'Melez' Türkiye; 'köprü' değil 'ortak' Türkiye
- GİRİŞ07.06.2009 08:04
- GÜNCELLEME07.06.2009 08:04
Obama’nın Kahire konuşması, anında İstanbul’da “üçlü stratejik çalışma”ya izini bıraktı. Çağımızın tanınmış stratejik beyinlerinden (Amerikalı) biri, Amerikan Başkanı’nın Türkiye ziyaretindeki konuşmasına da gönderme yaparak “Obama Türkiye’ye yaptığı ziyarette bu ülkenin (Türkiye) bir hard power müttefik olmaktan ziyade
bir hoşgörü ve çeşitlilik dünyasının kuruluşunda bir soft power müttefik olduğunu söylüyordu” dedi.
Ve bu sözlerini şu ilginç gözlemle sürdürdü: “Obama için, açıkçası, çokkültürlü ve çokdinli Osmanlı mirası ile Amerika’nın dünya vizyonları arasında sevimli bir yankılanma mevcut.”
Cengiz ÇANDAR / Referans
Hiçbir Amerikan Başkanı’nın yenilikçi yönelimi ile Türkiye’nin herhangi bir döneminin böylesine örtüşebildiği, önemli düşünce adamlarının zihninde böyle bir “uyum” görüntüsünün uyandığı herhangi bir dönem olmuş mudur acaba?
Bu gözlemler ve bu olguyu Türkiye’nin “aktif hanesi”ne kaydedersek, ülkenin en azından yakın ve orta vâdeli geleceği için endişelenmeye mahal kalmaz. “Ne olacak bu memleketin hali” cinsinden biteviye ve oldum olası sürüp giden ve iç karartmak ve kötümserlik duygusunu derinleştirmekten gayrı hiçbir anlamı olmayan düşüncelerden sıyrılabiliriz. “Özgüven”imizi pekiştirebiliriz.
Geleceği doğru yol almak için “özgüven” olmazsa olmaz bir psikolojik katkı maddesi.
*** *** ***
“Trilateral Strategy Group” yani “Üçlü Strateji Grubu”, çok önemli bir bölümü bildik Amerikalı, Avrupalı ve Türkiyeli unsurları bir araya getiren bir oluşum. “Transatlantik ilişkiler” üzerinde “yeni kurulmakta olan dünya”ya birlikte nasıl yol alınacak, bunun “düşünsel eksersizleri”ni yapmak için bir araya gelenler, “kim ne söyledi”nin yayımlanmamasını öngören “Chatham House kuralları”nın sağladığı güvenceyle iki gün İstanbul’da açık yüreklilikle tartıştılar.
Bu gibi çalışmalar, sadece katılanların birey olarak değil, geldikleri ülkeler, kamuoyları, karar vericileri ve kurumların kafalarının nasıl işlediği, neden öyle işlediği konusunda önemli ipuçları vermesi bakımından da değer taşıyor. İnsan, bilmediği birçok şeyi öğrendiği gibi, “yaratıcı beyinler”in görüşleriyle düşünce ufuklarını açabiliyor.
Örneğin Amerikalılardan ziyade Avrupalıların zihinlerinde “neo-Osmanlıcılık” tedirginliğinin bir şekilde yer ettiğini sezmemek imkânsız. “Türkiye nereye gidiyor? Türkiye kendisine AB dışında bir alternatif mi arıyor acaba? Davos olayı, Rasmussen üzerinde çıkan ihtilâf, Türkiye’nin Kafkaslar ve Karadeniz’de NATO’dan bağımsızmış gibi inisyatif alması, Ortadoğu’da öne çıkan profili, bütün bunlar AB sürecindeki tıkanıklık ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin yeni bir yola yöneldiğinin işaretleri olabilir mi?”
Bunlar meşru sorular. Amerikalıların kafasında Avrupalılar kadar yer etmeyen, Avrupalıların en azından dikkate değer bir bölümünün zihninde gizlenemez bir tedirginlikle yer etmiş sorular.
Bunların yanı sıra şu “bilgiler” ya da “veriler” de mevcut. Avrupa ile ticarette belirgin bir düşüş yaşanırken, bu yılın Ocak ve Şubat aylarında Türkiye’nin Irak’a ihracatı yüzde 75 oranında artmış. 2000 yılından bu yana Türkiye’nin 11 komşusuyla ticareti ise 1000 misli artmış. Türkiye, Avrupa bankalarından borç alamazken Körfez’deki fonlara yönelmiş. Körfez ülkeleri, ABD’deki malî hisselerinin yerine gerçek yatırımların almasını tasarlarken, Anadolu’da gıda ve tarım alanına 9 milyar dolar düzeyinde Körfez fonunun gelmesi bekleniyormuş.
Dış politika doğrultusunu ekonomiden ne kadar ayırabilir, ayrı düşünebilirsiniz?
*** *** ***
Bu “olgular” zemininde ortaya çıkan siyaset kalıpları, kimilerinin “neo-Osmanlı stratejik vizyonu” dedikleri. Kimilerinden kasıt, Türkiye’dekiler değil, bizim “Batılı müttefik” çevrelerde bulunan kimileri. Bunların Amerikalı ve Obama yandaşı olanlarında hemen hiç rahatsızlık uyandırmayan bu kavram, Avrupa’da anlaşılır nedenlerle farklı “rezonans”a yol açıyor.
Bir “strateji düşünürü”nün tanımıyla, Türkiye’nin geniş bir coğrafyayı kaplayan “diplomatik aktivizmi”, aslında ülkemizin “bir NATO uzantısı ve AB tedarikçisi olmaktan çıkıp, Ortadoğu Müslüman dünyası, Balkanlar ve Kafkasya’nın merkezinde, Hamas, İran, Suriye ve diğerleri arasında arabuluculuk ya da sorunlarının çözümünü kolaylaştırıcı rol üstlendiği bir özerk aktöre dönüşmesi”yle ilgili. Buysa, Batı’nın Ortadoğu ile bağlantısı bakımından “ölgün ılımlı Arap ülkeleri” yerine “canlı bir seçeneği” ifade ediyor.
Türkiye, bir yandan da “müthiş bir deney” olarak görülüyor; müthiş ilginç bir deney. Batılılık ile Batılı olmayan modernitenin bir “melez” biçimi, halk düzeyinde Müslüman ve dindan ama modern kurumları, teknolojisi ve pazar ekonomisi olan bir “melez”. Bu “deney” geliştikçe, ABD ve Avrupa Türkiye’nin laik zeminlerinin çıpalarını oluşturacaklar.
Tabii, bir yandan kendine özgü bir “melez modernite”nin ifadesi olan Türkiye’de laikliğin ABD ve Avrupa’ya dayanmadan gelişmesi de mümkün olmayacak. Türkiye’nin “melezliği” bir güç kaynağı ve Müslüman unsur kadar da laik unsur “melezlik” için gerekli.
Bu gözlemlerden hareketle, Türkiye için “iyimser” ve “olumlu” bir not düşülüyor; “Post-küreselleşme çağında Türkiye’nin bir ortak olarak yeni rolünün Batı için geçmişte çok vurgulanmış olan köprü rolünden daha önemli olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.”
Batı yönünden “iyi gözle” bakıldığında Batılı ve Batılı olmayan modernite formlarının birleştiği bir “melez modernite”nin ifadesi Türkiye ve böyle olduğu için Batı nezdinde “köprü” rolünden daha da önemlisi “post-küreselleşme”de “Batı’nın ortağı”
Kavramların hızla değiştiği, yenilendiği baş döndürücü bir tarih dönemindeyiz.
O bakımdan bu yazıyı okuduktan sonra, Obama’nın Kahire konuşmasının tüm metnini dikkatle bir kez daha okunmasında yarar var.
Türkiye’nin gelecekteki yerini kestirebilmek açısından
cengizcandar@referansgazetesi.com
Yorumlar1