Arslan'a düşen Ateş, bize düşen ne!

  • GİRİŞ16.09.2012 08:52
  • GÜNCELLEME16.09.2012 11:55

'Edebiyat', ne güzel bir kökten gelir ki, 'edeb' gerektirir... 

'Yazarlık' ve daha da ötesi 'eleştirmenlik', 'edeb'den uzaklaştığı takdirde 'sanat'tan, böyle olduğu durumda da 'maksat'tan ırak kalır... 

Ve yazarlığın olmazsa olmazı 'kibir' gibidir (vakıada). 

Acıdır... 

Yazıktır ki, memleketimde 'edeb' sınırlarını gözeten 'yazar/eleştirmen' sayısı çok azdır ve 'onlar'ın da 'sükut'u edebindendir... 

Tam buradan bağlamak gerek... 

SİYAD Başkanı Tunca Arslan, Ateşin Düştüğü Yer filminin Altın Portakal'da 100 üzerinden 0.1 puan alarak elenmesine karşılık Montreal'de iki büyük ödülü birden almasını eleştiren 'muhafazakar' yazar ve eleştirmenlere 'cevap verdi'. 

'Cevap verdi' diyorum, zira uzun zamandır eleştiriler dile getirilmesine rağmen garip bir sessizlik vardı. 

Ne mi dedi Arslan? 

Önce filmin 'teknik bir sebep'ten ötürü elendiğini savundu: 

Ateşin Düştüğü Yer, geçen yıl Altın Portakal'a başvuran tüm diğer filmlerin aksine, (yanılmıyorsam bir de 'Karadedeler Olayı' filmi için aynı şey söz konusu) DVD formatında izlemesi için ön jüriye sunulmadı ve bunun yerine ön jürinin toplu halde bir stüdyoya giderek filmi izlemesi talep edildi. Yani film jürinin değil, jüri filmin ayağına gitmek zorundaydı!

Dünyanın hiçbir jürisinin kabul etmeyeceği bu çalışma tarzının dayatılması sonucu, çok doğal olarak Altın Portakal'ın toplam dokuz kişilik ön jürisinin (iyi niyet gösterip stüdyoya giden birkaç üyesinin dışında) filmi sağlıklı biçimde izlemesi mümkün olmadı ve 'Ateşin Düştüğü Yer', çok haklı biçimde elendi." 

Arslan şöyle devam etti: 

"Türkiye'deki İslamcı yazar-çizerlerin, haksızlık etmeyeyim, tamamının değilse bile yüzde 90'ının her fırsatta kendileri adına yeni bir 'mağduriyet edebiyatı' geliştirmeye çalışması, çok açık söyleyeyim ki artık iyice kabak tadı vermeye, traji-komik boyut kazanmaya başladı." 

Bu kadarla kalmadı ve isim vererek Nedim Hazar, İhsan Kabil ve Yusuf Kaplan'a 'hakaret etti'. 

“Bre yalancı pehlivanlar!” demekten de imtina etmedi. 

Bu üç ismi biz savunacak değiliz, kendileri mutlaka cevap verecektir. 

Arslan'n bahsettiği 'teknik' durumdan hepimizin haberi var. Lakin mesele o değil. Eğer bu film, her filmin yerine getirmesi gereken bazı şartları uygulamadıysa, diskalifiye edersiniz veya yarışma dışı bırakırsınız, belki sadece gösterim sağlarsınız.

 Oysa burada, 'eksik' olan film 'tam' şeklinde ele alınmış ve 'tam' niyetiyle 'eksik' puan verilmiş. 

Bir filme yüz üzerinden 0.1 puan verebilmek için, o filmin 'olmamaya' yakın durması lazım. 

Arslan'ı 'hakaret edecek' seviyeye getiren dışavurumun sebebi belki de FIPRESCI Başkanı'nın açıklamalarıdır. Zira FIPRESCI Genel Sekreteri Klaus Eder'in, "Bizim bu filmden nasıl oldu da hiç haberimiz olmadı" sorusuna verilecek cevap, bütün meseleyi özetleyecek cinsten. 

Çünkü sayın Eder, bizim memleketimizde FIPRESCI'ye akredite olan dernek SİYAD ve bu derneğin zihni, 'kendi gibi olmayanlar' için 'yönlenmiştir'. 

Aşikarane bir tutum olmaz, her cenahtan sinemacıya 'aynı mesafe'de gibi dururlar. Fakat öyle olmadığını biz de, 'onlar' da iyi bilir. 

Olay sadece İsmail Güneş'in yönettiği Ateşin Düştüğü Yer filmiyle ilgili olsaydı, daha farklı bir analiz yapardık. Lakin son dönemde de örneklerini sıkça yaşamaya başladığımız üzere, SİYAD'a hakim olan zihniyet, başkanının dilinden de anlayacağımız üzere 'öfkeli'. 

Evet, öfkelerinin sebebi var; siyasi... 

'Muhafazakar' olarak nitelendirdikleri sinemacıları iktidar ile 'bir' görüyorlar ve 'onlar'a olan öfkesini, örnekler üzerinden bu şekilde eyleme döküyorlar. 

Bu kadarının da niyet okumak olduğunu düşünecek olursanız, son dönem 'SİYAD vukuatları'nı incelemenizi öneririm. 

Tunca Arslan ile ilgili bir şeye daha dikkat çekeceğim. 

Antalya'da Hülya Avşar'ın 'jüri başkanı' yapılması tartışma konusu olmuştu. Eleştirileri değerlendiren Arslan, “Hülya Avşar'ın başkanlık yapacağı jüride yer almaktan sıkıntı duymuyorum, bu rolü de hakkıyla oynayacaktır" demişti. 

'Rol' ifadesiyle ortaya koymaya çalıştığı kinaye ve ironi, çok daha bariz bir dolayıma dönüşerek kendisini 'okumamız' için fırsat veriyor.

 'Ellerinde tuttukları imkanlar'ı 'rol yapmak' olarak gören bir zihniyet bu. 

Kimse kusura bakmasın; 'hüsn-ü zan'da bulunmak, kırmamaya çalışmak ve seviyeyi bir yerde tutabilmek (Arslan'ın beceremediği şekilde) adına 'sessiz kalma' ve 'aşağılık kompleksi' ile susma devri geçti. 

Kimse, kimseden üstün değil. 

Kimse, kimseden 'bu işi daha iyi biliyor' değil. 

Kimse, birilerine 'tepeden bakma' hakkına sahip değil. 

Kimse, kendi gibi olmayanları istediği 'kimse' yerine koymaya ehil değil. 

Ve kimse, kimsesiz değil! 

Sizin 'mağduriyet edebiyatı' diye itham etmeye çalıştığınız mesele, hoşunuza gitmeyen 'kendine geliş'in 'susmama' halidir. 

'Mağrur davranamama' gibi bir de ithamda bulunmuş, Arslan. 

Mağruriyet, mağduriyet halinde 'susmama' ve 'yaranma' adına 'sessiz kalmama'dır. 

'Siz'in 'biz'e uygulamaya çabaladığınız bu 'tanrıtaslarlık' haline, 'edeb' ölçüsünde tepkimizi/kendimizi ortaya koyarak 'karşı çıkacağız'. 

('Biz' dediğime bakmayın. Kimseyi bir yerlere ayırarak, bir yerlere koyma gibi bir derdim yok. 'Siz' diye hitap edildiğindendir üslubum.)

............................... 

Ve şimdi bir film üzerinden meseleye devam edelim... 

Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'gösterime layık görülen' 'Toprağın Çocukları' vizyona girdi. 

Filmin kısa hikayesi şöyle: 

Çingenelerin sıtma yaydıkları bahanesi ile Köy Enstitüsü yakınlarında kurulan çingene kampına saldırı düzenlenir. İki çingene; Karika ve Melek (Müge Boz, Suzan Kardeş) bu saldırıdan kaçmaya çalışırlar. Tam yakalanacaklarken enstitü öğrencisi Cevher (Ufuk Bayraktar) tarafından kurtarılır ve enstitüde saklanırlar. Hikayenin geçtiği dönem olan 1945 yılı enstitülerin üzerindeki baskının iyice arttığı bir dönemdir ve bu durum komutan Necip'in (Bertan Dirikolu) enstitüye karşı olan kötü hedeflerine mekan hazırlar. Bir bahane ile okulu basan Necip, enstitünün müdürü Kemal Hoca'yı (Erkan Can) tutuklar ve mahkemeye sevk eder. Okul öğrencileri yakında açılacak amfi tiyatronun çalışmaları ile uğraşmaktayken müdürlerinin tutuklanma haberi ile sarsılırlar. 

Göreceğiniz üzere film 'Köy Enstitüleri'ni anlatıyor ve tahmin edeceğiniz gibi bir 'propaganda filmi'. 

Evet, bir film 'dünya görüşü' taşır. Hatta her film dünya görüşü taşır. Lakin sinemayı sinema yapan, 'görüş'ünüzü 'göstermeden hissettirmek'tir. 

Sinema görsel bir sanattır. Yanı sıra işitsel, içsel ve zihinsel... 

Söz, sinemada o denli önemlidir ki, 'az kullanılır'. Bu yüzden 'az'dır söz, sanat filmlerinde. 

Söz çoğaldıkça, etkisi azalır. Söz çoğaldıkça, sinema azalır. 

Toprağın Çocukları, sadece ve sadece slogan atan, karakterleri yürüyen aforizma olan, propagandayı en 'itici' şekilde hayata geçiren, 'sıradan' bir film. 

Her karakter 'temsil' ediyor. Ama sadece temsil ediyor. 'Temsil etmek' ve propaganda vazifesine hakkını 'teslim etmek' için adeta yarışıyor, karakterler. 

Biri diğerinden soğan isterken bile felsefe yapma derdinde. 

Tamam, anladık; Köy Enstitüleri'nin 'konuşan insan' yetiştirdiği mesajını vermeye çalışıyorsunuz. İyi de bu işin böyle olmadığını anlayabilmek için, bu işi önce böyle yapmak şart mıdır! 

Film görsel olarak 'vaat'ten çok uzak. Standardı yakalayan, vasatı zorlayan bazı görüntüler dışında belli ki yönetmen 'görüntü yönetmeni'nin ellerinde görsel olarak eli yüzü düzgün bir eser ortaya çıkarmaya çabalamış. Lakin olmamış. 

Filmi izlerken çok kez tebessüm ettim. Hem de öyle ciddi sahnelerde gülücük vardı ki yüzümde, gerisini siz düşünün artık. 

Köy Enstitüleri meselesiyle ilgili daha önce de çok şey okudum, dinledim. Film daha baştan "bizi dinsiz, komünist olarak niteleyenler" savunmasıyla başlıyor. Neden olduğunu hala anlayamadığım şekilde Çingenelerin katli hikayeye ekleniyor ve garip bir konjonktür vurgusu ile Köy Enstitüleri, 'kendini anlatmaya çabalıyor'. 

Eğer ki siz, kendinizi, size yönelik 'ithamlar' doğrultusunda tanımlarsanız, ithamların çizdiği sınırlar içerisinde hapsolmaya, kendinizi 'anlatamamaya mahkum' kalırsınız. 

Toprağın Çocukları, böylesi garip bir 'savunma' ile başlıyor ve bitişinde bile aynı dil ile bocalamaya devam ediyor. 

Soğuk savaş dönemi propaganda dilinde senaryo edilmiş olan Toprağın Çocukları, önce belgesel olarak filme alınmak istenmiş. Daha doğrusu öyle bir fikir varmış, sonrasında kurmacaya çevrilmiş. Aslında film de bu durumu ortaya koyuyor. Zira tam manasıyla 'arada kalmış' bir tarza sahip. 

Toprağın Çocukları'nın yapımcısı oyuncu Erkan Can... Yönetmen Ali Adnan Özgür'ün ilk uzun metraj filmi. 

Filmin diline yansıyan propaganda niyeti, oyunculukları da etkilemiş. Önceki tecrübelerinde gayet iyi performans ortaya koyan filmdeki birçok oyuncu, Toprağın Çocukları'nın 'niyeti' ile harcanmış. 

SİYAD tartışmasından buraya bağladığıma aldanmayın. "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin"dir düsturumuz. Zaten filmi izlemeye karar verdiğimde içeriğini unutmuştum ve Tunca Arslan'ın yazısını daha okumamıştım. Yani sadece ve sadece Toprağın Çocukları'nı izleyip yazmaktı niyetim. 

Bu filmin, meselemizle ilgisi şu ki; Toprağın Çocukları, sırf konusundan ve filme emek verenlerden ötürü 'kayırılabilir'. Ve aslına bakarsanız kayırılmış da. Çünkü böyle bir filmin Altın Portakal'da gösterilmesi, festivalin yarım asırlık prestijine (ne kadar kaldıysa artık) leke düşürmekten başka sonuca yol açmaz. 

Bir festivalde 'gösterim hakkı' kazanmak kolay bir şey değil. Daha doğrusu 'kolay olmamalı'. Toprağın Çocukları gibi bir filmi gösterime layık görenler, Ateşin Düştüğü Yer'e yüz üzerinden 0.1 puan veriyorsa, 'bu toprağın gerçek çocukları'nın uğradığı haksızlığa karşı birileri sesini yükseltir. 

Bu toprağın değerleriyle değerlenme gayesinden başka derdi olmayanlar, 'edeb' üzere yoluna devam edecektir. 

 

Abdulhamit Güler - Haber 7

abdulhamitguler@gmail.com

twitter: @_hayirlisi_

http://www.facebook.com/ahg13

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat