ile oluşturulan devasa sistemi düşünmezsek hata ederiz. Fünye sadece bu sistemi harekete geçirir. Savaşlar ve savaşların hem aktörleri hem de ortamını oluşturan güçler dengesi de benzeri bir mekaniğe sahiptir. Savaşlar ve rekabet başka formlar (Biçimler) kazanmış olsa bile bir mekanik etkileşimle işler. Bu mekanik işleyişin göstergelerini başka alanlarda ilgili disiplinler yardımıyla tespit etmeye çalışırız. Bundan dolayı tarih biliminde kronolojik doğruluk ve özgün arşiv çalışmasının yanında zaman içinde iktisat tarihçiliği ve iktisadi analiz, inovatif kapasite ve teknolojik gelişim, milletleri çözümlemeye çalışan sosyal psikoloji, vb disiplinlerden de yararlanılmaya başlanmıştır. Zira tarihin konusunu oluşturan olayların mahiyeti, iç dinamikleri, altyapı ve üstyapı öğeleri bilinmeden gerçekçi bir değerlendirme yapılamaz, olaylar bütün gerçekliğiyle anlaşılamaz. Dolayısıyla geçmişteki savaşlar gibi günümüzdeki ve gelecekteki savaşları da böylesi çok disiplinli bütüncül bir yaklaşımla kavrayabiliriz.
Aslında bu yaklaşım büyük ölçüde son yüzyılda kabul edilmiş görünmektedir. Özellikle son iki büyük küresel savaşın analizleri tam da dediğimiz şekilde yapılmaktadır. Hatta özellikle 2. Dünya Savaşı araştırmalarında tarih dışındaki birçok disiplinden yararlanılmıştır. Hatta tarih ve özelde savaş tarihi dışındaki disiplinler kendi ayrıksı çalışmalarını yapmışlar, özel arşivlerini oluşturmuşlar ve özgün ürünlerini vermişlerdir. 1. Dünya Savaşının ABD tarafındaki propagandacısı Edward Bernays (1891- 1995) savaş sonrası halkla ilişkiler alt disiplinini kurmuştur. Keza 2. Dünya Savaşının propaganda uzmanları propagandayı da aşan bilimsel çalışmalar yürütmüşlerdir. Bu dar kapsamda psikolojinin, sosyal bilimlerin, tıbbın özellikle farmakolojinin verilerinden yararlanılmış, üst düzey araştırma ve saha çalışmaları yapılmıştır. Daha sonra Prof. Dr. D. Vamık Volkan’ın (1992- ) müstakil kürsü olarak kuracağı politik psikoloji araçları ilk defa sistematik olarak bu savaş sonrası kullanılmıştır.
Keza geçmiş savaşlarda etkin olduğu bilinmekle birlikte daha arka planda kalan teknolojik çalışmalar bu savaşta daha ön plana çıkmışlardır. Ordu birliklerinde istihdam edilen uzmanların sayısal ve etkinlik oranı askeri kariyerden gelenlerin sayısal ve etkinlik oranına tarihin hiçbir döneminde görülmeyen ölçüde yaklaşmıştır. Mesela biyolojik ve kimyasal savaş, zehirli gazların ve ateş makinelerinin kullanımı da fevkalade artmıştır. Artık günümüzde taktik harekatlarda ve komando tim faaliyetlerinde bile benzeri uzmanların istihdamında yarar olduğu acı tecrübelerimizle görülmüştür. Mağara operasyonu esnasında kahraman askerlerimizin hayatını kaybetmesi bu kapsamdadır. Bir de bu kapsama dahil edilmeyecek ama başka açıdan değerlendirilmesi gereken geçmiş bir durumu da paylaşmak istiyorum. Şu an İsrail'in insanlık dışı eylemlerle toprak yığınına çevirdiği Gazze’de 2000’li yılların başlarından itibaren kanayan önemli yara neydi biliyor musunuz? Uyuşturucu bağımlılığı. Bu içleri kanatan durumun nasıl tetiklendiğini kamuoyu bilemeyebilir. Sürekli İsrail’in saldırıları ile hayatını kaybeden Gazzelilerden daha çok yaralanan ve acil ilaca ihtiyaç duyan Gazzelilerin olduğunu tahmin edebilirsiniz. Uluslararası bazı odaklar ve ağlar tarafından Gazze’ye ilaç temin edilmesi esnasında bu ilaçların arasına normal oranından daha yüksek uyuşturucu ilave edilmiş ilaçlar gizlenmiş, mağdur Gazze halkına iletilmiştir.
Özellikle büyük acı ile kıvranan askeri saldırı mağdurları acılarını dindirmek için bu ilaçları kullandıkça bağımlı hale geldiklerinin farkında değildirler (!).
Total olarak savaşlara baktığımızda daha savaşın göstergeleri ortaya çıkmadan savaşın bitimine daha doğrusu kalıcı bir barış anlaşması yapılana kadar artık daha bütüncül bir yaklaşım benimsememiz gerekmektedir. Bu yazımızda, büyük ölçüde savaşın mekaniği ve ilk başlatıcı göstergeleri üzerinde durmayı düşünüyoruz. Zira savaşları kazanmanın, hatta -Kaçınılmaz savaşlar hariç- savaş yapmadan zafer elde etmenin yolu bu mekaniği ve ilk başlatıcı göstergelerini doğru okuyabilmek ve anlamaktan geçmektedir.
Savaş Mekaniği Nasıl Çalışır?
Genel olarak savaş mekaniği nasıl çalışır? Bu soruya vereceğimiz cevaplar belki de birçok insanın tahmin edebileceği unsurlar içermektedir. Ancak, bizim arzuladığımız bu konuda sahada uygulanacak, üzerinde kararlar alınacak şekilde bir sistematik kurmaktır. Savaş mekaniğinin baş aktörü Golyat’tır, yani güçlü devlettir. Güçlü devlet tanımına ilişkin çok şey söylenebilir. Savaş mekaniği bağlamındaki güçlü devleti tanımlamaya çalışacağım.
Savaş mekaniği bağlamında güçlü devletleri şöyle sıralayabiliriz:
Karşı konulması çok zor olan istilacı devletler ki bunların başına Cengiz Han'ın liderlik ettiği Moğol Orta Asya konfederasyonudur. Atilla’nın liderliğindeki Hunları, Kavimler göçünün barbarlarını sayabiliriz.
Yüksek üretim gücüne erişmiş silah dahil birçok araçta inovasyon üstünlüğüne sahip devletler, bunların arasında günümüzün Amerika, Çin gibi güçleri ile yakın tarihe kadar İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi Batılı güçler ile tarihteki Roma İmparatorluğunu sayabiliriz.
Bunların dışında küresel güç olmamakla birlikte bölgesel süper güçler diyebileceğimiz Kadim Çin, Osmanlı İmparatorluğu, Emevi İslam İmparatorluğu, Timur İmparatorluğu, vb güçleri sayabiliriz. Bölgesel güçlerin altında yer alan devlet vasfını ve müktesebatını taşıyan küçük devletler ile kurumsallaşmamış küçük devletler ayrı bir kategori olarak dikkati çekmektedir. Bir de hiçbir kurumsal niteliği olmayan bir tanımlı toplum niteliği bile taşımayan devlet dışı oluşumlar vardır. Bu tür seyyal topluluklar kendileri gibi bölgesel riskleri birinden diğerine taşırlar.
Bu aktörlerin her birinin savaş mekaniği bağlamında tutumları, işleyişleri, yarattıkları riskler ve elde ettikleri sonuçlar farklıdır. Karşı durulması çok zor olan istilacı ve tahripkar güçlere karşı savaşmak Ortaçağ yarısına kadar mümkün değildi. İletişimin, bilginin dolaşımının ve öngörünün ya imkansız ya da çok zor olduğu dönemlerde böylesi istilacı sürülerine karşı savaşmak neredeyse imkansızdı. Nice büyük uygarlıkların neredeyse aniden yıkılmalarına tarih ve kısmen de semavi kitapların anlatıları şahitlik etmektedir.
Ancak, Ortaçağ başlangıcından itibaren karşı önlemler geliştirmeyi düşünen, hatta kısmen de geliştirebilen dahi siyasetçi, askeri lider ve düşünce adamları olmuştur. Daha önceki dönemlerde ortaya çıkmış olan kurtarıcılar tekil kahramanlardır. Belirli bir tanıma oturtulmaları zordur. Bunlardan bazıları başarılı olmuş, çoğunluğu farklı nedenlerle başarısız olmuşlardır. Cengiz istilasına karşı Celalettin Mengüberti (Harzemşah prensi ve komutan) sistematik askeri karşı koyma stratejisi uygulamış ama gerek gücünün yetersizliğinden gerekse de son zamanlarındaki siyasi öngörüsüzlüğünden dolayı mağlup olmuştur. Moğol ordularını durdurmada dahi devlet adamı ve komutan Seyfettin Kutuz başarılı olmuştur.
Ancak komutanlarını yönetmekte zaafa düşmüş, zaferini daha da büyütememiş, siyasi ve ekonomik yapılandırmaya kavuşturamamıştır. Alaattin Keykubat Cengiz Hanın saldırılarını geciktirmesini temin etmiş, ancak iç yapıdaki iktidar savaşları sonucu zehirlenerek öldürülmüştür. Timur’u durdurma kudretine ve askeri dehasına sahip Yıldırım ise önce gururuna yenilmiş, sonra da Timur’a mağlup olmuştur. Haçlı Seferlerine karşı koyabilen Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan ve Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi’ye ayrı bir yer ayırmak gerekir. Büyük Pers Ordularını yenen Atinalı General Miltiades ve Kara Mustafa Paşanın devasa büyüklükteki ordusunu mağlup eden Leh Kralı Jan Sobieski’yi ise münferit (tekil) örnekler olarak ele almak doğru olacaktır. Aynı büyüklükteki Napolyon ordusunu Rusya’da mağlup eden Kutuzov ve Waterloo’da bozguna uğratan Wellington Dükü Arthur Wellesley de istisnai komutanlardır. Konuyu sonuca bağlayacak olursak büyük istilacı kuvvetlere karşı durmak ancak istisnai liderler ile mümkündür. Örneklerimizde görüldüğü üzere bazı istisnai kişilikler de tabiatlarının bir yönünü de oluşturan gururlarının kurbanı olmuşlardır. Bazen de durdurmak imkansızdır. (Bu kısma dair soru şu ki, günümüzün bu tanıma uyan istilacı güçleri kimler, hangi devletler veya topluluklar olabilir?) Yüksek üretim gücüne ve inovasyon kapasitesine sahip süpergüçlerin durumunda ise tesadüfe neredeyse hiç yer yoktur. Zira bu güçler savaşlar için gerekli olan yüksek teknolojik silah kapasitesine, savaşı uzun süre finanse edecek ve lojistiğini karşılayacak imkanlara sahiptirler. Hasımlarını yüksek silah gücüyle tasfiye ettikleri gibi müttefiklerini de yüksek üretim kapasiteleriyle kendi merkezlerine bağlarlar. Bu güçlerin savaş mekaniğindeki pozisyonlarının anlaşılması biraz dikkat gerektirir. Zira bu güçler hem konvansiyonel hem de hibrit savaşı aynı kolaylıkla ve ustalıkla icra edebilirler. Çoğunlukla da savaşmadan zaferler kazanır ve düşük maliyetle ittifaklar kurabilirler.
Bu güçler ittifak ağlarını doğrudan kendilerinin ekonomik bağımlısı, finansal destekçisi, askeri ve siyasi açıdan da serfleri olarak görme eğilimindedirler. Kapitalist üretim altyapılarının müttefik coğrafyalarına yayıldıklarını görmek mümkündür. Bunun yanında kendi tarım ve sanayii üretimleri için her müttefik özverili ticarete mahkumdur, mecburdur. Dolayısıyla bu tür büyük güçler müttefikleri için vergileri artırma, savaş olmaksızın gümrük duvarlarını ortadan kaldırma, siyaseten de idari türden cezalarla olağan dönemlerdeki gerilimlerde çözümler üretirler. Savaş durumu ise tamamen farklıdır, dost müttefik gücün iradesi ve rızasına bakılmadan toprakları işgal edilebilir. Savaş mekaniğinin işlemeye başladığının alameti farikası müttefiklere kesilen vergilerin ve haraçların artırılması, sanayi üretimi ve lojistik hazırlıkların büyük müttefik gücün çıkarları doğrultusunda tekel haline getirilmesidir. Artık bütünüyle bir kapitalist üretim işbölümü ya da sol jargon ile ifade edersek merkezi planlama söz konusudur. Savaş için konumlanma ve konumlandırma ise tamamen ana süper gücün inisiyatifindedir.
Savaşı yürüten ana güç istediği bölgeye gerekli gördüğü askeri birlikleri ve silah ve radar sistemlerini konumlandırabilir. Diğer yandan şunu da ifade edelim ki, bir süper güç her zaman savaş mekaniğinin kurucusudur. Çünkü sahip olduklarını ve süper güç pozisyonunu korumak için sürekli kendine özgü savaş mekaniğini çalıştırmalıdır.
Küresel güç olmamakla birlikte bölgesel süper güç olarak isimlendirebileceğimiz bu güçler genetik yapılarına göre benzerlerinden ayrışırlar. Mesela bazı bölgesel süper güçler istilacıdırlar. Çevrelerindeki güçleri ilhak etmek isterler. Osmanlı ve Batı Roma İmparatorlukları bu tarz bölgesel güçler olarak dikkati çekmektedirler. Kuruluşlarından tabii ömürlerindeki duraklama dönemlerine kadar sürekli savaş ve savaş yoluyla entegrasyon hamlesi içinde olmuşlardır. Böyle olunca savaş mekaniğinin bizatihi kendisi onlar haline gelmişlerdir. Elbette ki gönüllü ilhaklar ya da fetihler de görülmektedir. Ama belirgin bir askeri ve bayındırlık gücü olmasa davetli güç olmaları elbette mümkün değildi.
Bu güçlerden Çin ise daha ziyade kendi kıtasında daimi mukim olmak istemektedir. Geleneksel Çin oyununda olduğu gibi jeopolitik bölgeyi elde tutma (bizdeki askeri jargonda “alan hakimiyeti” tabirinin daha geniş alanda benzeri) daha önemlidir. Dışa yönelik fetihçilikten ziyade var olanı ebed müddet korumak siyaseti hakimdir. Bunun istisnasını günümüzde görüyorsak da bunu ticari alanda yapmak istemektedir. Bu güçlerden olan Almanya (Wilhelm Almanya’sı ve Hitler Almanya’sı) bölgesel gücü aşan kapasitelerinden dolayı küresel güç olmak istemişler ancak her bölgesel kapasiteyi aşan gücün küresel kapasiteye sahip olacağını düşünmek rasyonel olmayacaktır. Benzeri bir durumu Japonya için de ifade edebiliriz. Bu güçlerde normal gelişimden söz edemeyiz. Olağanüstü üretim ve yenilikçi kapasiteleriyle dinamik bir savaş mekaniğinin muharrik aktörleridirler. Çok tartışma konusu olmasını arzu etmeden objektif olarak ifade etmek gerekirse Türkiye de 1990’lardan itibaren bölgesel güç olarak ortaya çıkmış; 2000’li yılların başından itibaren bölgesel hatta bölge dışı nüfuz ve ticaret coğrafyalarında askeri anlamda fetihçi politikalar benimsemiş; ancak, bu politikalardan adım adım geri dönmek zorunda kalmıştır. Bölgesel güçlerin altında yer alan orta ölçekli güçler ise genellikle savaş mekaniğinin çalışmasını arzu etmezler. Zira, bu tür güçlerin her yönden sınır ötesi politikalar izleyecek kapasiteleri yoktur. Çıkarları bölgesel barış, bölgesel üretim ve ticaret entegrasyonunda yer almaktadır. Westefalya Barışı (1648) ve Sedan Savaşını takiben Frankfurt Antlaşması sonrası Avrupa ulus devletleri; 2. Dünya Savaşı sonrası yine Avrupa ulus devletleri (İngiltere ve Fransa hariç) bu kapsamda görülebilir. Sömürge imparatorluklarının dağılmaları ya da kontrollü tasfiyeleri sonrası ortaya çıkan ulus devletlerin bazılarını da buraya dahil edebiliriz. Ama bu konu tartışmaya neden olabilir.
Savaş mekaniğinin son aktörü olan devlet niteliği taşımayan, toplum bile sayılamayacak insan kümelerinin savaş mekaniğinde farklı bir yerleri vardır. Devletlerin tutumları anlaşılabilir, öngörülebilir iken böylesi tanımsız toplulukların tutumlarını, hareket tarzlarını öngörmek mümkün olmayabilir. 10. Yüzyılda Avrupa’da oluşan Haçlı sürüleri ve Latin kümeleri bu tarzda topluluklardı. Haçlı ordularının içinde bazı Avrupa krallarının düzenli birlikleri olmakla birlikte dağınık ve hiyerarşik yapıya sahip olmayan insan sürüleri de vardı. Dönemin Hıristiyan Devletleri bile bu yığınları ülkelerinde tutmak istememişlerdi. Zira yağma, talan ve katliam gibi tahrip güçleri çok yüksekti. Ortadoğu’daki muhtelif savaşlar sonrası kaçkın topluluklar da kuşkusuz böyledir. Özellikle kontrolsüz ve kitlesel hareketleri sonrası yeni bir düzene alışmaları çok zor olmaktadır. Yakın gelecekte iklim değişikliği sonrası oluşması beklenen kitlesel göçler, ki 300 milyon ile 1 milyar insanın yer değiştireceği öngörülmektedir, büyük risklerin yaratıcısı olabileceklerdir. Öncelikle kendilerine bile yeter kaynakları olmayan kabul ülkeleri büyük sarsıntılar yaşayabileceklerdir.
Diğer yandan kabul ülkeleri arasında da adil veya eşit külfet paylaşımı sorunlarından dolayı savaşlar çıkması olasıdır. Moğol saldırıları önünden kaçan toplulukların aynı ırktan topluluklarla yaptıkları savaşlar az değildir. Özellikle çatışma bölgelerinden gelen göçmen kitlelerinin yerel çatışma pratiklerini, travmaya maruz kalmış kültürlerini ve toplumsal davranışlarını yeni geldikleri yerlere taşıdıkları da görülmektedir. Yakın kültüre sahip kabul eden ülke ve toplumların da bu çatışmaların tarafı ya da mağduru olmaları ihtimal dahilindedir. Bu göçlerin artması neticesi farklı göç merkezleri arasında yeni politik çatışmalar da öngörülebilir.
Savaş Mekaniği İşlemeye Başladı mı?
Sunduğum bu teorik anlatım çerçevesinde somut ve güncel olayları değerlendirmeye çalışalım. Öncelikle savaş mekaniğinin daha hızlı işlemeye başladığının göstergeleri var mıdır varsa nelerdir anlamaya çalışalım. Öncelikle küresel süpergüçlerin tutumlarına ve politikalarına bakalım. Savaş mekaniğinin ana aksamını elinde tutan ana muharrik güç ABD özellikle 1990’lardan sonra istikrarsızlık eksenli politikalara ağırlık vermeye başlamıştır.
Dünyanın bazı bölgelerinde vekâlet savaşları, bazı bölgelerinde ise bizatihi kendi konvansiyonel askeri güçleriyle savaşlar yaparak bu politikalarını derinleştirmiştir. Irak işgali, Ukrayna Savaşı gibi olayların küresel savaş mekaniğinin işlemeye başladığını gösterir bariz olaylardır. Keza Güney Amerika kıtasındaki Venezuella’ya karşı ABD’nin uyuşturucu kaçakçılığı bahanesi üzerinden başlattığı savaş ve buna karşı Çin’in de bölgeye müttefikleri için savaş gemisi gönderdiği haberleri de ciddi göstergeler arasında sayılabilir. Savaşın göstergelerinden en somut olanı hiç kuşkusuz ABD, Rusya ve Çin başta olmak üzere tüm dünyadaki silahlanma yarışıdır. Polonya gibi ulus devletlerin askeri harcamaları bölgesel güçler düzeyine çıkmış durumdadır. Alman savunma sanayii 2. Dünya Savaşı öncesi üretimiyle sayısal ve nitelik olarak aynı düzeye çıkma programını geliştirmektedir. Bu program önümüzdeki beş yıl boyunca devam edecektir. Yakın tarihte Alman Silah Üreticisi Rheinmetall Aşağı Saksonya Eyaletinde Avrupa’nın en büyük mühimmat fabrikasını açmıştır. Fransa Rafale uçakları üretim bandına yeni üretim bandı ilavesi yapmış bulunmaktadır. Özellikle Avrupa’nın savunma sanayii üretim alanlarının devasa büyüdüğü (barış dönemindeki hızın üç katı) kıta genelinde tarihte eşi görülmemiş bir silahlanma sürecine işaret ettiği anlaşılmaktadır. Bazıları özellikle Almanya’nın militarist politikalara geri dönüşünü tehlikeli bulmaktadırlar. ABD ve Almanya tarafından insansız savaş uçağı üretimleri ilan edilmiştir. Öyle ilginç irtibatlar da görülmektedir ki, savaş hazırlığının zembereğinden boşaldığını söylemek mümkün. Mesela Japon öz savunma kuvvetleri bir dizi savunma projesinden biri olarak İsrail ile İHA üretimi ve donatımı için işbirliği yapmaktadırlar. Avrupa’da otomotiv devi Porsche savunma ve altyapı sektörlerine odaklanacağını açıklamıştır. Çinli uzmanlar ABD'nin denizaltı sensör ağına karşı yeni stratejiler geliştirme üzerine yoğunlaşmışlardır. Bununla ABD'nin tek taraflı görüş gücünü kurmayı beklemektedirler. Manevra kabiliyeti attırılan güncellenmiş Rus füzelerinin patriot hava savunma sistemlerini zorlayacağı öngörüsünün ABD’yi yeni füze sistemleri geliştirmeye zorladığı görülmektedir.
ABD’nin 6. Nesil savaş uçağı F/A- XX ilk kez dünya kamuoyuna konsept görseliyle sunulmuştur. Buna karşın Çin de 6. Nesil savaş uçağı geliştirme kapsamında ilk uçuşu yaptığı haberlere yansımıştır. Henüz tüm yeteneklerine ilişkin bilgilerin spekülatif olduğu bu uçağın 2035 yılında üretimine başlanacağı tahmin edilmektedir. Hava üstünlüğü konusunda süper güçlerin arasında kıyasıya bir yarış devam etmektedir. ABD’nin 6. Nesil hava üstünlüğü için Next Generation Air Dominance (NGAD) programını devam ettirmektedir. Bu programın 6. Nesil savaş uçakları ve insansız hava araçlarını entegre ederek sofistike bir sistemler ailesi oluşturmayı hedeflediği açıklanmaktadır.
İnsansız hava araçlarına ve özellikle gezen (loitering) mühimmata karşı savunma silahları da hızla geliştirilmektedir. Mesela İsveç savunma sanayii şirketi SAAB insansız hava araçları saldırılarına karşı geliştirdiği ilk özel füze sistemini kamuoyuna tanıtmıştır. Bu sistem uygun maliyetli olmasının yanında sahadaki küçük dronlara karşı etkin savunma için uygun bir çözüm olarak tasarlanmıştır.
Denizaltılardaki nükleer reaktörlerin geliştirilmesi ayrı bir stratejik silah platformu tahrik kaynağı geliştirme olarak görülmektedir. Savunma dergilerine göz atan bir uzmanın görebileceği en önemli şey kıyasıya bir yarıştır. Artık barışçıl üretimleri ile dikkat çeken ülkeler bile oyun değiştirici silah sistemleri ve silah platformları tasarımına odaklanmış durumdadırlar. Mesela Tayvan 70 km irtifadaki hedefleri vurabilecek yeni bir anti balistik füze sisteminin üretimine başladığını açıklamıştır. ABD Savaş Bakanlığının inisiyatif alarak koordine ettiği Mühimmat Hızlandırma Konseyinin Pentagon'un olası çatışma durumunda hazır bulundurmayı hedeflediği 12 kritik sistemin üretiminde şirketlerin özel olarak talimatlandırdığı görülmektedir.
2. Dünya Savaşı sonrasında kısa aralıklarla yaşanan güzel çağlardan “Belle Epoque” (Savaşsız geçen Güzel Çağ ) sonra dünyanın süper güçlerinin bir küresel hakimiyet savaşına hazırlık yaptığı anlaşılmaktadır. Silahlanma programları kadar savaş mekaniğinin hızla işlediğini gösterir az gösterge vardır. Çehov’a atfedilen bir söz vardır: “Tiyatronun birinci sahnesinde duvarda bir silah asılıysa o silah oyunda mutlaka ateşlenecektir” Gözlemlenen devasa silah sistemleri üretimi programları tek başlarına yeni büyük savaşların göstergeleridirler, sebepleridirler. Özce söylersek savaş mekaniği kusursuz işlemektedir.
Bundan dolayıdır ki Anglo Sakson müttefikler Almanya ve Japonya’nın silahlanma kısıtlarını iptal etmişler, İtalya’ya bile belli oranda silahlanma ve savaş hazırlığı yapma imkanı tanımışlardır. ABD Savunma kompleksi 2. dünya Savaşından bu yana en yoğun dönemini yaşamaktadır. Fransa Sedan, 1 ve 2. Dünya Savaşı öncesinden daha masif daha inovatif savunma sanayii üretimi yapmaya odaklanmış durumdadır. Almanya ve Japonya’nın durumunu yeterince ifade ettik. İsveç, Finlandiya gibi ülkeler bile savunma sanayii üretimlerine hız vermiş durumdadırlar. Almanya ve İngiltere Savunma sanayii işbirliği tek başına ne kadar çok şey anlatmaktadır. Pakistan Hindistan savaşında ve İran’ın İsrail’e füze saldırısında savunma sanayiinin ürünlerini sevk eden Çin Savaşı bütüncül olarak etkileyecek şekilde icat ve geliştirme ve üretim faaliyetlerine hız vermiş durumdadır.
Savaş mekaniğine dair ikinci göstergeler kümesi savaş finansmanı ve lojistiğinin tekelleştirilmesidir. ABD ve müttefikleri bazında olsun, Çin ve ekonomik ve finans partnerleri bağlamında olsun ana muharrik güçler finans ve lojistiğin tekelleştirilmesine büyük önem vermektedirler. Bu salt sömürü ya da ekonomik çıkar sağlama amaçlı değildir; tam anlamıyla hızlananan savaş mekaniğinin deviniminden kaynaklanmaktadır. Trump’ın gelir gelmez talep ettiği Kanada ve Grönland hammadde kaynakalarının tekelleştirilmesine matuftur. Panama Kanalının talep edilmesi stratejik geçiş noktalarının ele geçirilmesinin hedeflenmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Bu talepler bağlamında şunu da ifade edelim ki, savaş mekaniği savaşa yaklaştıkça ülkeler arası çelişkiler de derinleşmeye başlar. Yani aynı hammadde kaynaklarına diğer bir gücün de aynı oranda ihtiyacı vardır.
Gerek savunma sanayii üretimi gerekse lojistik ve finansmanın tekelleştirilmesi örneklerini çoğaltmak fazlasıyla mümkündür. Hatta savaş mekaniğinin aktörleri kapsamında ülkemizin karşı karşıya kaldığı büyük risklerin büyüdüğünü de ilave edebiliriz. Bu aktörlerin dünya genelinde aktif hale geldiklerini de uzun uzun açıklayabiliriz. Ama odağımızı kaybetmemek için konuyu uzatmak istemiyorum. Ana konumuz savaş mekaniğinin hızla ve kusursuz işlemeye başladığıdır. Sahte gündemler ve bireysel çıkar çatışmalarından başımızı kaldırıp ciddi konuları düşünmenin zamanıdır dostlar. Yeterince geç kaldığımız açık değil midir?
Mehmet Ali BAL - Haber7
Yorumlar9