Umre notları-6 / Ülkelere Göre Umre Ehli Profilleri

  • GİRİŞ20.05.2012 10:20
  • GÜNCELLEME20.05.2012 10:36

Türkleri İranlılar ve Uzakdoğu'dan iki ülkenin halkı, Endonezyalılar ve Malezyalılar takip ediyor. Güney Asya dediğimiz Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'ten gelenler de en fazla göze çarpanlardan...

Bunların dışında Afrika ülkelerinden, Mısır'dan, Irak'tan, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden, Arap emirliklerinden ve diğer Arap ülkelerinden gelenlerle umrede dahi muazzam bir kalabalık oluşuyor.

Hele de bizim umre dönemimizde Avrupa'da Paskalya tatili olmasından mütevellit Avrupalı Türkler de çoluk çocuk bulunuyordu ki, bu da cabasıydı...

Bu milletlerin hepsinin nevi şahıslarına münhasır özellikleri mevcut...

İranlılar; çadorları ve diğer milletlere göre daha bakımlı ve genç halleriyle kendilerini hemen belli ediyor. Zaman zaman hafif makyajlılarına ve hatta kalıcı makyajlılara rastlanabiliyor.

Kalıcı makyajlılar nadirattan da olsa Türkler arasında da bulunuyor.

Mescitlerde daha çok Kuran-ı Kerim okurken görünen İranlılar, Ravza ziyaretlerinde pek nazik ve kibar değiller.

Görevlileri dinlemedikleri gibi, Ravza'da 2 rekât namaz kılıp çıkmak yerine, uzun uzun dua edip ağlıyor ve zaman zaman kendilerini kaybediyorlar.

Türk teyzelerin de hemen hepsinin dilindeler.

Türk teyzeler İranlıların sıraya riayet etmeyip, kendilerini ezip geçtiklerinden şikâyet ediyorlar.  Oysaki aynaya bir baksalar, sadece daha yaşlılar...

Fizik kondisyon ve gençlik, çarpışmalarda galibiyet sebebi olabilir. Ezildim diye sızlanmanın manası var mı? Yok...

Tabi çarpışmanın manası var mı? İşte asıl sorulması gereken, bu soru...

Uzakdoğulu gruplar yani Malezya ve Endonezyalılar sessiz, sakin, sabırlı ve birbirlerine oldukça bağlılar. Tek başına ibadet eden yahut gezen bir Uzakdoğulu görmeniz, kutuplarda deve görmeniz kadar güç.

Grup halinde yekvücut hareket ediyorlar.

Gruba bağlılıkları o derece üst düzeydeki aralarına girip namaza durmak yahut cemaate katılmak imkânsız...

Hele de tavafta grup trenine denk gelirseniz o treni asla bölemez, çaresiz trenin geçmesini beklersiniz.

Ayrıca umreye ve hacca ciddi eğitimler ve sınav sonucunda gelebildikleri için her halleri ve davranışları ile Hicaz'ın en bilinçli ziyaretçileri...

Kendilerine özgü bir örtünme biçimleri var.

Kolay tanınmak ve kaybolmamak için (sanki mümkünmüş gibi) buldukları yöntemler de takdire şayan...

Kuzey Irak'tan gelenler, yüzleri dövmeli, genellikle eflatun başörtülü, basma elbiseli yaşlı teyzeler.

Bu teyzelerde de grup bilinci pek gelişmiş. "Önümüze gelene bir tekme" pozisyonu en sevdikleri gezme ve tavaf pozisyonu...

Suudiler, Afrikalılar, Mısırlılar, Güney Asyalılar mizaç olarak pek bir rahatlar... Çoluk çocuk hep mescitteler. Yemek içmek gibi hayati ihtiyaçlarını da burada giderebiliyorlar.

Özellikle Güney Asyalıların birçoğu sadece yol parasını denkleştirip, kalacak bir yeri olmadan günlerce yolculuktan sonra  kutsal topraklara geldikleri için mescitlerin avlularında ve civarlarında yatıp uyuyorlar.

Temizlik ve yemek alışkanlıkları da bize benzemeyen Güney Asyalıları Türkler,  "şartı şurtu olmayan, pis Araplar" olarak nitelendiriyorlar.

Örtünme biçimleri, hızmaları, takıları ve kınalarıyla belki de ehli umrenin en süslüleri olan bu kadınlar, çoğunlukla yaşlılar.

Ayrıca zengin dahi olsalar belli etmiyorlar, her daim Hint fakiri görünümündeler.

Birbirine kenetlenmeyi ve o halde Beytullah'ta Hacerü'l-Esved etrafında sıkışmayı da en çok sevenler, yine bu teyzeler...

Türk ziyaretçilerden Anadolu'dan gelen gruplar da kendilerini hemen belli ediyorlar.

Yaz kış demeden her mevsim giyilen ve sırttan asla çıkarılmayan örgü yelek ve altında yöreye göre basma şalvar yahut basma etek...

Bu gruplar da birbirlerini kaybetmemek için çoğunluğun yaptığı gibi tren olup her türlü ziyaretlerini ve ibadetlerini zincir halinde yerine getiriyorlar. Ve yine o zincirin kopmasına asla izin vermiyorlar.

Bu derece birbirlerine bağlıyken olur da gruptan ayrı düşme ihtimaline karşı ise estetikle uzaktan yakından alakası olmayan fakat son derece pratik ve işlevsel, çokça da komik çözümler üretiyorlar.

Yalnızca Türkler değil, Uzakdoğu ve Irak'tan gelen gruplarda da bu alanda yaratıcılık had safhada...

Başörtülere çengelli iğne ile tutturulmuş renkli kurdeleler, boyuna bağlanan fosforlu fularlar, başörtüsü üstü civciv sarısı çiçekli bereler, çeşit çeşit şapkalar, tek bir yapma çiçekten neredeyse kafaya kondurulmuş devasa bir aranjmana varıncaya kadar genişleyen çerçevede yaratıcı çözümler...

Tek başına yapıldığında münferit bir absürtlük örneği olarak görülebilecek bu durum, koca bir grup tarafından yapıldığında ister istemez insanı tebessüm ettiriyor.

İster taşradan gitsin ister şehirden, Türklerde  görmediğim ve görmediğime de pek sevindiğim bir davranış bulunuyor.

Bu; mübarek gördükleri her taşa, duvara, sütuna sarılma, öpüp koklama, yüz, bez, çaput ve kıyafet sürme durumu...

Daha ziyade İranlılara, Hintlilere, Pakistanlılara ve Bangladeşlilere mahsus bir tarz gibi görünen bu durumun,  şükür ki Türklerde pek esamisi okunmuyor.

OSMANLI YADİGÂRI

Hicaz; yüzyıllar boyunca kaldığı Osmanlı hâkimiyetinden izler taşıyor.

Birçok  padişahın ve hanedan mensubunun  yaptırdığı Osmanlı eserlerinden bir kısmı, korunarak günümüze kadar ulaşıyor.

Özellikle  Abdülhamit'in yaptırdığı Hicaz demiryolu Müslüman coğrafya için büyük önem taşıyor.

İstanbul'dan başlayıp Medine'de nihayetlenen bu güzergâhın sonunda, Abdülhamit Han'ın yaptırdığı bir de gar bulunuyor.

3-4 sene öncesine kadar harabe halinde olan ve yıkılmaya yüz tutmuş bu gar, Kanal7 Televizyonunun duruma dikkat çekmesiyle Suudi hükümeti tarafından yeniden imar ediliyor.

Osmanlının Hicaz bölgesine verdiği ehemmiyet, sadece yatırımlar ve imar faaliyetleriyle kendini göstermiyor.

Hz. Peygamber sevgisi ve saygısı ile donanmış bu insanlar, o dönemde  Mescidi Nebevi tamir olunurken dahi üstün edep ve faziletlerini ortaya koyuyorlar.

Osmanlı ahlakını Hicaz'a taşıyorlar.

Grup hocalarımızın aktardığı bilgilere göre; Mescidi Nebevi'nin tamirinde çalışan ustalar, Hz. Peygamber (s.a.v.) rahatsız olmasın diyerek tamir esnasında tek bir dünya kelamı dahi etmezlermiş.

Zaman zaman çekiç, çivi gibi edevat lazım olduğundaysa şifreledikleri zikir ve lafızları vird eyliyorlarmış. Çekiç yerine "Lailaheillah" harç yerine "Allahuekber" demek gibi...

Yine aynı edebin ve hürmetin gereği olarak çekiçlere keçe sarıyor, çekiç seslerinin Peygamber Efendimizi rahatsız etmesinden çekiniyorlarmış.

Hatta tren raylarından mescide yakın olanlara dahi bu keçelerden sarıp tren gürültüsünün mescide ulaşmaması için azami gayret gösteriyorlarmış...

İşte bu ulvi ahlak, Osmanlının İslam dünyasında temayüz etmesine neden oluyor.

Allah onlardan gani gani razı olsun...

Medine'de bulunduğumuz süre zarfında bir günümüzü civardaki ziyaretgâh ve mescitleri gezmeye ayırdık.

Kalabalık kafilemiz ve hocalarımızla Uhud savaşının yapıldığı Uhud dağına, hendek savaşının yapıldığı 7 mescit bölgesine, Kuba mescidine, "İki kıbleli mescit" demek olan Mescidi Kıbleteyn'e, Gamame Mesicidi'ne, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ebubekir mescitlerine ve Cennet-ül Baki'ye ziyaretler gerçekleştirdik.

Ayakta kalan birkaç Osmanlı eserini görme fırsatını yakaladık.

Her gördüğüm yeni yer ve yeni mekân ile cahilliğim bir kez daha tescilleniyordu.

Mesela Uhud dağıyla Okçular Tepesi de denilen Ayneyn Tepesi arasındaki farkı, aralarındaki mesafeyi orada müşahede ediyor, şaşırıyordum. Hâlbuki ben buraları karşılıklı değil yan yana sanıyordum.

Sakallı Celal'in dediği gibi "bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olabilir"di. Kendim için üzgündüm.

Okçular Tepesi; bir küçük tepenin bir savaşın kaderini belirlemedeki rolü, insanların ulu'l-emrin sözünü tutmaması ve mala tamah gibi birçok mesajın mücessem haliydi...

Hemen tepenin eteğinde yer alan Uhud şehitliği ise, sürekli şükrettiğim bir kutsal ziyaretgâh olmuştu.

Rabbim hiçbir zorlukla karşılaşmadan sadece anamız ve babamız vesilesiyle bizleri İslam fıtratı üzere yaratıp, o fıtrat üzere de sabitkadem kıldığı için... Elhamdülillah...

Urfa'da Balıklı Göl'de Hz. İbrahim'in hikâyesini turistlere anlatan çocuklar gibi burada da Hz. Hamza'nın, Musab bin Umeyr'in, Cahş'ın, 70 şehidin hikâyesini anlatan çocuklar vardı. Sonra gönlünüzden ne koparsa veriyordunuz. Sadaka, fisebilillah...

7 mescit, Hendek savaşının yapıldığı bölgede bulunuyordu.

Hendek savaşından bugüne hiçbir iz kalmamıştı.

20-30 yıl öncesine kadar hendeğin bir kaç metrelik bölümü korunurken günümüzde her yere asfalt dökülmüş ve yol yapılmıştı.

7 mescitten biri ise bakımsızlık yüzünden yıkılmış ve hakikatte 7 mescitler, 6 mescit kalmıştı.

Hz. Peygamberin Medine'de ilk yaptırdığı mescit olan Kuba mescidi de o güne göre epeyce büyütülmüş, etrafı alışveriş yapılacak dükkânlarla dolmuştu.

Mescidi Kıbleteyn diye anılan mescitte ise namaz esnasında gelen vahiy ile Müslümanların kıblesi Mescidi Aksa'dan Kâbe'ye doğru çevrilmiş, bu nedenle buraya bu isim verilmişti.

Bütün bu ziyaretgâhlar, Habibin hayatının geçtiği mekânlar, bende ruhi bir visal hali uyandırıyor, kendimi asrısaadette yaşarken görüyordum.

Onlarla birlikte namaza duruyor, sohbetlerine katılıyor, gehi gülüyor, gehi ağlıyordum.

Hayal gücüm sınır tanımıyordu...

Ayşegül Yıldırım Kara - Haber 7

aysegulyc@gmail.com

twitter.com/aysegulyk

Yorumlar4

  • mert 7 yıl önce Şikayet Et
    "Rabbim hiçbir zorlukla karşılaşmadan sadece anamız ve babamız vesilesiyle bizleri İslam fıtratı üzere yaratıp, o fıtrat üzere de sabitkadem kıldığı için... Elhamdülillah..." bu güzel bir tespit olmuş.
    Cevapla
  • Adem Büyükölmez 11 yıl önce Şikayet Et
    yazıya yorum yapan arkadaşıma.... yazıya 2 adet yorum yapan arkadaşıma yorumu nedeniyle hayret ediyorum.yazar, kendi bakış açısından, kendi duygu ve düşüncelerinle izlenimlerini aktarmış sadece.yorumunuz ve eleştiriniz oldukça ağır.yazarın, neyi, ne zaman ve nasıl öpeceğini iyi bildiğine eminim.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • turgut1 11 yıl önce Şikayet Et
    göz,kulak ve kalp. bu üç uzuv mühürlenince rabbimiz korusun "ya leyteni kuntu turaba" (keşke toprak olsaydım) demekten başka elden bir şey gelmez..bu üç unsurdan ikisi açık olur biri mühürlü olabilir..bizlerde rabbimizden gözümüze,kulağımıza,ve kalbimize hidayet talep ederiz..onlara vurulan rabbani mühürden ve indirilen perdeden allaha sığınırız..kutsalı öpmemek gaflettir..sakalı şerifte bunlardan biridir..kutsal elbiseler de bunlardan biridir..rasulün terindeki rabbani gül kokusunu solumak için kaç sahabi terini aldı biliyor musunuz?...siz kendinizle,kendi çevrenizdekilerle rasulü bir tutmaktan allaha sığının..bu nasibsizliktir..sayın yazar hanım,bir daha..bir daha düşünün.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • turgut1 11 yıl önce Şikayet Et
    taşını toprağını öpmek. rasullullah (sav) efendimiz,hacerül esved için:ben peygamber gönderilmeden evvel,mekkede bana selam veren taşı,haala biliyor ve tanıyorum demiştir...hz.ömer hacerül esvedden için:"çok iyi bilirim ki,sen zarar ve menfaati olmayan bir taş parçasısın.eğer rasulullahın seni takbil ettiğini (öptüğünü) görmese idim,asla seni takbil etmezdim"..özetle dah aönceki peygamberlere ve rasulullaha ambias olmuş o rahmani kutsalları eğer bir dudak öğemiyorsa ben onu nasibsizlik olarak görürüm..yazar hanım o kutsalları öpmediği öpemediği için bir daha bir daha düşünmeli..tıpku okçular tepesini tefekkür edip,sonrasında okumuş cahilmişim dediği gibi..rasule hizmet eden taş toprak öpülür..onun için ağlamış kütük öpülür..öpmeklede sanmaki rujlu dudaklar bozulur..bu benzeri yanlışlarınızdan allaha sığınırım..ben hacerül esvedi öper başıma korurum..rasule mekan olan yeri öper başıma korum..
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat