Körfez’de sıkışan küresel emperyalizm ve Türkiye

  • GİRİŞ17.06.2019 10:43
  • GÜNCELLEME17.06.2019 10:43

Dünya Basra Körfezi’ndeki gelişmelere odaklandı. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi; zaten sıcak bir iklimi olan Körfez’in, önümüzdeki günlerde daha da ısınacağı anlaşılmaktadır.İran’ın bölge politikaları, ABD’nin ama özellikle Trump’ın bölgede istikrarsızlıktan istifade ederek daha fazla silah satma ihtirasları, Basra Körfezi’ni daha geniş bir savaş tehdidi taşıyan düşük düzeyli bir çatışma alanına çevirmiştir. Geçmişte yaşananlara benzer bir şekilde bir ay ara ile petrol taşıma tankerlerine yapılan meçhul sabotaj ve saldırıların, dünya kamuoyunu ikna edip casus belli (savaş nedeni) yaratmaya dönük hazırlıklar olduğu anlaşılıyor.

Liderler savaş istemediklerini açıklarken, taraflar diyaloğa yakın durduklarını söylerken; hele hele Japonya Başbakanı tansiyonu düşürmek maksadıyla İran’da görüşme yaparken, Hürmüz Boğazı’nda petrol taşıyan iki gemiye yapılan saldırı küresel emperyalizmin sıkıştığına işaret etmektedir.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki menfaatlerine karşı alınan tavırlar, yanıbaşındaki terör örgütünden devlet yaratma gayretleri; kaba bir mektup ile gasp edilen F 35 ve karşı çıkılan S 400 hava savunma sistemi de Körfez’deki gelişmelerden bağımsız değildir.

Aslında yakın geçmişe iyi bakıldığında benzeri hadiselerin defalarca yaşandığı ve ardından bir dizi bağımlılıkların kurulduğu görülecektir. Birkaç örneği hatırlayalım:

Birinci Dünya Savaşı’nın başında İngiltere’ye bedelini ödediğimiz savaş gemilerine el konulmadı mı?

Kıbrıs Türklüğüne karşı girişilen soykırım hareketlerine karşı Türkiye’nin tedbir alma çabalarına ABD Başkanı Johnson’un diplomasi nezaketlerini aşan kaba mektubu ile karşı çıkılmadı mı?

1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında da ABD’nin askeri ambargosu yaşanmadı mı?

Batı’nın yarattığı bir Frankenştayn olan Saddam’ı ortadan kaldırmak amacıyla Irak devleti, BM kayıtlarına giren büyük yalanlar ve sahte görüntüler ile yok edilmedi mi?

Geçmişte ve bugün yaşanan sorunların tamamı son yüzyılda dünyaya egemen olan küresel emperyalizm ile bölgesel dinamiklerin çatışmasından kaynaklanmıştır. Uzun zaman ideolojik ayrışmalar ve bloklaşmalar ile meşgul edilen dünyaya biçilen elbise artık dar gelmektedir. Daha çok Avrupa uyumu perspektifinde geliştirilen uluslararası sistem, amir unsurlar ile itaatkar uydular üzerinden yürütülürken buna artık imkan kalmamıştır.

Zira, dünyanın merkezleri çoğalmıştır. Yeni merkezlerin eski merkez ile ilişkileriyle; kendi aralarındaki ilişkileri, çelişkileri daha doğrusu büyük menfaat çatışmalarını barındırmaktadır. ABD, Körfez’e silah satarak hem ticaret yapmak ve hem de petrol akışının güvenliğini sağlamak isterken; bugün, bölge ülkelerinin bu durumu pasif bir uygulayıcı olarak kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Mesela, İran’ın Körfez ülkeleriyle, daha spesifik olarak Suudi Arabistan ile aralarında var olan güvensizliğe rağmen, uluslararası çağrılara uyup bir birine karşı doğrudan harekete geçmedikleri görülmektedir. Gündemde kalmak ve kendi iç dinamiklerini canlı tutmak için tansiyonu üst düzeyde tutan taraflar, birbirlerine saldıran taraf olmaktan kaçınmaktadırlar. Hatta muhtemel bir çatışmada savunmalarını ve hakemliklerini başkalarına yaptırmak istemektedirler. Çelişkili gibi görünse de bölgenin gerçeği budur.

ABD ve Körfez’in eski patronu İngiltere, İran’ın politikalarını dünyaya tehlikeli ve yayılmacı olarak anlatmaktadır. Oysa sorunun doğrudan muhatabı olan Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri bu siyasi safsataya alkış tutmakla birlikte inanmamaktadır. İran da kendisine biçilen rolü oynarken; aslında kendi içinde reelpolitik bir çizgide durmaktadır.

En büyük sorun olarak gösterilen ve İran için bir avantaj sayılan Arap Körfez ülkelerinin demografik yapısı ve barındırdıkları Şii nüfus başka yerden taşınmamıştır. Ayrıca bu nüfus, politikalarında Şii ideolojisini ön plana çıkaran İran devriminden sonra da Şiileşmemiştir. Bu durumda, modern Körfez ülkelerinin kurulmasından önce de var olan bu sosyal yapı mı, yoksa asırlardır Körfez’in bir yakasında toprak üzerinde egemen olan İran’ın varlığı mı daha önemlidir, sorusu sorulmalıdır.

Körfez’de tansiyonu sürekli yükselten taraflar bunun cevabını gayet iyi bilmektedir. Söz gelimi BAE, kurulmasından itibaren İran ile en çok problem yaşayan ülkelerden birdir. Özellikle adalar sorununda İran ile defalarca karşı karşıya gelmesine rağmen, hiçbir zaman sıcak çatışmayı tercih etmemiştir. Belki bu korku sürekli silahlanmasına neden olmuş ama İran’ın BAE içindeki menfaatlerine de bir zarar getirmemiştir.

Bugünkü göstergeler, belki Haziran sonunda sıcak bir çatışmaya işaret etmektedir. Ancak böyle bir gelişmenin de bölgesel dengelerde bir değişiklik yaratma potansiyeline sahip olmadığını uluslararası sistem bilmektedir. Burada saklanan asıl gerçek, artık kendisini yenileme potansiyeli olmayan küresel emperyalizmin zaman kazanma arayışlarıdır. İslam dünyasına ve özellikle Araplara sunulan ve yakında Bahreyn’de masaya yatırılacak olan asrın anlaşması da bunun sakızıdır.

Diğer taraftan Türkiye, İran ile Körfez ülkeleri arasında sıkıştırılıp daha büyük kazanımlardan mahrum edilmek istenmektedir. Şartlar ne olursa olsun, nasıl gelişirse gelişsin, Türkiye büyük küreye odaklanmalı ve dünya yönetişiminde aktör olabilme potansiyelini harekete geçirmelidir.

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

Yorumlar1

  • Vurucu 4 yıl önce Şikayet Et
    Nokta
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat