Doğu Akdeniz’de Sessiz Bir Dönüm Noktası: Türkiye-Libya Deniz Yetki Anlaşmasının Yeni Boyutları

  • GİRİŞ17.06.2025 08:23
  • GÜNCELLEME17.06.2025 08:23

Doğu Akdeniz, tarih boyunca büyük güç mücadelelerine sahne olmuş, stratejik ve ekonomik değeri yüksek bir coğrafyadır. Bu kadim deniz havzası, sadece ticaret yollarının kavşağı değil, aynı zamanda kıyıdaş ülkelerin siyasi ve jeopolitik iddialarını somutlaştırdığı bir satıhtır. 21. yüzyılda bu mücadele, hidrokarbon kaynakları ve deniz yetki alanları üzerinden yeniden şekillenmektedir. Uluslararası hukukun farklı yorumlara açık yapısı, bölgedeki devletlerin hak ve menfaat arayışlarını daha da çetin hale getirmiştir.

Türkiye'nin 2019 yılında Libya'nın Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH) ile imzaladığı Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası, bu çerçevede kritik bir dönüm noktasıdır. Bu mutabakat, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığı iddialarını somutlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda bölgedeki enerji diplomasisinde yeni bir safhaya geçilmesine de öncülük etmiştir. Anlaşma, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) uluslararası platformlarda inşa etmeye çalıştığı “Maksimalist Deniz Yetki Alanları” söylemine karşı, uluslararası deniz hukukunun özüne dayanan bir itiraz olarak da değerlendirilebilir.

Yunanistan’ın Meis Adası üzerinden geniş bir deniz yetki alanı talep etmesi, Türkiye açısından hem hukuken hem de jeopolitik olarak kabul edilemez niteliktedir. Zira Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki ana kara kıyısı uzunluğu ile Meis gibi küçük ve ana karaya uzak bir adanın deniz yetki alanı iddiaları arasında ciddi bir orantısızlık söz konusudur. Bu bağlamda Türkiye, “adalara sınırsız deniz yetkisi verilemeyeceği” ilkesi çerçevesinde, kendi ana kara kıyılarının önceliğini esas alan bir yaklaşım benimsemektedir. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde (BMDHS) mutlak bir norm olmamakla birlikte, çeşitli uluslararası yargı kararlarında da destek bulmuştur.

Türkiye-Libya Mutabakatı’nın imzalanması sonrasında bölgesel ve küresel tepkiler gecikmemiştir. Başta Yunanistan ve Mısır olmak üzere bazı kıyıdaş ülkeler, bu mutabakatı kendi çıkarlarına aykırı bir gelişme olarak değerlendirmiş; Avrupa Birliği ve ABD gibi aktörler de tarafsızlık iddialarına rağmen politik pozisyonlar sergilemiştir. Bu tepkiler, Doğu Akdeniz’in sadece bölge ülkeleri arasında değil, küresel güçlerin de doğrudan nüfuz alanı kurmak istediği bir jeopolitik satranç tahtasına dönüştüğünü göstermektedir.

Türkiye’nin bu satıh üzerindeki kararlılığı ise geçmişin birikimine ve devlet aklının sürekliliğine dayanmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren denizcilik vizyonu geliştirmeye çalışan Türkiye, “Mavi Vatan” doktriniyle bu stratejiyi kurumsallaştırmış ve uluslararası hukuku arkasına alarak denizlerdeki meşru haklarını savunma iradesini açık biçimde ortaya koymuştur. Libya ile imzalanan mutabakat, bu bağlamda sadece teknik bir sınırlandırma anlaşması değil; aynı zamanda Doğu Akdeniz’de yeni bir jeopolitik denklem kurma iradesinin diplomatik zemine taşınmasıdır.

Bu itibarla, Türkiye-Libya mutabakatı, Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesinin sadece bir parçası değil, aynı zamanda oyunun kurallarını değiştirme potansiyeli taşıyan bir adımdır. Türkiye’nin deniz yetki alanlarına dair iddiaları, sadece ulusal çıkarlar perspektifinden değil; bölgesel denge, uluslararası hukuk ve tarihsel süreklilik bakımından da dikkate değerdir.

LİBYA’DA İÇ POLİTİK DENGELER VE HAFTER FAKTÖRÜ

Libya, 2011 yılında Muammer Kaddafi rejiminin yıkılmasıyla birlikte klasik anlamda bir “devlet” olmaktan uzaklaşmış, güç merkezlerinin parçalı yapısı nedeniyle uzun süreli bir iç çatışmaya sürüklenmiştir. Bu parçalanma, yalnızca siyasi iktidarın paylaşımını değil, aynı zamanda ülkenin dış politika yönelimlerinin, güvenlik mimarisinin ve ekonomik çıkar alanlarının da farklı cephelerce kontrol edilmesine yol açmıştır. Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH) ve Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi bu bölünmenin iki ana direğini oluştururken, General Halife Hafter ise doğu ekseninde fiili bir askerî ve siyasi güç olarak öne çıkmıştır.

Hafter, Libya Ulusal Ordusu (LUO) komutasında, özellikle 2014 sonrasında kendisini “terörle mücadele” ve “istikrarı sağlama” iddiasıyla sahaya sürmüştür. Ancak zaman içinde bu mücadele, Trablus hükûmetine ve onun uluslararası destekçilerine karşı bir meydan okuma haline gelmiş; Hafter’in liderliğindeki doğu güçleri ile UMH arasında derin bir cepheleşmeye yol açmıştır. Türkiye ise Trablus hükûmetini meşru otorite olarak tanımış, 2019 sonrasında askerî danışmanlık, güvenlik iş birliği ve doğrudan destek unsurlarıyla bu cephede aktif bir rol oynamıştır. Hafter’in 2020 başındaki Trablus kuşatması sırasında Türkiye'nin müdahalesiyle geri püskürtülmesi, bu askeri ve siyasi desteğin doğrudan sonucu olmuştur.

Bu noktada kritik olan şudur: Türkiye, Hafter cephesine karşı kesin bir askerî pozisyon almış olmakla birlikte, Libya'nın tamamına dönük stratejik vizyonunu hiçbir zaman yalnızca bir aktör üzerinden şekillendirmemiştir. Ankara, Hafter karşıtı duruşunu sürdürürken bile Tobruk ve Sirte gibi şehirlerde etkin olan kabile yapıları, yerel siyasi figürler ve hatta zaman zaman Hafter’in temsilcileriyle doğrudan temas kurmaktan geri durmamıştır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin Libya’yı tek boyutlu bir “dost-düşman” ayrımıyla okumadığını; aksine Libya’nın karmaşık toplumsal ve siyasal dokusuna nüfuz etmeye çalışan çok katmanlı bir strateji izlediğini göstermektedir.

Son dönemde ortaya çıkan ve Hafter’in Türkiye ile imzalanmış olan deniz yetki sınırlandırma anlaşmasını onaylaması, bu stratejinin meyve vermeye başladığını göstermektedir. Bu, yalnızca kısa vadeli taktiksel bir yakınlaşma olarak görülmemeli; Libya’daki tüm aktörlerin Türkiye’nin kalıcı etkisini artık bir realite olarak kabul etmeye başladığına dair güçlü bir işarettir.

Hafter’in pozisyonundaki bu muhtemel değişim, Libya’nın iç siyasetinde bir kırılma anına da işaret edebilir. Türkiye’nin sadece Trablus’la değil, doğu ve güney Libya’daki yapılarla da diyaloğa açık olması, ülkenin yeniden inşa sürecinde kilit rol oynamasını sağlayacak enstrümanlardan biridir. Bu durum, aynı zamanda Türkiye’nin bölgede yalnızca askerî değil, diplomatik, ekonomik ve kurumsal varlık oluşturma yeteneğinin de bir tezahürüdür.

Dolayısıyla, Hafter’in pozisyonundaki değişim yalnızca bir liderin yöneliminden ibaret değildir; bu, Türkiye'nin uzun vadeli sabırlı diplomasi anlayışının, Libya’nın kırılgan yapısına duyduğu sosyopolitik hassasiyetin ve çok vektörlü stratejik vizyonunun bir sonucudur. Türkiye artık Libya’da yalnızca bir tarafın destekçisi değil, tüm taraflar nezdinde güvenilen ve dikkate alınan bir denge unsurudur. Bu dönüşüm, bölgesel güç mücadelesinde sessiz ama sarsıcı bir kırılmadır.

TÜRKİYE’NİN LİBYA POLİTİKASINDA DÖNÜŞÜM: TARAF OLMAKTAN HAKEMLİĞE

Türkiye’nin Libya’ya yönelik dış politikasını 2019 sonrasında belirleyen temel parametre, ilk bakışta net bir taraf olma durumunu yansıtır. Bu dönemde Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti’ne verilen askerî ve diplomatik destek, doğrudan sahadaki dengeyi değiştirmiş; Hafter’in başkent Trablus’u ele geçirme hamlesi başarısızlığa uğratılmıştır. Bu gelişme, Türkiye’nin bölgesel krizlerde aktif müdahale kapasitesine ve hızlı karar alma refleksine örnek teşkil etmiştir. Ancak bu tarafgir görüntünün gerisinde, çok daha derinlikli ve uzun vadeli bir stratejik dönüşüm yer almaktadır.

Türkiye, Libya’daki meşru hükümeti desteklerken aynı zamanda kalıcı barış ve siyasi uzlaşı hedefinden uzaklaşmamış; bu sayede yalnızca bir tarafın değil, zamanla tüm tarafların masada görmek istediği bir aktöre dönüşmüştür.

2020 sonrası dönemde Türkiye’nin Libya’daki varlığı daha kurumsal bir zemine oturmuştur. Trablus yönetimiyle imzalanan güvenlik iş birliği anlaşmaları sayesinde Türkiye, ülkede askerî danışmanlık hizmetleri sunmuş, sahada eğit-donat modeliyle bir yapı inşa etmiş ve aynı zamanda deniz güvenliği açısından stratejik üs bölgelerine erişim imkânı kazanmıştır. Misrata ve Trablus limanları etrafında oluşan bu yeni güvenlik mimarisi, yalnızca askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve diplomatik açıdan da çok yönlü bir etki doğurmuştur.

Türkiye’nin sahadaki varlığı, enerji ve altyapı alanındaki yatırımlarla da pekişmiştir. Türk şirketleri, Libya'nın savaş yorgunu altyapısını yeniden inşa etmek üzere önemli projelere dâhil olmuş; bu ekonomik angajman, sahadaki güvenlik çabalarıyla birlikte ilerlemiştir. Enerji alanında atılan adımlar –özellikle doğalgaz arama ve kıyı denetimi konularında geliştirilen ortak girişimler– Türkiye'nin Libya’daki varlığını sadece günü kurtaran bir hamle olmaktan çıkararak uzun vadeli bir stratejiye dönüştürmüştür.

Bu çok yönlü ilişki inşası, zaman içinde Türkiye’yi taraf olmaktan çıkarıp hakemliğe yaklaştırmıştır. Libya'daki farklı siyasi ve askerî gruplar nezdinde Türkiye’nin güven veren, diyalog kurabilen ve süreci yönlendirme kapasitesi olan bir aktöre dönüşmesi, bu stratejik değişimin en somut göstergesidir. Zira artık Türkiye, sahada sadece “bir tarafın destekçisi” değil, aynı zamanda “oyun kurucu” kimliğiyle bütüncül bir rol oynamaktadır.

Türkiye’nin bu yeni pozisyonu, geleneksel Türk dış politikasındaki adalet, barış ve denge arayışına dayanan köklü yaklaşımlarla da örtüşmektedir. Osmanlı'dan günümüze uzanan diplomatik miras, bölgesel krizlerde adaletli ve istikrara dayalı çözümler üretme çabasını öncelemiştir. Bu tarihsel çizgi, bugün Libya’da yeniden vücut bulmaktadır. Ankara’nın hem Trablus hem Tobruk nezdinde kurduğu bu çok katmanlı ilişkiler ağı, bir dış politikanın kriz döneminde değil, kalıcı barış zemininde sınandığı yeni bir evreye geçildiğini göstermektedir.

Bu dönüşüm, yalnızca Türkiye’nin Libya politikasında değil, Doğu Akdeniz’deki genel stratejisinde de bir paradigma kaymasına işaret etmektedir. Türkiye artık sadece tepkisel değil, yönlendirici ve kalıcı oyun planları olan bir bölgesel aktördür.

 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat