Müptezellik ve ahlak arasında toplumsal vicdan

  • GİRİŞ15.09.2025 09:19
  • GÜNCELLEME15.09.2025 09:19

6 Eylül’de İstanbul Küçükçiftlik Park’ta düzenlenen Manifest grubunun “+18” adlı konseri, yalnızca müzik ve sahne performanslarıyla değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki tartışmalarla da gündeme oturdu.

12 bin kişinin katıldığı etkinlik, sanatın sınırları, toplumun değerleri ve bireysel özgürlüklerin çerçevesi üzerine kapsamlı bir tartışmanın fitilini ateşledi. Yine muhafazakar çevre ile seküler çevreleri birbirine düşürecek etkinlik düzenlendi. 

Peki, sanat ile müptezellik arasındaki çizgi nerede başlar, nerede biter? Ve daha önemlisi, bir toplumun kültürel hafızasında bu tür olaylar nasıl yer eder?

Sanatın Özgürlüğü ve Toplumun Hafızası

Sanat, tarih boyunca yalnızca estetik bir ifade biçimi değil, aynı zamanda toplumsal eleştirinin, dönüşümün ve direnişin bir aracı olmuştur. Ancak bu özgürlük, kendiliğinden sınırsız bir alan yaratmaz.

Sanat da, her ifade biçimi gibi içinde üretildiği toplumun ahlaki, kültürel ve geleneksel kodlarıyla ilişki halindedir. Eğer sanat, o toplumun değerlerini altüst ediyorsa, sanat değildir.

Bir sanat performansının  her ne kadar “özgürlük” adına savunulsa da toplumun büyük çoğunluğunun değerlerini rencide edici nitelikte olması, kamusal alanda tartışılmasını kaçınılmaz kılar.

Hele ki bu tür gösteriler, “öncü sanat” iddiasıyla, ahlaki normları sistematik biçimde tahrip etmeyi hedefliyorsa, burada artık bir estetik arayıştan değil, ideolojik bir müdahaleden söz etmek gerekir.

Hukukun temel ilkelerinden biri olan “kötü örnek, emsal teşkil etmez” prensibi, burada da geçerlidir. Bir eylemin geniş kitlelerce yapılması, onun ahlaken ya da hukuken meşru olduğu anlamına gelmez. Tıpkı çöküş dönemlerinde yozlaşmanın normalleşmesi gibi, bazı toplumsal pratiklerin yaygınlaşması, onları haklı çıkarmaz. Bugün bazı sanat performanslarının, müzik ve görsel estetikten çok, sınırları zorlama ve ahlaki direnç noktalarını test etme gayesi taşıdığı izlenimini edinmek mümkündür. Bu, bireysel özgürlük değil, toplumsal mühendisliğin sanat kılığına büründürülmüş hâlidir.

Türkiye’de özellikle Atatürkçü-Kemalist çizgide duran bazı kesimlerin, zamanla sanat adı altında sergilenen bu tür performanslara sessiz kalması ya da dolaylı destek vermesi, aslında bir kültürel kimlik krizini de yansıtmaktadır.

Atatürk’ün kültür ve sanata verdiği önem, Batı’yı körü körüne taklit etmek değil; çağdaş medeniyet seviyesine, millî değerlerle yoğrulmuş bir bilinçle ulaşmaktı. Bugün “ilericilik” ya da “özgürlükçülük” adına sergilenen kimi tavırlar, aslında bu köklerle olan bağın zayıfladığını ve kültürel bir yabancılaşmanın baş gösterdiğini göstermektedir.

Bir toplumun uzun vadede ayakta kalabilmesi için yalnızca ekonomik ya da teknolojik gelişim yetmez. Toplumu bir arada tutan asıl harç, ahlak, inanç ve gelenek üçgeninde şekillenen ortak değerler sistemidir. Kadim aile yapısının korunması, toplumsal ahengin sürdürülmesi ve genç nesillere bir değer bilinci aktarılması, hem kültürel süreklilik hem de ruhsal bütünlük açısından elzemdir.

Bu çerçevede, “plaj kültürü”nün ya da “mayo ile sahne performansı”nın, sanatsal bir ifade değil, normalleştirilmiş bir yabancılaşma biçimi olarak okunması gerektiği görüşü toplumda yaygındır. Zira bu tür gösteriler, sahneyle sınırlı kalmamakta; sosyal medyayla kitleselleşmekte ve kültürel erozyona zemin hazırlamaktadır.

Sanat, elbette özgür olmalıdır. Ancak bu özgürlük, toplumun ortak değerlerine karşı bir başkaldırıya dönüşmemelidir. Her bireyin özgürlüğü, bir başkasının onuruna, inancına ve değerlerine zarar veremez. Medeniyet, tam da bu dengeyle mümkündür. Türkiye, hem çağdaşlaşmayı hem de kültürel sürekliliği hedefleyen bir ülke olarak, özgürlük ve sorumluluk dengesini yeniden düşünmek zorundadır. Müptezellik sanatsal bir ifade değil, yozlaşmanın estetikle kamufle edilmiş hâlidir. Sanat, yüceltmeli; yozlaştırmamalıdır.

Yeni Akit

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat