Madleen Yelkenlisi’nin Cesur Direnişi
- GİRİŞ11.06.2025 17:39
- GÜNCELLEME13.06.2025 08:19
Gazze Şeridi, son iki yılda yoğunlaşan ancak kökeni onlarca yıl öncesine dayanan sistematik bir kuşatma ve imha siyasetine maruz kalmaktadır. İsrail’in bu küçük coğrafyayı adeta bir açık hava hapishanesine çevirdiği süreç, sadece askeri değil; ekonomik, sosyal ve insani tüm damarları kesmeyi hedefleyen çok katmanlı bir baskının ürünüdür. Bu durum, yalnızca güncel siyasi gelişmelerle açıklanamaz; tarihsel bir süreklilik ve siyasal bir niyetle örülmüştür.
1948 Nakbası ile başlayan büyük felaket, 1967’deki Altı Gün Savaşı sonrası işgal politikalarıyla pekişmiş; Oslo süreciyle bir umut belirmiş gibi görünse de, bu süreç İsrail’in yerleşim politikasını daha da kurumsallaştırdığı bir geçiş dönemi olmuştur. 2006 yılında Hamas’ın seçimleri kazanması ve 2007’de Gazze’de yönetimi fiilen ele geçirmesinden sonra İsrail, Gazze’yi tamamen ablukaya aldı. Bu abluka, yalnızca askeri anlamda değil; temel gıda maddelerinden tıbbi malzemelere kadar her şeyi kapsayan bir toplumsal boğma stratejisi haline dönüştü.
İsrail’in 2008, 2012, 2014 ve özellikle 2021 ve 2023’teki büyük çaplı askeri operasyonları, bu kuşatmanın sadece pasif değil, aynı zamanda aktif ve yıkıcı bir silaha dönüştüğünü göstermektedir. Gazze’ye yapılan saldırılar, “hedefli” askeri müdahaleler değil; tüm bir halkı cezalandırmaya, yıldırmaya ve göçe zorlamaya yönelik nüfus mühendisliği ve etnik temizlik girişimleri olarak değerlendirilmelidir. Bu saldırıların doğrudan sivilleri, hastaneleri, okulları ve altyapıyı hedef alması, uluslararası hukukun temel normlarını ihlal etmenin ötesinde, insani değerleri bütünüyle yok sayan bir yaklaşımın ifadesidir.
Abluka yalnızca Gazze’yi değil, bir halkın umutlarını, dış dünya ile kurabileceği her türlü ilişkiyi ve geleceğe dair tahayyülünü hedef almaktadır. İsrail’in bu politikalarının sürdürülebilirliği, yalnızca kendi askeri ve teknolojik üstünlüğünden değil, aynı zamanda uluslararası toplumun sessizliğinden, bölgesel aktörlerin ilgisizliğinden ve medya desteğinden güç almaktadır.
Gazze’ye yönelik ablukayı sadece bir güvenlik politikası değil, uzun vadeli bir sömürgeleştirme ve "siyasi yok etme" stratejisi olarak okumak gerekir. Bu bağlamda Madleen gibi sivil eylemler, bu kuşatmayı yalnızca fiziksel olarak değil, aynı zamanda sembolik ve ahlaki düzlemde de kırma girişimleri olarak tarihsel önem taşımaktadır.
Uluslararası Hukukun İhlali ve Suçun Tanımı
Gazze’ye yönelik abluka, sadece politik veya askeri bir strateji olarak değil, uluslararası hukukun en temel ilkelerini ihlal eden, sivilleri topluca cezalandırmaya yönelik bir kolektif ceza rejimi olarak değerlendirilmektedir. İsrail’in bu uygulamaları, yalnızca Filistin halkının yaşam hakkını değil; onurlu bir yaşam sürdürebilme kapasitesini de ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda ablukanın ve onun doğrudan sonucu olan insani yardım engellemelerinin, uluslararası insancıl hukuk çerçevesinde açıkça yasaklanmış eylemler olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gerekir.
1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, özellikle de IV. Cenevre Sözleşmesi, sivil halkın savaş durumlarında korunmasına yönelik temel çerçeveyi sunar. Bu sözleşmeye göre işgalci güç, işgal altındaki halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. Oysa İsrail, 2007’den bu yana Gazze’de uyguladığı ablukayla bu yükümlülüğünü yalnızca ihlal etmekle kalmamış, aynı zamanda doğrudan sivilleri hedef alan bir kuşatma stratejisiyle onları açlığa, susuzluğa ve sağlık hizmetlerinden mahrumiyete sürüklemiştir.
Bu uygulamalar, 1998 tarihli Roma Statüsü kapsamında da suç teşkil etmektedir. Roma Statüsü’nün 7. ve 8. maddelerine göre, sivillere karşı yaygın ve sistematik saldırılar "insanlığa karşı suç" olarak tanımlanır. Gazze’de sivillerin doğrudan hedef alınması, temel yaşam altyapısının (elektrik santralleri, su kaynakları, hastaneler) bilerek yok edilmesi ve yardımların engellenmesi; savaş suçu ve insanlığa karşı suç kategorilerine açıkça girmektedir.
Bu bağlamda, Madleen yelkenlisi, Gazze halkına insani yardım ulaştırmayı ve ablukayı sembolik olarak kırmayı amaçlayan, tamamen sivil ve barışçıl bir girişimdir. Uluslararası deniz hukukuna göre, bir devletin kendi karasuları dışında seyreden sivil bir gemiye saldırması, açık bir hukuk ihlalidir. İsrail’in bu gemiye müdahalesi; hem Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni (UNCLOS) hem de temel insani ilkeleri ihlal etmiştir. Geçmişte Mavi Marmara olayında olduğu gibi, uluslararası mahkemelere taşınabilecek nitelikte bir saldırıdır.
Ne var ki, bu tür ihlallerin hukuki zemini olduğu kadar, cezasızlık zemini de bulunmaktadır. Uluslararası toplum, özellikle Batılı güçler, İsrail’in bu tür uygulamalarını ya desteklemekte ya da görmezden gelmektedir. Bu sessizlik, sadece pasif bir seyir hali değil, hukuki ve ahlaki olarak suça ortaklık anlamına gelmektedir.
Hukuk sadece metinlerde değil, vicdanlarda da geçerliliğini korumalıdır. Eğer uluslararası hukuk, güçlünün çıkarlarına göre uygulanabilir hale gelirse, onun evrenselliği de, caydırıcılığı da kalmaz.
MADLEEN YELKENLİSİ: BİR SİVİL DİRENİŞ GİRİŞİMİ
Madleen yelkenlisi, sadece bir gemi değil; insanlık vicdanının Gazze kıyılarına ulaşmaya çalıştığı bir umuttu. Dünyanın dört bir yanından gönüllülerin bir araya gelerek oluşturduğu bu insani yardım girişimi, İsrail ablukasının vahşetini kırmak için barışçıl ve sembolik bir eylem olarak yola çıktı. Silahsız, şiddetsiz ve açıkça beyan edilmiş insani amaçlarla hareket eden Madleen, aslında hem ahlaki bir protesto hem de uluslararası kamuoyuna yönelik güçlü bir mesajdı: Gazze yalnız değil.
Madleen'in taşıdığı yardımlar sembolik miktarda da olsa, bu eylemin kendisi çok daha büyük bir yük taşıyordu: İnsan onuru, dayanışma ve cesaret. Bu gemideki gönüllüler herhangi bir hükümeti değil, doğrudan vicdanlarını temsil ederek yola koyulmuşlardı. Bu yönüyle Madleen, sadece bir lojistik yardım değil; küresel sivil direnişin günümüzdeki nadir örneklerinden biriydi.
Ancak İsrail, bu barışçıl girişimi dahi bir tehdit olarak gördü. Tıpkı daha önce Mavi Marmara’ya yaptığı gibi, Madleen’e de uluslararası sularda müdahale ederek açıkça uluslararası hukuku ihlal etti. Oysa bu geminin taşıdığı kargonun askeri bir içerik taşımadığı, katılımcıların sivil olduğu ve tüm seyrin şeffaf biçimde yürütüldüğü kamuoyunca biliniyordu. İsrail'in müdahalesi, bir güvenlik refleksi değil; her türlü direniş biçimini bastırmaya yönelik total bir kontrol arzusunun dışavurumuydu.
Madleen’in karşılaştığı bu saldırı, sadece Filistin halkına değil; onlarla dayanışma içinde olmak isteyen tüm dünya vatandaşlarına yönelik bir sindirme politikasıdır. Bu yönüyle İsrail’in müdahalesi, sadece uluslararası deniz hukukunu değil, aynı zamanda ifade özgürlüğünü, barışçıl toplanma hakkını ve vicdani eylemi de hedef almıştır.
Bu tür sivil girişimler, tarih boyunca baskı rejimlerine karşı etkili olmuş sembolik eylemler zincirinin günümüzdeki halkalarıdır. Madleen modern çağın dijital sessizliğine karşı ahlaki bir bağırış olarak okunabilir. Bu eylemin “başarılı” olup olmaması, Gazze’ye ulaşıp ulaşmamasıyla değil; hangi insani mirasa eklemlendiğiyle ölçülmelidir.
Madleen, vicdanın örgütlenebileceğini; küçük bir teknenin bile büyük bir adaletsizlik karşısında tarihsel anlamlar taşıyabileceğini gösterdi. Bu, zalimlik çağında sivil cesaretin suskunluğu yarmaya devam edebileceğinin en sade ama en etkili ifadesidir.
Medya, Sessizlik ve Algı Yönetimi
Gazze'deki yıkımın ve sivil direniş girişimlerinin dünya kamuoyunda yeterince yer bulamaması, sadece ilgisizlikle açıklanamaz. Bu, modern iletişim düzeninin ve küresel medya mimarisinin bilinçli tercihlerle işleyen bir algı yönetimi mekanizması hâline gelmiş olmasının sonucudur. Bu düzlemde, sessizlik artık pasif bir eylemsizlik değil; aktif bir örtbas etme stratejisidir.
Madleen yelkenlisi, örneğin Batı merkezli ana akım medya kuruluşlarında ya hiç haberleştirilmemiş ya da önemsizleştirilerek marjinalleştirilmiştir. Oysa aynı medya, İsrail'in “güvenlik” reflekslerini meşrulaştıran dilini benimsediğinde, sorumluluğu paylaşan değil, gerçeği çarpıtan bir aktöre dönüşmektedir. Medyanın kullandığı dil, burada kritik önemdedir: İsrail “savunma” yaparken, Filistinliler “terör” üretmektedir; yardım gemileri “provokatif”tir; saldırıya uğrayanlar ise “risk almıştır.”
Bu dil mühendisliği, yalnızca haberleri değil, kamu vicdanını da dönüştürmeyi hedefler. Algılar, gerçeklerin önüne geçtikçe, Filistinlilerin yaşadığı trajediler görünmez kılınmakta; onları savunmaya çalışanlar ise marjinalleştirilmektedir. İşte bu nedenle, medya sadece olanı anlatan bir araç değil, olduğuna karar verilenin nasıl anlatılacağına hükmeden bir güç aygıtına dönüşmektedir.
Alternatif medya ve sivil gazetecilik girişimleri, bu sessizliğe karşı direnmeye çalışsa da erişim gücü, kaynak olanakları ve küresel etki bakımından oldukça sınırlıdır. Bu bağlamda Madleen gibi eylemler, yalnızca fiziksel bir yardım faaliyeti değil; aynı zamanda sessizliği yarmaya yönelik bir iletişim müdahalesi olarak da değerlendirilmelidir. Kamera kayıtları, canlı yayınlar, sosyal medya paylaşımlarıyla bu eylem; küresel sessizlik duvarına küçük de olsa bir gedik açmıştır.
Ancak bu çabaların karşısında yer alan çok daha organize bir medya-endüstri kompleksi vardır. İsrail’in PR ajansları, dijital platformlardaki manipülasyon araçları ve dezenformasyon ağları sayesinde, saldırganın mağdur, direnişçinin ise suçlu olarak kodlandığı ters bir dünya inşa edilmektedir. Bu gerçeklik, post-truth çağının tipik bir örneğidir: Gerçek artık olan değil, en çok yayılan şeydir.
Bu çerçevede sessizlik, bir “tarafsızlık” hali değil; ahlaki bir tercihin göstergesidir. Batılı medya ve hükümetler, Gazze konusundaki suskunluklarıyla tarafsız kalmamakta, güçlüden yana açık bir konum alarak sistemik bir çifte standardı yeniden üretmektedir. Bu durum, insan hakları normlarının evrenselliğini de, uluslararası hukukun meşruiyetini de zedelemektedir.
Dolayısıyla, medya yalnızca haber vermiyor; neyin haber olduğunu, kimin insan olup olmadığını, kimin acısının sayılmaya değer olduğunu belirliyor. Madleen gibi eylemler, bu eşitsiz iletişim düzenine karşı küçük ama anlamlı bir başkaldırıdır. Ve bu başkaldırı, yalnızca Gazze için değil; gerçeğin yeniden tanımlanması için de gereklidir.
Vicdanın Yenilgisi mi, Yeni Bir Direnişin Başlangıcı mı?
İsrail'in Gazze üzerindeki yıkıcı kuşatması karşısında dünya, yine ve bir kez daha suskun kaldı. Madleen yelkenlisi, bu suskunluğa doğru açılmış bir insanlık çağrısıydı. Ancak bu çağrı, modern çağın metalik vicdanına çarparak sessizlikle geri döndü. Şimdi sormak zorundayız: Bu tablo, insanlığın vicdani bir yenilgisi mi, yoksa küresel adaletsizlik düzenine karşı yeni bir direnişin başlangıcı mı?
Her büyük zulüm çağının içinden, onunla yüzleşmeyi seçen az sayıda cesur yürek çıkmıştır. Madleen'in yolcuları, işte bu tarihsel sorumluluğu üstlenerek yola koyuldular. Onlar, siyasetin ve diplomasinin çözümsüzlüğe saplandığı bir ortamda, sivil iradenin ne denli güçlü ve etkili olabileceğini gösterdiler. Bu irade, silahsızdı ama susturulamazdı; küçük bir teknedeydi ama büyük bir hakikati taşıyordu.
Ancak bugün karşımızda duran gerçeklik ağırdır. Gazze hâlâ kuşatma altında. Uluslararası hukuk, büyük devletlerin çıkarlarına kurban edilmiş; medya, gerçeği eğip bükerken, kamuoyu yorgunlukla sessizleşmiş durumdadır. Bu tablo, elbette karamsarlık doğurabilir. Fakat tarih, en karanlık anların ardından doğan sabahları da bilir. Ve her susturulan vicdan, aslında içinde yeni bir sözün mayasını taşır.
Madleen’in ulaşıp ulaşmaması değil, neyi temsil ettiği önemlidir. O gemi, Gazze kıyılarına değilse bile, insanlık tarihinin vicdan atlasına demir attı. Her çağın tanığı olduğu gibi, bu çağ da sessizliği onaylayanlarla ona karşı duranları birbirinden ayıracaktır. Ve her baskı rejimi gibi, bu zulüm düzeni de bir gün sona erecektir.
Bu bağlamda Madleen, belki bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bir çağrıdır; yalnızca Filistin için değil, yeryüzünün tüm ezilenleri, kuşatılanları ve sesi bastırılanları için yükselen bir çağrı. Bu çağrıya kulak veren her birey, dünyanın neresinde olursa olsun, bu direnişin bir parçasıdır.
Çünkü zulmün karşısında susmak, sadece bugünün değil; yarının tarihine de sessizce suça ortak olmak demektir. Vicdan, yalnızca ağlamakla değil; ayağa kalkmakla, itiraz etmekle, direnmekle anlam kazanır. Ve işte bu yüzden, Madleen hâlâ yol almaktadır. Belki denizlerde değil, ama zihinlerde, kalplerde ve onurlu bir geleceğin haritasında...
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol