Demokrasi senin neyine Vesayet?
- GİRİŞ02.02.2011 15:29
- GÜNCELLEME02.02.2011 15:29
Geçti ‘zor’un pazarı...
Devletin ve mülkün tek adamın olduğu bir ülkeyi, hiçbir şey Fransa Kralı 14’ncü Lui’nin Fransa Parlamentosuna, ‘’L’Etat c’est moi! (Devlet, benim!)’’ diye çıkışması kadar anlatamaz. Aynı cüretkar havayı iki sonraki Lui’nin yani 16’ncı Lui’nin, bir fermanını kanun olarak kabul etmeyi reddeden parlamentoya karşı haykırışında da görüyoruz: ‘’Bu kanundur, çünkü ben öyle istedim!’’
14’ncüden 16’ncıya atlamama bakıp, ‘’Ya 15’nci Lui..? O efendiydi her halde?’’ diye meraklanacaksınız... Yok abi, bu Lui cinsinden hiç adam çıkmadı. 15’nci de 14 ve 16 numara gibi Fransa’yı bütün içindekilerle kendisinin şahsi mülkü görüyordu. 15’nci Lui, kendisini her gördüğünde ve hatta ayıptır söylemesi mahremde hemhal olurlarken bile ona ismi yerine ‘Fransa’ diye hitap eden Madam Pompadour’u işte bu sebeple çok seviyormuş.
Ya bu ayıyı güdeceksin ya da...
Madem dedikoduya sardım, ‘Common Sense (Sağduyu)’ adlı muhteşem eseri ve fikri mücadelesiyle asi ve seçkin bir fikir adamı olan Amerikan kurucu babası Thomas Paine’in çıtlattığı bir Fransız dedikodusunu da aktarmadan geçmiyeyim. ‘’Amerikan Kurucu babasının Fransa ile ne işi var?’’ demeyin. İhtilal-i Kebir’in olduğu sene Paris’e gelen Paine, 1803 senesinde Başkan Jefferson kendisini Washington’a geri davet edinceye kadar 14 yılını Fransa’da siyasi ve fikri mücadeleyle geçirdi. Milletvekili de oldu hapse de girdi. Bütün Napolyon döneminin yakından tanığı oldu. Fransız dostlarınıza benden duyduğunuzu söylemeyecekseniz fısıldıyayım; Napolyon’un diktatörlüğünü açıktan tenkit etmekten çekinmeyip üstüne Napolyon’dan, ‘’Tarihin en eksiksiz şarlatanı’’ diye söz eden de oydu. İşte bu Thomas Paine’nin aktaracağım diye lafa başladığım asıl dedikodusu, Fransız ihtilalini eleştiren İngiliz devlet adamı ve siyasi müteffekiri Edmund Burke’a reddiye olarak yazdığı ‘’Rights of Man (İnsanın hakları)’’ adlı klasik eserindeki bir dipnotta gizli...
Anlattığına göre, İsviçre’nin Bern kantonunun meydanında bir ayı besleme geleneği varmış. Ahali, bu ayıya bakıp beslemezse düzenin bozulacağına, yağmurun artık yağmayacağına, bereketsizlik olacağına inandırılmış. Ayı yaşlandığı zaman hemen daha genç bir ayı ile değiştirilirmiş. İşte bu ayılardan biri, yerine hemen yenisinin ikamesine imkan vermeyecek şekilde aniden ölmüş. Bern halkı bir yandan felaket beklentisiyle panik yaşarken, bir yandan da ayının yokluğunda da ekinlerin büyümeye, güneşin zamanında doğmaya zamanında batmaya, yağmurun yağmaya, hayatın seyrine devam ettiğini farketmiş. Bu durum kendilerini bir ayı beslemeye iten bütün ‘öğretilmiş’ korkularını aşmalarına neden olmuş ve artık ayı beslememeye karar vermişler. Ayı beslemenin bellerini büken masrafı bir yana, ayı halka zarar vermesin diye düzenli olarak tırnaklarını kesme zahmetinden de kurtulmuşlar.
Paine’nin anlattığına göre, bu hikayeyi Fransa gazeteleri yazdığında, bayrağında sancağında hakkaten de ayı sembolü olan Bern kantonunun aristokratları pek alınmışlar ve Fransız gazetelerinin okunmasını yasaklamışlar. Oysa ki Fransız gazeteleri bu hikayeyi, bahar sıçanı gibi birinden kurtulamadan diğeri peydahlanan Lui’ler için anlatmış, İsviçre ile alakası bile yok. Hep derim bu İsviçreliler kadar alıngan çeşit yok dünyada. Her iki kampın rüşvetçilerinin de paralarını tırtıklama dertleri olmadığını bilmesem, Soğuk Savaş’tan beri devam eden tarafsız ülke konumları da herhangi bir kamptan eleştiri almaya dayanamadıkları içindir iddiasında bulunacam. O derece yani...
Kısa yazı yazmak için ayarladığım kronometrem yarıya geldi ben hala mevzuma başlayamadım. Artık daha da gelmem İsviçre’ye... Zaten hep dedikodu hep dedikodu... Allah ıslah etsin. Bana ne, size ne Lui’lerden, ayıdan...
Oysa ben yazıya, tamamen ayılardan ilgisiz bir konuyla Tunus’taki durumu seyrettiğim MSNBC haberini paylaşmakla başlayacaktım. Yasemin devriminin gerçekleşmesinin yani Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasının üzerinden haftalar geçti. MSNBC, uzun yıllar boyunca istikrar, güvenlik ve Tunus menfaatlerinin olmazsa olmazı olarak pazarlanan Bin Ali’nin yokluğunda ülkede hayat ne durumda diye merak etmiş. MSNBC’nin gördüğü kadarıyla güneş tabiatıyla doğmaya vakti gelince edebiyle batmaya devam ediyormuş. Bankalar açıkmış, güller, çiçekler açıkmış. İşyerleri açık, okullar açık, hayat bildiğin şekilde devam ediyormuş. Tek fark, Tunuslular, Bin Ali ailesini beslemekten kurtulmuş. Şimdi kendileri için çalışıyorlar ve daha korkusuz bir yaşayışa, umuda yelken açmışlar.
Çiçek deyip geçme, kokusu da korkusu da devlet yıkar
Tunus’tan yayılan Yasemin kokusu, bütün Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu kendine getiriyor. Ben Ortadoğu tarihini okurken farkettim ki bizim coğrafyamızın politikasında sadece Yaseminler değil bütün çiçekler mühimdir. Bizim uzak tarihimizde adını bir devre vermiş çiçek de var, yakın tarihimizde bir korku fırtınasına yol açan çiçek de var.
28 Şubat sürecinde İsmail Hakkı Karadayı Paşa’nın bir İranlı meslektaşına, ‘’nasıl oldu da Humeyni devriminin olacağını göremediniz?’’ diye sorduğunu ve nedense uydurma bir karakter olduğunu düşündüğüm anonim muhatabının da, “Siz, çiçek gözünüzün önünde büyürken fark eder misiniz?” dediğini medyaya sızdırmasıyla, çiçek, kazandaki kurbağayı solladı, 10 sene sonra da terfi etti albay oldu. Tamam bu çiçek retoriği burda dursun! Reca ederim, ‘ne oldi rengin soldi’ demeyin, kronometreye yetişmeye çalışıyorum.
Demokrasi senin neyine Vesayet?
Mısır’da gösteriler başlayınca, İsrail politikalarının şahin savunucuları Türk milletinin artık yakından tanıdığı meşhur kabak çiçeğini açtılar: ‘’Bu sokaklara dökülen gençler, ılımlılar, liberaller, solcular hata ediyor. Mübarek’i devirirlerse Mısır İhvan’ın eline geçecek ve şeriat devleti olacak. Tehlikenin farkında mısınız?’’. Yasemin kokusuna kabak tadı karıştırma telaşı...
O değil de, Persepolis diye çok güzel bir çizgi film vardı, bildiniz mi? Birkaç sene evvel sinemalardan geçti. Abi daldan dala atlamıyorum, bi mevzu konuşuyoruz burda, ne asabiyet yapıyorsun?
Evet işte o Persepolis.. Hani, Fransız sağcıların, Neoconların ve onların yerli işbirlikçilerinin gına getiren istismarına ve korku kampanyasına meze olmuştu. Bilmiyorum, mezkur takımın, askerlerin darbe yapacağına emin oldukları o günlerde başladıkları ‘bunu mutlaka izle, tehlikenin farkına var uyan’ email kampanyasından hala sinyal almaya devam ediyor musunuz? 40 bin yıllık komşusunun 40 yıllık tarihini, aslında bir çocuğun Ortadoğu’nun ikiyüzlülüğünde büyümesinin dramını anlatmaya çalışan bir öyküden öğrenmeye kalkan cehalete satan, utanç verici bir korku kampanyasıydı vesselam...
Şark için diktatörler kavi ve vafi
Değer verdiğim sevdiğim İranlı çizer, güzel ve samimi insan Mercan Satrapi’nin insani ve etkili hikayesi, Amerikan Neoconları ve onların yerli işbirlikçilerce, özgürlükçü insanlara, "görün özgürlük taleplerinin varacağı son noktayı" diye yedirilmeye çalışılıyordu. İran'a ve orda olup bitene fazlasıyla "Fransız" bu cuntacı dayatmanın biz Ortadoğululara mesajı şuydu; bon pour l'orient. Ahmet Turan Alkan ağabeye bu Frenk deyimini sorsak, ‘’Şark için kafi ve vafi’’ diyecek. Batının ve Türkiye’nin şahinleri, bu filmi kullanarak şahlık rejimine karşı mücadele eden solcuları, aydınları, dünyanın en salak insanları gibi sunarak, utanmaksızın sıkılmaksızın oysa ki onlar için, şahlık yeter de artar bir rejim, değil miydi? mesajı veriyorlardı.
İran’ın bugünkü gayri hukuki ve antidemokratik rejimine sempati duyduğum gibi bir yanlış anlamaya neden olmayacaksam, ‘’İki diktatörlüğü karşılaştırıp, Şah düzeni siz İranlılar için daha iyi’ dedirtmeye çalışan propaganda, İran sokaklarında bugün dolaşan ‘ahlak zabıtaları’ kadar çirkin ve rahatsız ediciydi.
Ve bu rahatsız edici korku makinesi bu kez Mısır’da sahaya giriyor. Uzatmaları oynayan Mısır rejimi ve uluslararası destekçileri, sokaklara dökülen aydınlara, solculara, gençlere, ‘’bize sımsıkı sarılmazsanız dinci denizine düşeceksiniz’ taktiğiyle zaman ve mevzi kazanmaya çalışıyor. Korkutma amacıyla kullanılan İhvan, evet sosyal olarak dindar insanlardan oluşuyor ama politik olarak, İran’la uzaktan yakından alakası olmayacak derecede gayet ana akım, demokrasiye, fikir, düşünce özgürlüğüne samimiyetle açık, din adına yapılan şiddete oldukça mesafeli bir hareket. Kaldı ki Mısır’ın ‘tek partisi’ olma niyetleri olmadığını ve reform yapacak her harekete destek vereceklerini de deklare ediyorlar. İhvan’ı bazılarının gözünde radikal yapan tek bir hususiyeti var; İsrail’in aşırı sağcı politikalarına ve Mısır’ın İsrail peyki olmasına eyvallahları yok. Neocon takımının gözünde İsrail’i eleştiren herkes aşırı zaten.
Beni en çok güldüren ise, Likudperstler ile Batıdaki şahin takımının, Ortadoğu’da istikrar bozuluyor iddiası.
Brookings Enstitüsünün Doha Merkezinin yöneticisi Şadi Hamid, Tunus devriminin bir anda Şam’dan Yemen’e kadar bütün Arap alemini salladığını ifade ederken, ‘Bu, bütün bu coğrafyadaki diktatör istikrarının aslında tamamen bir illüzyon olduğunun kanıtı. Bu rejimlerin hiçbiri gerçekte istikrarı temsil etmiyor. Bugün değilse bile çok yakında hepsi çökecek’’ diye şamarı patlatıyor bu iddianın yüzüne...
İktidar ve prestij peşinde değilmiş be Mübarek!
Hüsnü Mübarek, ben kronometreyi çalıştırmadan az önce televizyonda kağıttan okuduğu konuşmasında dalga geçer gibi Mısır halkına, ‘’Ben hiçbir zaman iktidar ve prestij peşinde olmadım’’ dedi. Cümlenin başında muhtemelen, '1981'den beri' kısmı vardı ama okumadı. Beyim zaten 30 senedir iktidar senin, niye peşinde olasın ki..? Mide bulandıracak derecede hamasi, tam bir vatan millet nil nehri konuşmasıydı. 82 yaşındaki bu diktatör, bir dahaki seçime aday olmayacağım diye söz vererek, sokağa çıkmış halkı evine gönderebileceğini hesaplıyor aklınca. Nasrettin Hoca’nın Padişah’ın eşeğine 6 ayda yabancı dil öğretmezse kellesini vermeyi kabul etmesine şaşıran dostlarına verdiği cevap geldi aklıma: ‘’6 ay uzun süre. Ya ben, ya padişah ya da eşek ölür.’’
Arap alemini kim ayağa kaldırdı?
Mübarek 6 ay kalmayı başarırsa, muhtemelen kendisine karşı başlatılan hareketin sorumlularını araştıracaktır. Dikta ve kudretin akli melekeleri körelttiği söylenir. Bence de doğrudur. Tunus ve Mısır halkını ardından diğer Arap halklarını ayağa kaldıran, ‘birileri’ değil, ‘zamanın ruhudur’. Dünyanın içine girdiği yeni çağdır. Diktayla yalanlarla toplumsal mühendislikle iktidar ele geçirmeyi ya da iktidar korumayı imkansız kılan yeni devirdir.
Slavoj Žižek’i nasıl bilirsiniz? Rica ederim, ‘’süslü Z’lerinden tabii ki’’ cevabı vermeyin. Duymamış olanlarınız için diyeyim Slovenyalı bir komünist, tanısanız seversiniz. Bizim Etyen Mahcubyan ağabey gibi (sakalı da benziyor ha), sorularıyla, çat kapı destursuz analizleriyle adamda düşünce konforu, iç huzuru bırakmayan bir hergele. Neyse ki Etyen abi hergele değil, beyefendi bir abimiz.
Bu Žižek, Hegelyan, Marksist ve yetmezmiş gibi üstüne Lacancı bir perspektifle piyasada teori parçalama, yapıbozum işleriyle iştigal ediyor. Hadi Hegel ve Marx’la yapı bozdun, bozduğunu Lacanla niye parçalıyorsun? Parçalamasa ‘’pirketlerden’’ yapı yeniden yapılır..!
Žižek abim, beni çaycı olarak alsalar Haber7’e email bile göndermeden koşa koşa gideceğim, sizden iyi olmasın Terry Eagleton’ı, ölmeseydi Tony Judt’i ve bilumum hergeleyi yazılarını yayınlanmadan okuma izni karşılığında Rize çayı ile tanıştıracağım London Review of Books mecmuasının son sayısında, ‘Wikileaks çağında terbiyeli olmak’ babında bir yazı kaleme aldı.
Wikileaks’in yaydığı belgelerde, Amerikalı diplomatların Putin ve Medvedev’i, ‘’Batman ve Robin’’ olarak nitelendirmesinin ne kadar kullanışlı bir analoji olduğundan mevzuya giriyor. Kara Şövalye filmindeki maske ve gerçek vurgularından hareketle, filmin Vahşi Batının uygarlaştırılmasını anlatan Apaçi Kalesi gibi western filmlerin yeniden üretilmiş bir versiyonu olduğuna getiriyor sözü. Böyle anlatınca komik olmuyor, filmi izleseydiniz siz de başınızı sallardınız
Apaçi Kalesinde de Batman filminde olduğu gibi ‘uygarlaştırma’ için ‘yalan’ ‘gerçeğin’ derekesine çıkarılıyor. Žižek’in tespitiyle, ‘’uygarlık yalanların üzerine inşa edilmeli fikri’’ işleniyor. Yine Žižek’in sorusuyla, ‘peki sosyal sistemi devam ettirme gerekçesiyle yalana ihtiyaç duyulması fikri neden yeni versiyonlarla pişirilip önümüze getiriliyor?
Cevabını boşverin, soruyu lafı getireceği kişi için soruyor. ‘’Leo Strauss’u bildin mi?’’ diye lafa giriyor Žižek… Keşke bilmeseydim, şeytan görsün yüzünü… Bu Leo Strauss, dünyanın bütün Neoconların ve ulusalcılarının sakosundan çıktığı adam. Neocon ve ulusalcı fikriyatın bu adama bayılmasının sebebi bu adamın elitist demokrasi anlayışının nosyonu; yani ‘gerekli yalanlar’. Strauss’a göre demokraside yönetim elitlerde olmalı ve halk bilinçli olarak cahil bırakılarak yalanlarla mutlu edilmeli. En zoruma gideni de Strauss’un Sokrates’e nefreti. Çünkü felsefe toplumu bozar. Çünkü sosyoloji ifsad eder. ‘Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok. Sosyologlarla, şunlarla bunlarla konuşarak kafamızı karıştırmayız’’ kafası… Çünkü, Sokrates, tanrıları ve ‘ethos’u sorgulayarak, vatandaşı yöneticilere sadakatten uzaklaştırıyordu.
Žižek, Strauss’u bozduktan sonra başlıyor Wikileaks’i de parçalamaya. Dediğim gibi, parçalamasa, ordan yeniden duvarı inşa edebilecez. Ama adam vicdansız. Kronometre son düzlüğe girdiğimi haber verdiği için Žižek abimin Wikileaks psiko-analizini sonraya bırakıp acilen Kahire sokaklarına dönüyorum.
Mısır’daki gösteriler de, Tunus’taki gibi, bilgisayar ekranı başında spontane ve aniden gelişti. İlk gösterilerin kahramanları, yani ‘Kral çıplak’ diye meydana fırlayanlar Facebook ve Twitter üzerinden birbirine bağlanan gençlerdi. Çoğu işsiz, işsiz olduğu için dünyayı ve tanrının pencerelerini seyretmeye bol vakti olan bu gençler, ‘’ya bu iş niye başkalarında öyle de bizde böyle’’ sorusunu sormaya başladılar. Sayın rejimi rahatsız edecek ne kadar felsefe, sosyoloji varsa gördüler. Nihayetinde bir ‘flash mob’ yapar gibi de meydanlara indiler.
Mısır hükümeti 24 Ocak günü öğle saatlerinden itibaren akşam saatlerine kadar Twitter’ı engellemeyi başardı. Facebook’a ulaşımı ise ancak ertesi günü bloklayabildi. Ancak artık çok geçti. Tıpkı Tunus’taki gibi sokağa dökülen bu ilk göstericilerin tamamına yakını ‘apolitik’ kişilerdi. İlk günlerden itibaren gösterilere katılan Halifa adlı Mısırlı bir sanatçı, TIME dergisine yaptığı açıklamada, ‘’Hiçbir grup ya da partinin üyesi değilim. Bütün Mısırlılar hepimiz artık bıktık.’’ diyordu.
Mısır hükümeti hem gösterilere dış dünyada sempatiyle bakılmasını hem de muhalefeti parçalayıp birbirine düşürmek için bütün göstericilerin Müslüman Kardeşler üyeleri olduğu yalanını yaymaya çalıştı. Ancak, liberal eğilimli Yarın partisinin lideri Şadi Taha, ‘’Bu tamamen yalan. Elbette İhvan da var ancak ilk gösterilerin yapanların nerdeyse tamamı ilk defa politik taleple ortaya çıkan insanlar. Şu meşhur sessiz çoğunluk’’ diyordu.
Strauss avaneleri iktidar araçları açısından en kudretli oldukları çağda en büyük açmazlarıyla yüzyüze gelmenin iç sıkıntısını yaşıyor. Haber hızla yayılıyor. Halk onca yalanın aktığı haber denizinde gerçeklerle de karşılaşıyor. Ortadoğu ahalisi koyun gibi başını elitist cuntalara, azınlık despotlarına, teknotratlara, bürokratlara, önderliklere, milli şeflere, mollalara uzatmayı içine sindiremiyor artık. Hepimiz Allah’ın kuluyuz ve hesap vermekten, hesap sorulmaktan münezzeh kimse olamaz fikri dalga dalga yayılıyor.
Mübarek, bu hafta değilse, bu ay değilse en geç bu yılın sonunda artık tarih olacak. Daha önce dinlediğim kibirli ve muktedir Mübarek’e bakıyorum bir, bir de son iki gündür elinde kağıt titreye titreye özgürlüklerden, haklardan, adaletten, demokrasiden bahseden Mübarek’e bakıyorum... Sonra da iki resim arasındaki 7 farkın arkasındaki gerçeğe bakıyorum. Ortadoğu dünyanın en genç nüfusunu barındırıyor. Hepsi internetle haşir neşir bu gençler, abilerinin ablalarının ya da anne babalarının kaderini yaşayacak yapıda değil. Kaddafisinden, Mübarek’ine kadar on yıllardır bir çadır tiyatrosu oynayan diktatörlerin, sahte seçimlerin, çakma cumhuriyetçiliklerin işi artık çok zor.
Mısır’da kolkola gösteri yapan laiklerle dindarlara, Müslümanlarla Kıptilere bakıyorum. Bugüne kadar diktatörlerin en büyük gücü, içimize ‘’komşularımızdan nefreti’’ aşılamaları oldu. Sürekli yaralarımızı kaşıyarak, gerektiğinde yeni yaralar açarak bizim el ele olmamıza engel oldular. Ama, şehirlerde barış içinde yaşamalarına fırsat verilmeyen, sürekli yaraları birbirlerine nefretleri deşilen gençler, Facebooklarda, Twitterlarda, Sözlüklerde birbirlerini tanımaya başladı. Sanal alemde, ‘arkadaş’ olup el ele sokağa çıkıyorlar. Diktatörlük, darbe, cunta, faşizm inşallah yakın gelecekte Ortadoğu coğrafyasından silinip gidecek. Kronometrem durmasa, bu coşkuyla bu yazıda onları da bitirecektim. Kronometre sayesinde şimdilik elimden kurtuldular..!
Belki yanılıyorum, belki Ortadoğu’daki bu silkiniş bir fecri kazib’tir. Olsun. Fecr-i kazib, fecr-i sadık’ın en büyük müjdecisi değil mi?
Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com
Yorumlar9
-
AHLATT
14 yıl önce
Şikayet Et
hangi yönden esersen es deli rüzgar.. Belki yanılıyorum, belki Ortadoğu’daki bu silkiniş bir fecri kazib’tir. Olsun. Fecr-i kazib, fecr-i sadık’ın en büyük müjdecisi değil mi...
"O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.” (Hutbe-i Şamiye, s. 34)"
Beğen
Cevapla
-
hursit dilaver
14 yıl önce
Şikayet Et
mustafa aydın yoldaşa. dün onlar islanmayıp, meclise girselerdi neler olacaktı bilirmisin. ergenekonun, ihtilalinde girdiği evlerde arananın ailesinden kimsenin sağ bırakılmıyacağı gibi,bunlar da meclisin altını üstüne getiririlerdi.yüzleri kapalı PKK lılar, TKPC ciler,DHKP ciler ve malum teşkilatlar hep orda ve gaz verme yarışında ,idiler. bizim saftirik işçi suyu,gazı yedi.. ama onlara bir şey olmadı. elbiseleri bile kuru kaldı.sen ordamıydın,olanları gördün mü.yoo..garip işçim,sendika zoru ile gitti,hasta olup geri döndü..
Beğen
Cevapla
-
musta aydın
14 yıl önce
Şikayet Et
ele verir talkını kendi yutar salkımı. mısır da ki gösterilere bakın bir de ankaradki gösterilere polisin gazla suyla -2 derece soğukta - müdahelesine bakın.
Mısır ın mübareği kesin kesin daha mübarek kaldı...
Beğen
Cevapla
-
Kamil
14 yıl önce
Şikayet Et
müslümanlar Kuran a dönmedikçe asla huzur bulamayacaklar. siz zannediyormusunuz Mübarek gittiğinde herşey çok güzel olacak,ben asla böyle bir şey beklemiyorum,bu bizim ülkemiz içinde geçerli,bugün islam devleti kurulmuş olsa ortalık tarikattan geçilmez hepsi ayrı bir yere çeker yine insanlar birbirini kırar,ayet yerine gözümüze hadis sokanlar olduğu müddetçe müslümanlar asla huzur bulamayacaktır bu böyle biline
Beğen
Cevapla
-
baybars can
14 yıl önce
Şikayet Et
ne güzel olurdu ordada bir islam devrimi olsa.... israilin nedediği umrumuzda olmaz,bizim dinsiz monşerler islam düşmanı oldukları için türkiyede dinsiz devletin dine bir tepkisi olmuştur ama,bu halk her zaman dinine sahip çıkmıştır,islam devrimide olsa bu millet ordaki kardeşlerinin özgürlüğü için sevinirler,islam demek zaten özgürlük demektir,islamdan korkanlar batı vesayetini isteyen bir grup gafil insanlardır.
Beğen
Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle