40 yıl önce 40 yıl sonra: Gelecek şoku
- GİRİŞ27.07.2010 11:32
- GÜNCELLEME27.07.2010 11:32
Tam 40 yıl önce bu ay yayınlanan bir kitap önce ABD’de sonra da tüm dünyada şok etkisi yaptı. Orijinal adı ‘’Future Shock (Gelecek Şoku)’’ olan kitap Alvin Toffler tarafından yazılmıştı. Kitap 1970 yılından beri sadece ABD’de 5 milyon sattı. Dünyada da milyonlarla ifade edilen satış rakamlarına ulaştı. Toffler kitabında sanayi ötesi toplumun yaşayacağı yapısal değişiklikler üzerine öngörülerini ve kehanetlerini paylaşıyordu. Daha sonra ‘’Üçüncü Dalga’’ adlı kitabıyla insanları geleceği düşünmeye bir kez daha davet etmişti. Toffler’ın gelecekle ilgili bazı öngörülerine rezervlerim olsa da ben hayata biraz daha geniş perspektiften bakmaya çalışan herkese hürmet ederim.
1970 yılın Türkiyesinde sokaklarda birbirini boğazlayan, yaşadıkları evleri bombalayan, kendi sloganlarını yazabilmek için duvarlar üzerine savaşlara tutuşan gençlerden kaçının ilgisini çekti bu kitap bilmiyorum. İnsan soyu olarak nasıl bir geleceğe, nasıl bir dünyaya doğru ilerlediğimiz hakkında kafa yoran sayısı bakımından biraz kısmetsiz bir kuşak olduğu açık. Bedelini ağır ödediler.
Yaşadığımız günlük olaylara saplanıp kalmak bizi gerçeklerden koparır. Tıpkı yaşadığımız günlerin gerçeklerini tamamen boşvermek gibi. Denge iyidir. Bugüne dair yeterince can sıkıcı gelişme okumuşsunuzdur. O yüzden denge sağlamak için ben de sizi bir gelecek turuna davet ediyorum.
Alvin Toffler’ın Gelecek Şoku’nu yayınladığı 1970 senesinde Washington DC’de de bir dergi yayına başladı; ‘’Smithsonian Magazine’’. Dergi, bünyesinde dünyanın bence en güzel müzelerinden bazılarını da barındıran Smithsonian Enstitüsünün yayın organı.
İki hafta kadar önceki bir mektubumda ‘Dünyayı kökten değiştirebilecek 12 şey’i aktarmıştım. Scientific American, 2050 yılına kadar bir tanesi bile gerçekleştiğinde tüm yaşamı radikal şekilde değiştirebilecek 12 olayı ve bunların gerçekleşme olasılığını bilimadamlarına yorumlatmıştı. En az Scientific American kadar nizami bir dostum olan Smithsonian da bu ay kutladığı kırkıncı yıldönümünde gelecek 40 yıla dair 40 şeyi paylaşmış. Laf taşımak gibi olmasın ben de sizinle paylaşayım istedim.
Kerpiç, kerpiç üstüne kuracaz binayı…!
Bina yapımında insan soyunun 5 bin yıllık tekniği, çamur ve kili yeniden keşfedeceğini öngören inşaat mühendisleri olduğunu biliyor muydunuz? MIT İnşaat Profesörü John Ochsendorf, çimento ve çelik yerine her yerde bulunabilen kil ve çamurun inşaat malzemesi olarak kullanılmasıyla, hem enerji tasarrufu hem de çevre kirliliğini azaltma açısında muazzam ilerleme sağlanacağını belirtiyor. Atmosferimize karbondioksit salınımının yüzde 5’i sadece çimento üretiminden kaynaklanıyor. Geleceğin inşaatlarında çöplerin yeniden dönüşümü ile elde edilen tuğlalar kullanılacak.
Ve sağlam bina için bugün maalesef sadece camilerimizde kalan kemerler yeniden keşfedilecek profesöre göre. ‘’İnsanoğlu, sonradan görmelere özgü bir acullukla sanayi devrimi ile 5000 yıllık gelişme tecrübesini tutup camdan dışarı attı.’’ diyor ve şaşırtıyor: ‘’İnsanlar ilerleme kavramına hep dar anlamda baktıkları için 21’nci yüzyılın binalarının titanyumdan yapılmasını bekliyor. Ama belki de 21’nci yüzyıl binaları çamurun daha zeki ve daha estetik kullanımından yapılacak’’.
Dergi demiyor ama ben son zamanlarda bir trend gözlemliyorum. Eğitim ve gelir seviyesi yükselen birçok kişi kentten köye göçediyor. İnternetin, uydu iletişiminin, alternatif enerji imkanlarının olması, birçok kişiyi, ‘’kentlerin eziyetine daha ne diye katlanayım’’ noktasına getiriyor. ABD’de yazılarını eserlerini haberlerini takip ettiğim birçok kişinin aslında köylerde yaşamaya başladığını öğrendikçe çok şaşırıyorum. Ama tabii ki bu genel nüfusa oranla çok az bir seviyede. Tarihte ilk kez şehirlerde yaşayan insan sayısı kırsal kesimde yaşayandan çok. Ve şehirlere toplanan bu yığınları doyurmak her geçen gün daha ciddi bir sorun. Bu sorun nasıl çözülebilir?
Gökdelen çiflikler
Smithsonian yakın gelecekte uygulanabilir bulduğu bir çözümden bahsediyor: ‘gökdelen çiftlikler’. Columbia Üniversitesi çevre sağlığı bilim dalı profesörü Dickson Despommier, madem şehirlerde ekip biçecek yer sorunu var, ‘dikey tarım’ yapalım diyor. 30 katlı bir çiftlik hayal edin. Burada sebze yetiştirmenin yanı sıra, kümes hayvancılığı ve balıkçılık üretimi de yapılacak. Bu sistemde, tarım için hem araziye, hem havaya hem suya duyulan bağımlılığı da büyük oranda azaltıyorsunuz. Şehrin atık sularını bu tarımda kullanıyorsunuz. Ayrıca, tarımsal ürünün şehre ulaşım maliyetini de elemiş oluyorsunuz. Henüz dünyada gökdelen çiftlik yok. Ama İngiltere’de buna model olacak bir deneme çalışması başlamış durumda. Sebzelerin, yeterince beslendiğinden, ışık ve su aldığından emin olan otomizasyon, verimi de artırıyor. Tabii ki gökdelen çiftlikler yükseldikçe olan, camdan dışarıya baktığında karşı gökdelendeki inekle gözgöze gelecek plaza insanlarının karizmasına olacak ama hayat ne yaparsın…
Okyanusların omurgasız çeteleri
10 Aralık 1999 gecesi Filipinlerde aniden elektrikler kesildi. Başkent Manila başta olmak üzere 40 milyon kişinin karanlıkta kalması hemen herkesin aklına ülkede darbe olduğunu getirdi. Gerçek ertesi gün ortaya çıktı. Ülkenin elektrik santrallerinin soğutma kanallarına giren deniz anaları sistemi felç etmişti.
10 yıl sonra ise manzara çok daha kötü. Bütün dünya okyanuslarında ve denizlerinde deniz anaları çıldırmış durumda. Nüfusları hızla artıyor. Okyanuslardan kopuk Hazar denizi bile deniz anası sorunu yaşıyor. 2007 yılında İrlanda’da yetiştirilen 100 bin somon balığına saldırarak öldürdüler. Söz konusu deniz anası sürüsünün yaklaşık 16 kilometrekarelik alanı kaplayacak kalabalıklıkta olduğu belirtildi. Yaz ayları Akdeniz deniz anası çeteleriyle doluyor. Şimdi Norveç sahillerinden Tayland sahillerine kadar dünyanın her yerinde uzmanlar yetkililer deniz anası sorununa çare arıyor. Dünya medyası bu yeni fenomene, ‘deniz anası tayfunu’ , ‘omurgasız tehdit’ gibi isimler takıyor. Küresel ısınma çoğalmalarına yardım ediyor.
Bundan yaklaşık 20 yıl önce British Columbia Üniversitesinden biyolog Daniel Pauly, ‘’kontrolsüz balık avcılığı bu şekilde devam ederse, hepimiz deniz anası ile beslenmek zorunda kalacağız’’ uyarısında bulunmuş. O zamanki abartmasının bugün gerçekleşmekte olduğuna o bile şaşırıyor. ABD’de Japonya’da ve Çin’de deniz anası ticareti bile başlamış durumda. Smithsonian, 2050 yılında okyanusların deniz analarının kontrolüne geçebileceği uyarısında bulunuyor.
Ama, tabiatta herşey kötüye gitmiyor. Sadece son yıllarda binlerce yeni canlı türü keşfeden insanoğlu, yakın gelecekte binlerce yeni tür keşfedecek mesela.
Fransız anatomist George Cuvier daha 1812 senesinde artık dünyada normal boy dört ayaklılardan daha büyük bir canlı türü keşfetme ihtimali kalmadığını söylemiş. Bundan kısa süre sonra kaşifler gorillaları keşfetmiş. Derken okapi keşfedilmiş, derken cüce su aygırı, derken dev pandalar ve derken dünyanın en büyük kertenkeleleri olan komodo dragonlar… ‘’Tamam, anladık!’’ diyor bana Cuvier, ‘’Sen de uzun yazı yazıyorsun!’’.
Bu yeni keşiflerin önemli bir kısmında bir detay daha var. Birçok hayvan bize aynı gözüküyor. Yani biz fare dediğimizde aklımıza tek hayvan geliyor. Ama o kadar farklı türleri var ki ve bunların birbirleri arasındaki fark o kadar büyük ki… Bunun görünen bir sonu yok. İnsanoğlu ister uzaya, ister atomun derinliklerine ister dünyaya, ister hayvanlar alemine her ne yöne yolculuk etse sonsuz bir derinlik ve çeşitlilikle karşılaşıyor. 19’ncu yüzyılda bunun farkında değildik. Herşeyi çözdük, herşeyi anladık gururu ve pozitivitizm bu sebeple güçlüydü. Şimdi daha efendiyiz.
Dur ey makrop! mikroplara kulak ver…
Biz derinlik ve sonsuzluktan bahsederken Smithsonian da bizi bir başka derinlik alemine davet ediyor. Mikropların dünyasına. Mikrop, Yunanca mikros (küçük) ve bio (hayat) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Türkçe’de nedense mikroskobik dünyadaki sadece zararlı organizmaları ifade gibi yanlış kullanımı yaygın.
Mikroskobik dünyadaki haberleşmeyi çözmeye çalışan insan evlatları olduğundan haberiniz var mıydı? Benim yoktu. Princeton Üniversitesinden Bonnie Bassler’ın anlattıklarını bu sebeple ağzım açık dinliyorum. ‘’Quorum sensing (nisbi algılama)’’ denilen bir çalışma alanının öncüsü ablamız.
Biz makropların hayatının önemli bir kısmıyla dayandığı mikropların kendi aralarında nasıl bir iletişime sahip olduklarının esrarının peşinde Bassler... O ve mikrobiyologlar birkaç yıl önce bakterilerin, hemen bir yiyeceğe yapışıp iki katı büyüyüp sonra da ikiye bölünüp bu devinimi sürdüren tekbenci bir yaratık olmadığını keşfettiler. Aksine birtakım kimyasallar aracılığıyla gayet haberleşen, msnleşen, online olan varlıklar.
Bu haberleşmeyle, zayıf bakteriler bir araya gelip kenetlenip dev bakterilere dönüşebiliyor. Örneğin 600 farklı bakteri türü bu haberleşmeyle organize olup diş etimize yerleşip çürümeye yol açabiliyor. Bassler ve ekibi her bakteri türünün kendi ‘’lehçesiyle’’ iletişim kurduğunu ve bu moleküler dili kendi türünden olanların anlayabildiğini tespit ediyor. Bassler’i asıl ünlü yapan ise, bakterilerin başka bakteri dillerini de öğrenme yeteneğine sahip olduklarını keşfetmesi. Yabancı dil mağdurları için, bir bardak soğuk su içimi süresince ‘’bakteri dil öğreniyor ben öğrenemiyorum arkadaş’’ molası verelim ve devam edelim.
Hepimiz yüzde 90 mikrobuz!
Bu bakteri dili ve edebiyatının sözlüğünü hazırlamanın laboratuvar fantezisi olmanın çok ötesine geçeceğini söylememe gerek yok. En başta dünyada salgın hastalıklara karşı oldukça yaygın bir sorun olan ‘’antibiyotik direnci’’ kıracak. Bassler, bu dili çözüp çok daha güvenli ve etkili antibiyotikler geliştirecekleri konusunda çok iyimser.
Kötü niyetli bakterilerin arasındaki iletişimi koparmayı başardığımızda ise, birleşip çoğalamayacaklar. Teke tekte ise insan bakteriyi yener. Bakteri dediğin ne ki…!
Cornell Üniversitesinden Stephen Winans ‘’öyle deme’’ diyor; ‘’Bakteriler yer kürenin en eski organizması. 4 milyar yıldır buradalar. Yeryüzündeki biyo kütlenin yüzde 50’sini ve nerdeyse biyolojik türlerin yüzde yüzünü oluşturuyorlar.’’
Bassler ordan başını uzatıyor, ‘’insanoğlu, daha çok da insankızı bakteri deyince hemen hastalıkları hatırlıyor. Ama, bakterilersiz bu dünyada yaşamamız imkansız.’’ diye giriyor mevzuya ve patlıyor: ‘’Bedenimiz trilyonlarca hücreden oluşuyor. Ama bu hücre sayısının 10 katı bakteri var vücudumuzda. Yani hücrecilik yapacaksan en iyi ihtimalle yüzde 10 insansın’’.
Benim aklımdan, ‘’Bu bilimsel veriyle artık bir insana mikrop desem hakaret olur mu ki’’ gibi gayet yerli bir sorunsal geçerken o devam ediyor: ‘’Derini kaplayan bakteriler, oluşturdukları çok ince zırhla, sana zarar verebilecek ne mikropları dışarda tutuyor haberin var mı? Sindirim sistemindeki bakteriler K ve B12 vitamini üretiyor durmadan. Midende sindirime yardım ediyorlar. Bakteriler belki mikroskopik ama tamamen görülmez değiller. Eserlerini görebilirsin. Pamukkale’ye bir daha gittiğinde o güzelliği oluşmasına vesile olan emekçilere de yani bakterilere de selam ver. Bakteriler, kayaları mineralize eder, demiri muhafaza eder. Gördüğümüz jeoloji onların eseri. Yüzde 10’sun hala konuşuyorsun.’’
Tabii ki ben böyle algılıyorum sohbeti yoksa şu dünyada en fazla sevdiğim insanlar laboratuvar milletinin insanları. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi cinsten olduklarının bir önemi yok. Kainatta işleyişin nasıl olduğuna dair iflah olmaz merakları, bize, yaşadığımız dünyayı, varoluşumuzu anlamanın yollarını açıyor. Keşfedilecek herşey keşfedildi diyenlere kulak vermeyin. İnsanoğlu muazzam keşiflerin başdöndürücü gelişmelerin sathı mailine yeni girdi.
Umarım 40 yıl sonra Mars’ın başketinden Haber7’nin Uzaklardan Mektuplar köşesine yazacak gariban da, ‘’böylesi derin, böylesi renkli, böylesi ibretlik bir varoluşun kapılarının aralandığı bir çağda nelerle uğraşmışlar, nelerin kavgasını vermişler’’ diye hayıfla anmaz bizi…
Mektubum bitmedi henüz ama görüntü olarak dikey tarıma döndüğü için utanıp susuyorum. İnşallah yarın devam edeyim.
Mustafa Yürekli - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com
Yorumlar16