Paranın konuştuğu

  • GİRİŞ04.01.2013 09:46
  • GÜNCELLEME04.01.2013 09:46

Konuştuğum kadar param da konuşur. Para dil kadar kibar da konuşmaz. Dilin söyleyemediğini açık edip itiraf eder. Para bizi konuşur ve tavırlarımız para karşılığındaki kalitemizin ölçüsüdür. Her sahada yapıp ettiklerimizin kişilik ölçütü değilse bile, iş gücümüzün değer birimi paradır. Paradan konuşalım biraz… Çok paradan bahsetmiyorum. Eh yetecek miktarda paradan... Aylık geçimimizi sağlayacak miktarda olanından.  

İlk sözleşme paranın miktarı üzerine olsun. Bir sözleşme söz konusu ise bir de muhatap lazım değil mi? Müşteri, alıcı, patron. Muhatap örneklerini çoğaltmak mümkün. Patron da karar kılalım.

Şimdi elimizdeki değerleri kullanarak paraya ulaşmaya çalışalım. Para mı? Hadi çekinmeden, kıvırmadan iç sesimin fısıldadığını söyleyeyim, para: huzur. Elimizde patron ve bir de sözleşme var. Akdin gereğinde ise hizmet. O da ne, bir de not düşülmüş “kaliteli ve hakkı verilerek 8 saat hizmet karşılığı”. Şimdi tekrar toplayalım, para = kaliteli hizmet + hakkı verilen 8 saat iş gücü. Planlanan bedeli elde edebilmek için patronun memnuniyeti en büyük şart. Mevziiyi terk edemezsin. Mevzu hep iş. Sadece iş te değil. Hakkı verilen, kalite memnuniyeti gözetilen hizmet. Bir ayın sonunda disiplin, özveri, sadakatle yerine getirilen göreve karşılık elde ettiğimiz değer ise maaşımız. Düzelteyim “eh yetecek miktarda para”. Düzeltmeyi düzelteyim “birikim sağlayacak, huzuru tesis edecek miktarda değil, aylık geçimimizi sağlayacak kadar para”.

Huzuru sağlamasa da huzursuzluğu giderecek kadar para kazanmanın karşılığında memnun etmek zorunda olduğumuz bir patron bekler her birimizi. Hizmet ya da iş gücümüzü savsaklama lüksümüz yoktur. Çalıştığımız birimi terk edemeyiz, bunun adı itaatsizlik olur. İş saatine gecikme şansımızı en baştan kaybetmişizdir. Şimdi meşgulüm daha sonra ilgileneceğim bahanemiz geçerlilik kazanmayacaktır. Çok ileri safhada değilse eğer hasta olmamızın, baş - diş ağrımızın bir önemi de olmaz çalışmak için. Eni topu bir ay çalışmanın karşılığında “huzuru tesis etmese de ağzımızın tadını kaçırmayacak” miktarda bir para karşılığında katlanırız sözleşmenin gereklerine.

Bütün bunları yaparken, yani hizmetimizin miktarı kadar bedelin ödenip ödenmeyeceğini hiç düşünmeyiz. Çünkü bir patronun güvendiği kadar biz de patrona güveniriz. Karşılıklı bir güven alış - verişi de diyebiliriz akdimize. Davranışlarımız patrona “beklediğin hizmeti sağlayacağım” mesajı içerir. Patronun kadim duruşunda ise “ay sonunda hakkını alacaksın” ifadesi yatar. Böylece her iki tarafın dayanağı karşılıklı güven zemininde yatar. Bütün bunların yazılı bir metne bağlı olması da gerekmez.

Sözün burasında huzuru tekrar tanımlayalım: sonsuz dirlik, ebedi gönül hoşnutluğu, bitmez sürur, rahatlık ve erişme. Yani dünyada ancak iman edenlerin davranışlarındaki harfsiz konuşmanın adı. Hazretin ifadesi ile “iman manevi tuba-i cennet çekirdeği taşıyor”. Huzur için itimada yani güvene, yani muhataba iman etme şartı karşılıyor akıl sahiplerini. Yani ancak güvenenlerin erişebileceği bir makam.

Şimdi soru şu:

Mescitteki kadar sokakta, caddede, evde, işte, okulda ve sosyal temasın olduğu her sahada tavırlarımızda namaz konuşmuyorsa, sonsuzluğa güvenen adamlar/kadınlar mesajı içermiyorsa, cennete yüzünü çevirmiş aydınlık ruh insanları inancı yoksa,  Allah ile aramızda bir güven problemi olduğumuzu göstermez mi? Ebedi bir huzuru ahdeden, disiplinsiz yaşayanlara sonsuz azap ve dışlanma vurgusu yapılan ilahi kelama inanmadığımızı kanıtlamaz mı?

Lakayt ve ciddiyetsiz yaşam prensiplerimiz, özensiz ve isteksiz namaz algımız, sabah namazına karşı plansız ve önlemsiz tavırlarımız, vakit namazlarındaki büyük buluşmaya yönelik gevşek keyfiyetimiz, sonsuz huzuru vadeden kainatın sultanına “Sana güvenmiyorum Allah'ım. Patron senden daha doğru sözlü. Azap ve müjdelerini de önemsemiyorum. Ben maaşımı seninle buluşmaya ve cennetine tercih ediyorum. Sabah namazına kalkmam ama işime vaktinde giderim. Yatsı namazını kılmam ama üç kuruş için mesaiye kalırım.” demek olmuyor mu?

Tsunami haberlerine karşı sergilediğimiz refleks. Ne olduğu bilinmeyen kaynaklarca çıkarılan temelsiz kıyamet söylentileri. Yarın deprem olacak dense taşıdığımız kaygılı bekleyişe karşı, hiç yalan söylememiş olan, yalan söylediği görülmemiş olan ve ebediyete kadar da görülmeyecek olan, inanmayanların dahi El-Emin dediği peygamberinin “din günü vadine” duyarsız ve doygun davranmak, “Elçine inanmıyorum, nebin yalan söylüyor” demek olmuyor mu?

Takındığımız haller ne çok şey söylüyor da dil varmıyor. Tavır ve davranışlarımız öyle sessiz soluksuz değil bağıra bağıra gerçek tercihlerimizi konuşuyor. Uğruna tercih ettiklerimiz ağırlığımızın birimini de gösteriyor. Ağrısını taşıdıklarımız ağırlığımız diye anılıyor. Din gününde herkes ağırlığınca ağırlanacak, hiç yalan söylememiş olan öyle haber veriyor…

Barış Cem Kaya - Haber 7

bariscemkaya@gmail.com

Yorumlar1

  • ELİF 11 yıl önce Şikayet Et
    iman=güven. insanın içini sızlatan acı bir yazı.çünkü gerçekler acıdır. iman ile güven aynı kökten gelir. iman ettim demek bir iddiadır ve ispat ister.yani ben sana inanıyorum,güveniyorum deyip gösterdiği yoldan gitmemek hangi iman anlayışına sığabilir acaba. 'inanıyorum ama yapmıyorum',demek sanki imanımızdan bir şey eksiltmezmiş gibi. bu büyük bir yanılgıdır. ve iki yüzlülükten başka birşey değildir.asr suresinde kurtuluşa ermenin ilk şartının iman edip salih amel işlemek olduğunu söyler. yani ispatlanmış bir iman.barış bey de bunu çok güzel ifade etmiş.teşekkürler.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat